İlmê Marksîst bi xwîn
Rastîyê tê da bibîn
Gava em pê rabin, kes nikan me bixîn
Gava hun pê rabin, kes nikan we bixîn
Wî gûl anî li bera danî
Hûn avê bidinê, gelo wer bidinê
Oku Marksist ilmi
Gör esas gerçeği
Başkaldırırsak onunla, çöktüremezler bizleri
Başkaldırırsanız onunla, çöktüremezler sizleri
Kondu o gül, artık yanı başınızda
Su verin, yeşerecek sulayan da
Cegerxwîn (1903-1984)
Tayyip Erdoğan, “Her şey gibi muhalefetin de yerli ve millisini ülkemize kazandırmak inşallah bize nasip olacak” demekte haksız sayılmayabilir.
Türkiye’de hâkim sağ ideoloji kapsama alanını muhalefete doğru genişleterek “merkez muhalefeti” de hızla içine alıyor.
Maraş Katliamı’nın yıldönümünde Kemal Kılıçdaroğlu ve beraberindekilerin Alparslan Türkeş ailesine yaptığı üst düzey ziyaret, CHP yönetiminin Türk milliyetçiliğine artan hızla kayışının sadece küçük bir alameti. CHP yönetiminin, iktidarın ve MHP’nin elinden milliyetçi söylemi, dolayısıyla aslında milliyetçi ideolojiyi devralma/aşırma çabası sadece “ince” bir siyasi manevra olarak okunamaz. Bu bilinçli, seçilmiş, hesaplanmış hamleler aynı zamanda CHP’yi dönüştürerek onu devlet açısından kıvama getiren bir yönelim. CHP yönetimi, Roboskî katliamının yıldönümünde bir tweet bile atma gereği duymuyorsa, Kürtlere yapılan zulme, en aleni hukuksuzluklara gıkını bile çıkarmıyorsa, kıvama gelmiş demektir.
CHP iktidara hazırlanıyor ve buna muvaffak olmak için daha da sağcılaşıyor. Dolayısıyla onun milliyetçi mesajları milliyetçi taban kadar, Türkçü-Turancı devlet mekanizmalarına da yönelik. CHP’nin ideolojik “dönüşümünü” milliyetçiliğe doğru tamamladıktan sonra iktidara gelebileceğine dair hesabı yanlış olmayabilir. Fakat öyle görünüyor ki CHP iktidar yolundaki bu dönüşümünü tamamlayıp “Saraya” yerleştiğinde, artık mevcut iktidardan bir farkı kalmayacak. En azından Kürtler açısından bu böyle.
Peki CHP daha da milliyetçileşerek AKP-MHP’nin oyununu mu bozuyor, yoksa CHP’nin daha da milliyetçileşmesi tam da AKP-MHP’nin oyunu mu? Aslında her iki ihtimal de aynı kapıya çıkıyor: Türkiye siyaseti, HDP ve Kürt hareketi ve bazı sosyalist hareketler haricinde, muhalefetiyle birlikte blok halinde “radikal sağa” doğru akıyor/akıtılıyor.
Bu sağ akıntının Kürdistan ayağının olmaması düşünülemez. Geçen hafta yazdığımız gibi, HDP’yi seçenek olmaktan çıkarıp Kürt alt-orta sınıfları sağcı-İslamcı bir partiye, örneğin Hüda-Par’a veya başka benzer yapılara yöneltmek, büyük sağcı hamlenin Kürdistan versiyonu olarak öne çıkıyor.
Fakat Ankara’da kurulan böylesi hesapların Diyarbakır’dan döneceğini, alelacele yapılmış bir yakın tarih okumasından bile çıkarsamak mümkün.
1950’lerin sonundan itibaren, başta 1959’da Musa Anter’in İleri Yurt’ta yayınlanan Kımıl şiiri nedeniyle tutuklanması ve 1960 darbesi sonrasına da taşınan büyük Kürt kuşatması öncesi ve sonrasında yürütülen ideolojik tartışmalar, (Bkz: Kürdistan Sosyalist Solu Kitabı’ndaki tartışmalar Dipnot Yay.) Kürtlerin 1938 sonrası uzun-çetin kış uykusuna soldan uyanarak son verdiklerinin güçlü emarelerini veriyordu.
Bugün Kürtlerin son 60 yıllık mücadele tarihini derleyecek herhangi biri, bunu aynı zamanda sol mücadeleler tarihinin içine yerleştirmek durumunda. 1960’lar öncesi dört parçadaki örgüt ve isyanlar tarihinde de sol ideolojilerin, sosyalist fikriyatın, Kürt sosyalistlerinin azımsanmayacak bir tesiri ve yönlendirmesi var. Fakat 1960 öncesinde çağın koşullarının ve Kürdistan’daki genel toplumsal-siyasal vaziyetin, devletle işbirliği içindeki sağcı “elitlerin” yönlendirmesine daha açık olduğunu biliyoruz. Bu konudaki ideolojik tespitler de ta 1960’lara, o dönem Kürt aydınları arasındaki tartışmalara kadar gidiyor.
Zira çok partili hayata geçişle birlikte Kürt kitleleri bu “elitlerin” yönlendirmesiyle önce DP’nin, daha sonra AP’nin ve 27 Mayıs sonrasında YTP’nin tabanı haline geldiler. (YTP’nin 1961 seçimlerinde Diyarbakır, Bitlis, Bingöl, Muş ve Siirt’teki oy oranı yüzde 40’ın üzerindeydi. Aktaran: Tanıl Bora, Cereyanlar, İletişim Yayınları.)
Dolayısıyla HDP’ye ve Kürt kadın hareketine yönelik yeni baskı dalgasının tarihsel arka planı ve geleceğe ilişkin stratejinin uzantısı olan bir bağlamı var. Bu bağlamın ideolojik arka planında Türkçü-İslamcı devlet ideolojisinin hedefleri yatıyor. Seküler Kürt sol hareketinin önünü alabilmek için yürütülen bu baskı dalgası, kısa vadede Kürtleri Kürt milliyetçisi görünümlü bir sağ dalgaya kaptırarak sürüklemeyi, orta vadede sağcı-İslamcı yapılar üzerinden pasifize etmeyi ve uzun vadede öncüsüz kılarak siyaset dışına itmeyi, dolayısıyla özne olmaktan çıkarmayı hedefliyor.
Elbette bu hedef, şu anda devlete egemen olan Türkçü ve İslamcı ideolojinin tarihsel bir hülyası. 1930’lar, 40’lar ve 50’lerdeki deneyimden beslenen o hülya, Kürtlerin devletin ekonomik, sosyal, siyasal, askeri çökertme araçları ve yerel işbirlikçilerin de yardımıyla Ankara’ya tamamıyla zincirlenmiş, “uysallaştırılmış” ve belki yeni isyanları da bertaraf etmek üzere küçük birkaç kültürel “kazanım” “verilerek” susturulmuş olması halidir. Bu bir hayal ama aralarında bazı Kürt sağcı-İslamcı yapıların da olduğu çok sayıda odağın ve tabii ki devletin peşinden koştuğu bir hayal.
Kürt siyasi hareketleri açısından bu çemberin kırılma yolu, başından itibaren bir yandan sol ideoloji üzerinden Kürt kitlelerini çeperinde tutmak, bir yandan da sol ittifaklar kurmak. Üstelik bu da kendinden menkul, Kürtlere tepeden dayatılan, harici bir yönelim olmadığı için Kürt alt sınıfları tarafından desteklendi veya yaşatıldı.
1960’lardan itibaren dört parçada Kürt örgüt ve hareketlerinin sosyalizme yaslanması bir tesadüften veya SSCB dolayısıyla “zamanın ruhundan” kaynaklanmıyordu. Üstelik SSCB sistematik olarak Türkiye (Ağrı İsyanı) ve İran (Mahabad Kürt Cumhuriyeti) lehine Kürtlere sırtını döndüğü halde, Kürtler yolun solundan yürümeye devam etti.
Sol, ezilen Kürt köylüleri, yoksulları, alt sınıfları ve isyancıları açısından hem bir mecburiyet hem de bir olanaktı. Zira Kürtlerin egemenlere yönelik her türden yanıtına tercüme olabilecek iki ideoloji söz konusuydu: İslamcılık ve sosyalizm. Kürtler, geçmiş deneyimlerden dolayı İslamcı ideolojinin kendilerini isyandan ziyade boyun eğmeye, Türk sağ partilerinin tabiyetine yönelttiğini gördükçe, esas olarak 1970’lerden itibaren, Türkiye sol hareketlerinden de özerkleşmiş Kürt sol hareketlerini desteklediler veya var ettiler.
Eğer sol Kürtler açısından “mecburiyet” olmasa, Kürt kitleleri de bu hareketleri büyütmez, tercihlerini İslamcı hareketlerden yana koyardı. Dolayısıyla da şu an Kürdistan’da egemen olan hareketler seküler, sol değil, sağcı ve esas olarak İslamcı hareketler olacak ve elbette Kürtlerin kaderi bambaşka bir mecrada akacaktı.
Öte yandan şimdilerde Kürt hareketine yönelik bazı Kürt sağcılarından gelen eleştirilerin geçmişi en az otuz yıl öncesine kadar gider. Kürt isyanının kaldıracı niteliğindeki sosyalist ideolojinin Kürtleri “marjinalize” ettiğine yönelik sağ eleştirinin iki temel dayanağından biri Kürt milliyetçiliği, diğeri de İslamcılık. Buna göre Kürt halkı mütedeyyindir, özünde milliyetçidir ve onları mobilize etmenin, hatta “kurtarmanın” yolu, bu çizgide bir hareket inşa etmektir. Ne var ki bu tepeden inme tespiti yanlışlayan da bizatihi Kürt sol hareketlerini destekleyen “Müslüman-milliyetçi” Kürt halkı oldu.
Kürt sağının milliyetçiliği tartışmalı olsa da, İslam sosuna bulanmış Kürt milliyetçiliğinin kurtuluş yolu olduğuna dair söylevi sıklıkla üstlendiği görülüyor. Oysa Kürt sağının milliyetçiliği de İslamcılığı da devrimci değil, uzlaşmacı olageldi.
Bununla beraber Kürt sağının bugün Kürtlük adına övündüğü ne varsa, çoğunluğu sosyalist Kürtlerin mücadelesi sayesinde var. Çünkü Kürt kimliğinin yüceltilecek bir etnik kimlik değil, hakim kimliklerin boyunduruğundan, yok ediş projelerinden sosyalist bir ideolojiyle kurtarılacak bir ezilmişlik olduğu kabulü, Kürtlerde karşılık buldu ve mücadele bunun üzerinden yükseldi.
Kürt sağı, İslamcılığın egemenlerin bir silahı olarak işlevselleştirildiğini gözden kaçırıyor ve Kürt solunun seküler kimliğini buna yönelik bir tepki değil, yozlaşma olarak görüyor. Kendisi “Kürt kadınını” söylemde yüceltip “çiçek” yaparken, Kürt solu kadınların örgütlenme, mücadele ve geleceği belirleme sahası olarak işlevselleştiriliyor.
Kürt sağı, Kürt solunun egemenle uzlaşmazlığını bir oyunbozanlık, serserilik, sorumsuzluk, milliyetçilikten uzaklık olarak algılıyor ki, sonuncusu haklı. Kürt milliyetçiliğini işlevselleştirmeye yönelen hareketler isyankâr olmaktan çok muhafazakâr, devrimci olmaktan çok uzlaşmacı karakteriyle öne çıktığı için kitleselleşemiyor. Kürt milliyetçiliği “hayalperest” değil, “rasyonalist” olmakla övünüyor. Kürtler, o “rasyonalizmin” vardığı kapının egemenin kapısı olduğunu bildikleri için itibar etmiyor.
HDP’ye Kürt sağından gelen eleştiriler de esasen bu temellidir. HDP’yi milliyetçiliğe davet ederek, devletin mevcut tasfiyeden vazgeçebileceği düşünülüyor. Kimi devletle temaslı sermayedar grupların Kürt milliyetçiliği açısından Kürt alt sınıflarının sınıfsal talep ve isyanları, Kürtlerin “özgürleşmesinin” önünde engel görünüyor. Kürtlerin devletle anlaşabilmeleri ve onun şiddetinden kurtulabilmeleri için dolaylı olarak devlet ideolojisine yaklaşması isteniyor.
Buna göre Türk sağı devleti yönettiğine göre, onunla da ancak Kürt sağı uzlaşabilir. O halde anaakım Kürt hareketinin soldan uzaklaşıp sağa yaklaşması ve devletle “sağ dilde” konuşmaya, uzlaşı yolları aramaya başlaması gerektiği düşünülüyor. AKP’nin şu sıralar tam da bu kesimleri yeniden keşfe çıktığı anlaşılıyor.
Kürt sağının devletle uzlaşması kolaydır. Çünkü Kürt sağı, Türk sağına eklemlenilerek, ama mevcut sömürü sisteminin küçük çıkar grupları ve din aracılığıyla görünmez kılınarak “özgürleşilebileceğine” inanıyor. Kürtler ise buna inanmıyor. Mesele bu kadar basit.
Öte yandan Kürt sağının bazı kesimleri Türk sağıyla, dolayısıyla devletle uzlaşmak için HDP’yi kullanmak istiyor. Bunun için de HDP’nin sağa kaydırılması gerekiyor. Oysa çok sayıda Kürt sağ partisi kuruldu ama bunlar herhangi bir mahalli derneğin etkisini aşamadı. HDP de soldan uzaklaştığı ölçüde Kürtlerden uzaklaşmış olur. Çünkü Kürtlerin tek talebi kimlikten ibaret değil. Kürt kimliği kabul edildiğinde alt Kürt sınıfların sorunu çözülmüş olmayacak.
Ezilen Kürtlerin temel meselesi kimliklerinin tanınmaması ve giderek yok edilmek istenmesi. Ama dört parçada da Kürtlerin karşı karşıya kaldığı yok edilme harekâtlarında kullanılan en büyük silah da sistematik yoksullaştırma, en alt sınıfta sürekli sabit tutma. Dolayısıyla Kürtlüğün, egemen devletlerin ya hoşgörüsü veya desteğiyle palazlanmış bazı kesimleri hariç tutulursa, aynı zamanda sınıfsallaşmış bir kimlik halini aldığını söylemek yanlış olmaz.
Sadece ezilen olmak değil, hangi alanlarda, hangi ideolojik ve somut araçlarla ezildiğinin farkındalığı da önemli. Kürtlerin kahir ekseriyeti bu ezilmişliği gündelik hayat pratiğinden, deneyiminden çıkarsadıktan sonra solda karar kıldıkları için, milliyetçiliği sadece bir araç olarak kullanan sağ söylem Kürtler arasında hegemonik bir güç olma şansını yakalayamadı.
Bununla birlikte Kürt sağına Kürt milliyetçiliği payesini vermek de yanlıştır. Kürt sağı gerçek manada milliyetçi olduğu için değil, devletin esas ve güçlü olan Kürt hareketini baskılamak için kullandığı aparat olduğu için Kürtler tarafından ilgi görmüyor.
Öte yandan AKP döneminde palazlandırılmış, Kürt coğrafyasında piramidin ortasını değil tepesini oluşturan Kürt orta sınıflarının hem Kürt hem de Türk sağına eklemlenme kapasitesi güçlü. Gerek AKP gerekse Kürt milliyetçi söylemini Kürt hareketinin aleyhine ama devletin lehine kullanan Kürt sağ-İslamcı yapıları bu gerçekliğin farkında olarak Kürt orta sınıfına yönelik söylem geliştirmekle yetinmiyor, alt sınıfları da HDP’yle yürünecek yolun sonunda bir kazanım olmayacağına inandırmaya çalışıyor. Fakat Kürtleri nesneleştiren tüm bu çabalar, Kürtlerin gündelik hayatta hem Kürt hem de yoksul olmaktan çıkarsadığı hayat deneyimine çarpıp Kürdistan’dan geri dönüyor.
“Kîne Em?” (Biz kimiz?) şiirinde Cegerxwîn tam da bu bilgiye tercüman oluyordu:
Cotkar û karker/
Gundî û rênçber/
hemû proleter/
Gelê Kurdistan.
Çiftçi ve işçi
Köylü ve emekçi
Tekmil proleter:
Kürdistan halkı
Gazete Duvar / 28.12.20