18 Mayıs 2021 günü Kürdistan Bölgesi'nin başkenti Erbil'de, İran Kürdistanı'ndan Behzad Mahmudî isimli bir genç, içinde bulunduğu mültecilik koşullarını ve ekonomik sorunları protesto etmek için Birleşmiş Milletler'in Erbil Ofisi önünde kendini yaktı. Mahmudî bu eylemini gerçekleştirdiği sırada, birçok gazeteciye demeç veriyordu ve kameralar kayıttaydı. Kısacası Mahmudî, ölümü ile sonlanan trajik eylemini herkesin gözü önünde gerçekleştirdi ve kimse de engellemek adına bir girişimde bulunmadı. Hatta Mahmudî'nin bedeni yanarken bile kimse söndürmeyi düşünmedi. Neredeyse herkes ellerindeki kamera ve telefonlarla yerde yanar halde uzanmış bedenin görüntüsünü alma kaygısındaydı. Mahmudî'nin eylemi bu yönüyle Kürdistan Bölgesi'nde medya ve etik meselesinin tartışılmasına yol açarken, diğer bir yönüyle de Kürdistan Bölgesi yönetiminin Kürt mültecilere dair tutumunun eleştirisine kapı araladı. Fakat, Süleymaniyeli akademisyen Merîwan Virya Kanie'nın de belirttiği gibi, bu eleştiri ve tartışmalar sosyal medya platformlarıyla sınırlı kaldı ve gerçek hayata, yani sokağa ve kamusal alana yansımadı.
Biz de bu trajik olayın nasıl anlaşılması gerektiği, Kürtlerin bu konuyla ilgili tutumunun ne ve nasıl olması gerektiği, diğer Kürdistan parçalarından olan Kürtlerin Kürdistan Bölgesi'nde nasıl muamele gördüğü ve görmesi gerektiği, bu tarz olayların bir daha tekrar etmemesi için neler yapılabileceği veya yapılması gerektiği başlıklarını konuyla ilgili Kürt akademisyenler ve yazarlara sorduk. Sorularımıza Mesut Yeğen, Merîwan Virya Kanie, Fırat Aydınkaya, Kamal Soleimani, Mücahit Bilici, Nurdan Şarman, Deniz Çiftçi ve Adnan Çelik yanıt verdi.
Behzad Mahmudî içinde bulunduğu açlık ve mültecilik koşullarını protesto etmek amacıyla herkesin gözü önünde kendini yaktı. Orada olan gazeteciler ve görüntüleri izleyenler onun kendisini yakmasını bir film gibi seyrettiler. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu dramatik protestoyu bilhassa ulusal, sınıfsal ve politik açıdan nasıl okumak gerekir?
Yeğen: Belli ki Irak Kürdistanı’nda yolunda gitmeyen çok şey var
Mesut Yeğen: Mahmudî’nin kendini yakmasıyla, kendini yakmasına etrafındakiler tarafından müdahale edilmemesini ayrı iki ‘olay’ olarak görmek lazım. İlki, Kürtlerle Kürdistan’la ilgili olmaktan ziyade insanlığın, ikincisi gazeteciliğin halleriyle ilgili bir mesele daha çok. Uzun zamandır gerçekle imaj arasındaki farkın silindiği bir dünyada yaşıyoruz malum. Pek çok durumda insanlar gerçek olaylara imaj-ürünler gibi bakıyor. Bu da bir insanın kendisini yakması türünden korkunç bir olay karşısında kilitlenmek, daha korkuncu seyretmek gibi bildiğimiz, alıştığımız insanlık durumuna uymayan, bu duruma yakışmayan davranışları neredeyse normalleştiriyor. Gazeteciliğin günümüzdeki durumuyla ilgili bir mesele de var bu seyretme, müdahale etmeme halinde. Detayları bilmiyorum ama etraftaki gazetecilerin, medya mensuplarının Mahmudî’nin kendisini yakmasına izin vermesi, seyirci kalması ‘olayın’, ‘görüntünün’ fetişleştirilmesiyle ilgili bir arızanın yansıması olsa gerek. Bu da bir süredir bütün dünyada medyayla ilgili genel bir mesele maalesef.
Mahmudî’nin kendisini yakmasının Kürtler ve Kürdistan’la ilgili kısmına gelince. Mahmudî’nin intiharı Kürt olduğu için, Kürtlüğünü anladığı biçimiyle devam ettirmek için mücadele etmiş, bu sebeple Kürdistan’ın bir kısmından başka bir kısmına geçerek mülteci olmuş birinin intiharı. Kürdistan’ın Kürtlüğün mahkum olduğu bir kısmından Kürtlüğün ‘özgürleşmiş’ bir kısmına geçen birinin intiharı, diğer bir deyişle. Ancak, Kürdistan’ın bu özgürleşmiş kısmı anladığım kadarıyla Mahmudî’nin aç ve açıkta kaldığı, BM gibi ‘yabancı’ bir bürokrasiye ‘devredildiği’ bir yer olmuş. Bu durum Irak Kürdistanı’nda yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu bir kez daha gösteriyor. Irak Kürdistanı’nın bürokratik kapasitesinin, imkanlarının kısıtlılığı vs. hepsi konuşulabilir, ama belli ki yolunda gitmeyen çok şey var burada. Son dönemde aksi yönde işaretler var ama Irak Kürdistanı uzunca bir süre vatandaşlarının insani kapasitelerini harekete geçiren, bunun üzerine bina olunmuş bir ‘devlet’ gibi değil, vatandaşlarını pasif tüketiciler kılan bir rantiye devlet gibi çalıştı. Bu durumun işlevsiz, verimsiz kurumlar, kayıtsız vatandaşlar gibi sonuçlar üretmesi kaçınılmaz. Dediğim gibi detaylarını bilmiyorum ama Güney Kürdistan’da etkili çalışan bir bürokrasi ya da güçlü vatandaş inisiyatifleri olsa muhtemelen Mahmudî bunca çıkışsız kalmaz, bunca çıkışsız hissetmezdi kendini.
Kanie: Kürtlüğün bir mültecinin hayatını koruyabilecek bir değer olmadığı ortaya çıkmıştır
Merîwan Virya Kanie: Şüphesiz bu olay, son süreçte Kürdistan Bölgesi'nde meydana gelmiş en yürek yakıcı ve insanlık dışı olaylardan biridir. Mülteci olarak Kürdistan Bölgesi'ne gelmiş Doğu Kürdistanlı bir genç, kötü ve insanlık dışı yaşam koşullarına karşı tepkisini göstermek için, kameraların önünde kendini yakmak zorunda kalıyor ve sonra bir hastanede yaşamını yitiriyor. Bu olay halkın büyük bir kesimini öfkelendirdi ve hem gazetecilerin tavrına hem de Kürdistan yönetimine karşı büyük bir ses de yükseldi. Fakat birçok defa olduğu gibi, bu öfke ve tepki yine sadece sosyal medya ile sınırlı kaldı, sokaklara ve kamusal alanlara yansımadı. Aslında Kürdistan Bölgesi'nde öyle bir durum oluşmuş ki, öfkenin ve tepkinin hiçbir anlamı, değeri ve etkisi kalmamış. Son 20 yılda Kürdistan Bölgesi'nde önemli bazı iktidarların tepkilere yönelik cevabı, şiddet, tutuklama ve saldırı olmuş. Bazen de öldürme ve yaralama oluyor. Bölgede öyle güvenlikçi bir siyasi sistem inşa edilmiş ki, Amerika, Fransa, Almanya ya da Avrupa Birliği gibi büyük ülkeler uyarıda bulununcaya kadar hiçbir tepki ve eleştiriye kulak vermemektedir.
Kürdistan Bölgesi şu an toplumu güçsüz, umutsuz ve kötümser kılan, onu büyük ve çok yönlü sorun ve çıkmazlara maruz bırakan siyasi bir deneyimden geçiyor. Her an yeni bir sorun çıkarıyor ve toplumu onunla meşgul ediyor. Bana göre bölgenin iktidarları birkaç kabile ve ailenin konsolide edilmesi ve güçlendirilmesi üzerine dönen siyasi, iktisadi ve sosyal sistem inşa etmişler. O yüzden onların ne ulusal bir programı, ne de ülke esaslı bir siyaseti var. Sınıfsal bir görüş ve yaklaşımları da yok. Yalnızca siyasi kabile ve ailelerin iktidarını ve isteklerini uygulama mantığı iş başındadır. Siyasi ve iktisadi sistemleri insanı hak sahibi bir kişilik olarak değil, bir "fazla(lık)" anlamında varlık ve beşer olarak görmektedir. Bu durum hem Kürdistan Bölgesi'nin kendi halkına hem de Kürdistan'ın diğer parçalarının halkına yönelik muamele itibarıyla bir gerçektir. Uzun bir süredir bölge siyasetinde "Kürt meselesi" ya da "Kürdistan meselesi" adına bir şeyin olmadığı inancını taşımaktayım. Bölgede var olan şey, petrol ekonomisi ile birlikte hem kaçak hem de resmi ticarete dayanan politik bir aile grubunun iktidarını koruma mantığı ile ilgilidir.
Behzad Mahmudî, Kürtlüğün bölgede mültecileri koruyabileceği inancını taşıyan kurbanların en yeni örneği oldu. Fakat bu eylemle birlikte Kürtlüğün, bir mültecinin ya da başka bir kişinin hayatını koruyabilecek ve onun kendisini öldürmeye engel olabilecek bir değer olmadığı ortaya çıkmıştır. Behzad Mahmudî aşikar bir şekilde ve herkesin gözü önünde kendini yaktıysa da, gizli, bazen de açık bir şekilde İran ve Türkiye’ye teslim edilmiş ve o ülkelerin yönetimi tarafından hayatları ellerinden alınmış başka kimseler de var.
Aydınkaya: Belli ki kürtlüğün sınıf sistematiği arıza veriyor
Fırat Aydınkaya: Öncelikle izniniz olursa birkaç tespit yapmak isterim. Bir, kendini yakan kişi politik kimliği baskın olan bir Kürt aktivist. İki, andığınız trajedinin vuku bulduğu yer, Kürtlüğün tescilli başkenti. Üç, eylemciyi canından vazgeçme noktasına getiren iki amil Kürtlüğün omurgasını teşkil eden açlık ve yurtsuzluk/mültecilik.
Sonuncudan başlayalım isterseniz. Kürtlük davasının esas banisinin şimdiye dek hep ezilmiş yoksullar olduğu gerçeğini teslim etmemiz lazım. Kürtlük davası hemen her zaman takipçilerine açlık ve sahipsiz bir mezar vaad etti. Buna rağmen Kürtlüğün karın doyurmaya başladığı belki de tek parçamızda, bir kardeşimiz açlığın yangını üzerinden mesaj veriyorsa orada durup düşünmek lazım. Belli ki Kürtlüğün sınıf sistematiği arıza veriyor.
Bu araz sadece Kürt siyasetini ilgilendirmiyor elbette, yaşanan toplumsal çürümeyi de konuşmak gerek. Kürt toplumu savaşlar, yıkımlar, salgın hastalıklar sebebiyle açlığın ne olduğunu bilen bir toplumdur. “Recû” ya da “pars” dayanışması gibi yoksulların sığınakları da vardı toplum içinde. Fakat kabul edelim ki bu imece cihazlarımız artık işlevsiz. Ve daha önemlisi kapitalizme direnen toplumsal kodlarımız hızla çözülüyor.
Diğer yandan Kürt siyasetlerinin sınıf politikalarını konuşmak artık ertelenemez bir gereklilik. Genel olarak ekonomi-politiğimizde ters giden bir şeylerin olduğunu görmemiz için daha başka ne olması lazım? Kürtlük ve siyasetleri orta sınıflaşıyor, küresel sermayenin gramerine daha fazla dahil oluyor ve olan çifte ezilmiş Kürtlere oluyor. Bu vahim olaydan da görülebileceği üzere, Kürtlük sınıf temelli anti kolonyal paradigmadan uzaklaştığı andan itibaren bir öz yıkım fabrikasına dönüşüyor. Gerçek şu ki, an itibariyle geleneksel Kürtlüğün sınıfsal kodları açıkça alarm veriyor. Yüz yirmi yıl önce Sorel’in “yoksullara, efendilerine karşı kıskançlık ve kin duyguları beslemenin doğru olmadığını anlatmak işe yaramayacak” dediği noktadayız bugün. Belki de yoksulların öfkesi Kürtlüğü fethetmeli, yine, yeniden.
Derrida kurucu şiddet ile koruyucu şiddetin eşzamanda gerçekleşmesini “hayaletimsi karışım” olarak niteliyordu. Bahsettiğiniz vahim olay aynı anda hem proleter şiddetin öz yıkımını hem de anti kolonyal şiddetin öz yıkımını temsil ettiği ölçüde benzer bir “hayaletimsi karışım” görüntüsü veriyor. Bir açıdan ezilen sınıfın, diğer açıdan ezilen Kürtlüğün intihar fragmanıdır bu. Vaatkâr bir ahlaki teolojiden beslenen ezilen sınıf bilinci ve ezilen Kürtlük bilincinin tam da kesiştiği devrimci kavşakta bahse konu olayın olması, bize bir şeyler anlatıyor olmalı: Mahmudî’nin eylemi bir yerde eğer özgürleşme vaadinin iptali anlamını taşıyorsa, şu halde içe yönelmiş bu çifte öz yıkımla ezilen Kürtlük nasıl baş edecek?
Öte taraftan işin ulusal dava bağlamında sembolik tarafları da var. Kendini yakma eylemi Mayıs ayına yani Gulan Devrimi’nin yıldönümüne denk geldi, biliyorsunuz. Devrimin yıldönümünde ve başkentinde bu olayın vuku bulması nereden bakarsak bakalım, sembolik açıdan anlamlı. Öyleyse dönüp devrimin ilkelerine bir kez daha bakmalıyız. Her devrim gibi Gulan devrimi de yarım kalmış görünüyor.
Soleimani: Güneyli olmayan Kürtler maalesef oldukça kötü muamele görüyorlar
Kamal Soleimani: Maalesef yaşanan olay bizim gerçekliğimiz, bizim trajedimiz. Bu olaydan da görüldüğü üzere Başur’daki durum oldukça kötü. Tabii oradaki yönetim başka pek çok zorluklarla da uğraşıyor. Ama aynı zamanda uzun süredir oraya dışarıdan giden Kürtler, özellikle de Rojhilatlı ve Rojavalı Kürtler oldukça zorlanıyorlar ve farklı bir muamele görüyorlar. Yani Başur'daki yönetim, söz konusu Güneyli olmayan Kürtler olduğunda bir bakıma hemen hemen Baas rejimi benzeri bir muameleye başvuruyor. Ve bu yüzden oraya gidenler oldukça zor durumda kalıyor.
Tabii orada çok fazla mülteci de var. Başka yerlerden gelen mülteciler de, Arap mülteciler de var. Ama şu realiteyi de görmek zorundayız. Güneyli olmayan Kürtler maalesef oldukça kötü muamele görüyorlar. Bunu bilmemiz, itiraf etmemiz gerekir ki Kürtler yönetsel bakımdan yani rejimin niteliği açısından Türkiyelileşmiş, Suriyelileşmiş, Iraklılaşmış, İranlılaşmış durumdadır. Kürtlerin yöneticileri şimdi Türkiye, İran, Irak’ın yaptığını yapıyorlar. Tabii bir açıdan bunun Sykes-Picot düşüncesiyle de bağı var. Buna “Sykes-Picot etkisi” de diyebiliriz.
Bilici: Mültecilik gittikçe Kürtlerin kaderi ve yeni küresel kimliği haline geliyor
Mücahit Bilici: Olayı her şeyden önce genelleşmiş ve kanıksanan bir Kürt çaresizliğinin yansıması bir trajedi olarak gördüm. Devlet istemeyen veya istese de devlet olamayan Kürtlerin hükümranlığı tatmış bir benliğe sahip olamamalarının getirdiği bir tür ağırlıksızlık. Ayağını hiçbir yerde tam ve sağlam basamamış olmanın yol açtığı bir aidiyet krizi. Bir insani trajedi. Maalesef mültecilik gittikçe Kürtlerin kaderi ve yeni küresel kimliği haline geliyor. Bugün globalleşmiş Kürt imgesinin repertuarı büyük ölçüde iki seyden oluşuyor: Biri IŞİD ile savaşın popülerleştirdiği savaşçı kadın figürü. Diğeri ise çaresizliğini bir yerinden edilmişlik veya memleketinden kopmuşluk olarak üzerinde taşıyan mülteci Kürt imgesi. Mültecinin trajedisini Alan Kurdi hikayesinde anlamak mümkün. Mülteciliğin sınıfsal değil ama politik bir mülksüzleşmenin neticesi olduğunu söyleyebiliriz.
Şarman: Mahmudî’nin ne yazık ki her iki kimliği de -sınıfsal ve ulusal- sesini duyurmasında etkili olamadı
Nurdan Şarman: Öncelikle Behzad Mahmudî’nin kendini yakarken oradakilerin ve ekran başındakilerin olan biteni bir film gibi seyretmesini bir açıdan, meşhur Black Mirror dizisinin White Bear adlı bölümünde oldukça çarpıcı bir şekilde işlenen, modern hatta postmodern gösteri çağının “uygar” kayıtsızlığının bir örneği olarak görüyorum. Diğer taraftan modern dünyada yoksulluk, onu doğuran yapısal sistemin kibirli modern bir hoşgörüyle aklandığı, Bauman’ın işaret ettiği üzere, kişisel bir başarısızlık öyküsü artık. Yoksullar da bu “başarısızlık öyküsünü” paylaşmayışımızın örtük sevincini bize yaşatan cılız merhametimizin nesnesi uyumsuz “başarısızlar”.
Ancak söz konusu İranlı bir Kürt olunca meseleyi bunlarla sınırlandırmak hatalı olacaktır elbette. Mahmudî’nin trajik protestosunun dünyada yankı bulamamasında onun Kürt oluşunun büyük bir etkisi var. Kürtler söz konusu olduğunda riyakarlaşan dünya ve kendilerine karşı bu riyakarlığı, giderek artan bir şekilde, dünyayla paylaşan Kürtlerin gündeminde ateş oldu ama cirmi kadar bile yer yakamadı Mahmudî.
Mahmudî’nin hayatını sonlandırarak ortaya koyduğu trajik protestosu dünyada bir yankı uyandırsaydı da bunun sebepleri sınıfsal bir öyküye indirgenecekti. Zira sınıfsal gerçeklikler gerçek olmakla beraber Kürtlerin sömürgeciliğin sonucu olan ulusal gerçekliklerini göz ardı etmede işe koşturulan bir araç işlevi gördü nice kez ve görmeye de devam edecek. Benzer nice vakada kişinin/kişilerin etnik (Kürt) kimliği sınıfsal kimliğinin gerisine atıldı veya büyük bir gayretle atılmaya çalışıldı. Yoksulluğun evrensel kaderini paylaşan Mahmudî, Kürt olduğu için yoksuldu. Ancak, İran Kürtlerinin yoksulluk konusunda homojen sınıfsal bir yapıya sahip oluşları İran’ın açık resmi projesinin sonucu olmasına rağmen pek çok kişinin, Mahmudî’nin öyküsünü onun Kürt kimliğinin altını çizerek ele almamızdan irrite olacağı su götürmez bir gerçek. Sakarya’da lince uğrayan mevsimlik Kürt işçilerin sınıfsal bir nefret suçuna mı yoksa etnik bir nefret suçuna mı maruz kaldığı tartışmasıyla Kürtlerin dahi kendi aralarında hizipleştiğini hatırlayalım örneğin. Kürdistan’da, tarım potansiyeline rağmen, bugüne kadar Antalyalı, Rizeli veya Sakaryalı tek bir tarım işçisi görmeyişimizin sebebi apaçık ortadayken, saldırıyı yapanların sınıfsal konumu saldırıya uğrayanlarınkinden farklı değilken, saldırganlar Kürtlük üzerinden küfür ve hakaret savururken üstelik. Evrensel ideolojiler tarafından kendi aleyhimize ayartılan biz Kürtler bir Kürt’ün/Kürtlerin uğradığı saldırıları, yaşanan olayları, gelişmeleri Kürtlükle ilişkilendirmeye utanır olduk.
Ancak Mahmudî değinilen tarzda bir hizipleşmeye sebebiyet verecek kadar bile giremedi gündemimize. Mahmudî’nin ne yazık ki her iki kimliği de -sınıfsal ve ulusal- sesini duyurmasında etkili olamadı. Mahmudî ne evrensel açıdan solun ve ezilenlerin ne de Kürtlerin dikkatlerini yeterince üstüne çekemedi.
Çiftçi: Bu protesto yaşam hakkı talebinden ibarettir
Deniz Çiftçi: Bir insanın kendisini yakma eylemine, her şeyden önce, ahlaki olarak yaklaşmamız gerekir. Behzadi ve onun gibi binlerce Rojhelatlı Kürd, Güney Kürdistan’da statüsüz ve inanılmaz derecede zor koşullarda yaşamaktadır. Çoğu zaman geçici ikamet izni bile alamıyorlar. Statü talepleri çoğunlukla Birleşmiş Milletler (BM) tarafından reddediliyor. Öyle bir durum ki, diğer taraftan da siyasi kimliklerinden dolayı İran’a da geri dönemiyorlar, Güney Kürdistan’da bırakın vatandaşlığı, geçici oturum izni bile almak artık çok zor ve Birleşmiş Milletler statü taleplerini reddediyor. Onlara yaşam hakkı bile tanınmıyor. Bu protesto bu noktada bir yaşam hakkı talebinden ibarettir. Behzad Mahmudî’nin protestosu, kendisi ile aynı durumda olan binlerce insanın sorunlarına dikkat etmek için bedenini yakmaktan başka hiçbir çaresi kalmayan onurlu bir insanın sesidir. Oradaki siyasi mülteciler onurlu bir hayat hakkı talep etmek için bile yaşamlarına son vermek zorunda kalıyorlar. Buna rağmen, bu eylem basında sadece bir haber yazısı olarak yer aldı. Kürt siyasetçiler ve hatta halkın büyük çoğunluğu bu olayı sessizce izlediler ve adeta geçiştirdiler. Bu eylem hakkında daha detaylı bilgi almak için Güney Kürdistan’ın en önde gelen basın yayın kurumlarında çalışan bazı gazeteciler ile konuştum. Hepsinin söylediği tam olarak şu, “Çok fazla bir bilgimiz yok.” Bu bile duyarsızlığın boyutunu gösteriyor.
Çelik: Mahmudî’nin kürtlüğü ana rabıtayı oluşturuyor
Adnan Çelik: Öncelikle kişisel bir boyut ile başlayayım. Twitter’da gayri ihtiyari bir şekilde videoya “maruz kaldım”. Maruz kaldım, zira henüz videonun üstündeki açıklamayı okumaya başlamışken birden Mahmudî’nin bedeninin alev alması, bedenindeki alevler tutuştuğu esnada hızlıca uzaklara doğru koşmaya başlaması ve çok kısa bir sürede alevlerin yüzüne de sıçraması ile birden yere yığılmasını izledim. Sosyal medyada birden karşımıza çıkan ve bizi şahitlik etmeye çağıran anlardan biriydi. Doğrusu tüm gün o birkaç saniyelik görüntüler gözlerimin önündeydi. Bir kısacık ana sığdırılan bu eylemin arkasındaki uzun ve dramatik tarih ve o anın hızlandırılmasında kararlaşmış bir eyleme hepimiz gündelik hayatımızın sıradan bir rutininde denk geldik, “maruz kaldık” ve “bir film gibi” seyrettik. Görüntülerden anladığım kadarıyla oradaki gazeteciler de eylemin bu denli hızlı ve radikal olacağını beklemiyorlardı. Anın şokuyla ne yapacaklarını bilemediler ve ancak Mahmudî yere yığıldıktan sonra birisi üstündeki elbiseyi çıkararak vücudunun her tarafına yayılmış alevleri söndürmeye çalıştı.
Sorunuza dönecek olursak, Mahmudî’nin bu protestosunu “sıradan” bir intihardan ayırt eden en temel nokta bunu kamusal alanda (Birleşmiş Milletler’in Hewlêr Ofisi’nin önü), herkesin yakında veya uzakta, istese de istemese de şahit olacağı bir eylem biçimine dönüştürmesiydi. İran’daki İslamcı rejim tarafından idam cezasına çarptırılan, bu nedenle de BM’den iltica talep eden Mahmudî’nin bütün çabalarının karşılıksız kalması, onu hayatını ölümü ile ortaya koymaya iten bu sarsıcı protestoya yöneltti. Güney Kürdistan’daki resmi otoritelerin yaptığı açıklamaya göre bugün 10 binden fazla Rojhelatlı Kürt Kürdistan Bölgesi’nde ikamet ediyor. Mahmudî’yi bu sona getiren kişisel tarihi; sizin sorunuzdaki ulusal, sınıfsal ve politik boyutların ne kadar iç içe geçtiğini ve birbirine tamamen bağlı olduğunu gösteriyor. Zira Mahmudî’nin Kürtlüğü meselenin ulusal, sınıfsal ve politik bağlamlarının birbirine bağlandığı ana rabıtayı oluşturuyor. Kürdistan’ın dört ulus-devlet arasındaki zorla bölünmüşlüğü ve her parçadaki siyasal rejimlerin Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ve talebine yönelik baskıcı/inkârcı yaklaşımı olayın ulusal-politik boyutunu gösteriyor. Mahmudî’nin yarı-bağımsız Güney Kürdistan’daki zorlu yaşama şartları ve taleplerinin karşılık bulmaması ise bir Kürt olarak sığındığı kendi ulusundan bir başka parçada tutunmanın zorluklarını, sorunlarını göstermesi açısından son derece ulusal, sınıfsal ve politik bir boyut.
Yeğen: Kürtler arasında ‘elitlerimiz’ hakkında, elitlerimiz arasında Kürtler hakkında güçlü bir tefekkür yok
Kürtlerin, siyasal mücadeleleri itibariyle Ortadoğu'nun sosyal, siyasal, sınıfsal anlamda en aktif ve duyarlı halklarının başında geldiği ön kabulu hakim. Fakat Mahmudî'nin bu trajik eyleminin toplum ve siyasal elitler tarafından bir tür “kolektif duyarsızlık” haliyle neredeyse tamamen görmezden gelindiğini gördük. Bunu nasıl yorumlamak gerekir? Neredeyse aynı sebeplerden ötürü Tunus'ta Muhammed Buazizi isimli bir gencin kendini yakması "Arap Baharı" denilen bir sürecin fitilini ateşlerken, Kürtlerde bugün var olan sessizlik, görmezden gelme, duyarsızlık neyin nesidir?
Mesut Yeğen: Elitlerin alttakilere, dışlananlara, ezilenlere kayıtsızlığı dünyanın her tarafında neredeyse kural, istisna değil. Alttakiler zorlamadıkça elitlerin hayata başka türlü bakması pek alışıldık bir durum değil. Kürdistan’da ise bu genel durumdan fazla bir şeyler var belli ki. Kürdistan’ın hemen her parçasında siyaset Kürtleri çevrelemek isteyen merkezi otoritenin gücünün ‘sınırlandırılmasına’ ve daha makro düzeyde jeopolitik gelişmelerin anlaşılmasına ve yönetilmesine yoğunlaşmış durumda. Bu iki zorunluluk Kürt elitlerini bir yandan sivil hayatın etkin biçimde örgütlenmesi üzerine düşünmekten men ediyor, diğer yanda da onlara bu fırsatı veriyor. Aynı durum Kürt sivillerinin Kürt elitlerden beklentilerini de zayıflatıyor ya da onların yetersizlik ve kayıtsızlıklarını idare etmeye sevk ediyor olsa gerek. Hülasa, Kürtler arasında ‘elitlerimiz’ hakkında, elitlerimiz arasında da Kürtler hakkında güçlü bir tefekkür yok ve bu tefekkür eksikliğinin bir kısmı Kürdistan’ın özgül durumuyla ilgili siyasi sebepleri var. Sosyal sebepler ayrı bir bahis tabii ki.
Kanie: Bölgedeki resmi medya politik ailelere mensup güçlü kişilerin medyasıdır ve bundan hiç bahsetmedi
Merîwan Virya Kanie: Dünya toplumunun önemli bir kesiminin modern siyasi tasavvurunda Kürt imgesi, özgürlük için savaşan, kendisini, toprağını ve temel siyasi ve insani haklarını savunan bir ulusun imgesidir. Dünya nazarında milletimizin kendisini savunmasının en temel aygıtlarından biri, en güçlü aygıtı demesem de, bu ahlaki ve vicdani imge ile insani ve ahlaki köklerin savunmasının bıraktığı çok derin izdir. Fakat Kürdistan Bölgesi'ndeki Raperîn'den (Süleymaniye ilçesi Ranya'da gelişen 1991 Kürt ayaklanması) sonra ortaya çıkan durum bu imgenin biçimlendirmesini ve onlarca çatlak ve izin inşa edilmesini ortadan kaldırdı. Bu deneyimde temel insan haklarının ihlal edilmesi, iktidar korkusunun kötüye kullanılması, iktidar modelinin aileleştirilmesi ve sultalaştırılması, hırsızlık, çeteleşme ve şiddet gibi şeyler bu yönetici güçlerin temel bileşenlerinin bir bölümünü oluşturdu. Şu an artık bir kimsenin bölge iktidarının nahoş ve insanlık dışı yüzünü görmemesi mümkün değil. Geçen 15 yıl içinde bölgedeki hırsızlık, çeteleşme ve yolsuzluklar ile eleştirmen, gazeteci ve toplumsal hareket aktivistlerinin tutuklanması, kaçırılması ve haklarının ellerinden alınması üzerine onlarca uluslararası rapor ve Avrupa dilleriyle hazırlanmış onlarca farklı araştırma yayınlanmıştır. Behzad Mahmudî faciası da böyle harabe olmuş, siyasi utanma ve ahlaki korkunun kalmadığı bir yaşam alanı içinde meydana gelmiştir.
Bana göre Mahmudî'nin trajedisi sessizlik içinde geçip gitmedi. Yani bu konuda bir "kolektif duyarsızlık ve sessizlik" olmadı. Daha önce de dediğim gibi, sosyal medya ağlarında çok konuşulup yazıldı. Halk bu yolla birçok tepki gösterdi. Fakat bölgedeki resmi medya bundan hiç bahsetmedi. Şüphesiz bunda da tuhaf bir durum yok. Zira bölgedeki medyanın yüzde 98'ini kontrol edilen ve yönlendirilen siyasi bir medya oluşturmaktadır. Politik ailelere mensup güçlü kişilerin medyasıdır. Yönetici güçlerin işlediği kusur ve hataları örten bir medyadır. Var olan sessizlik yönlendirilmiş bu medyanın sessizliğidir. Onlar bu sessizliği yarattılar ve yine onlar bunu dolaşıma soktular.
Şimdi Behzad Mahmudî’nin kendini yakmasının Muhammed Buazizi’nin kendini yakması kadar ses getirmemesinin nedeni, Arap Baharı’nın Libya, Yemen, Suriye ve Mısır’da içine düştüğü trajik kader ile ilişkili olabilir. Bölge halkı, muktedirlerin öldürme ve yaralamaya varana kadar nasıl büyük yıkıcı hazırlıkların içinde olduğunu görmektedir. Irak’ta 3 yıldır yüz binlerce insan sokakta ve yüzlercesi öldürüldü. Ama şimdiye kadar bir sonuç alınamadı. Türkiye’de Gezi Parkı olaylarından şimdiye kadar geçen süreçte şiddete dayalı iktidarlaşma hali sürekli arttı. Mısır cezaevleri siyasi tutsaklarla dolu. Arap Baharı ayaklanmaları, çıkış yeri olan Tunus’ta ardında hiçbir olumlu sonuç bırakmadı. Şu an bölgede umutsuzluk, bekleyiş ve bir yere kadar büyük bir korku hakim. Kürdistan’ın durumu da aynı denklemin ve genel hattın içindedir. Şüphesiz bu durum sonsuza kadar böyle devam etmez. Fakat şu an atlayıp geçeceğimiz bir yol olmaksızın bu durumun büyük krizleri içinde ilerliyoruz.
Aydınkaya: Kürtlerin politik bağlamda artık en pro/aktif halk olduğu tartışmalı
Fırat Aydınkaya: Bahsettiğiniz ön kabul korkarım artık şüpheli. Kürtlerin Ortadoğu halkları içinde en örgütlü halk olduğu gerçeği saklı kalmak kaydıyla politik bağlamda artık en pro/aktif halk olduğu tartışmalı. Bu özelliğini kaybetmesine iki şey sebep gösterilebilir. Beş yıldan bu yana sağanak halinde cari kılınan şok doktrini. Bir de hiç değilse Kürtlüğü domine eden kuşak için söylüyorum, sanıyorum bu kuşak artık “devrim yorgunu”.
Öte taraftan Kürtler genelde başlarına gelen felaketlerle baş etmek için umarsızlık zırhına bürünür. Umalım ki “umarsızlık” kronik bir hal almamış olsun. Sadece bu olay değil, halen de cezaevlerinde sürmekte olan açlık grevleri meselesinde, Alan Kurdi faciasında, Taybet ana trajedisinde Kürt toplulukları ilginç bir şekilde bizârdı zaten.
Bunun neden böyle olduğuna dair belki “siyah bilinci” üzerinden düşünmek gerekebilir. Birleşik Devletler'deki Floyd hadisesi “siyah bilinci”ni neredeyse kendiliğinden tetiklerken aynı şeyin Kürtlük bilinci alanında çalışmaması üzerine düşünülesi bir durum.
Soleimani: Belli ki Kürt ulusal duyarlılığı oldukça zor durumda
Kamal Soleimani: Burada temel problem Kürtlerin ulusal duyarlılığında yaşanmaktadır. Belli ki Kürt ulusal duyarlılığı oldukça zor durumda. Tabii bunun sebepleri var. Bu sebeplerden biri Kürtlerin siyasi partilerinin, Kürt ulusal bilincine gereken önemi vermemeleridir. Mesela Başur’daki yönetime baktığımızda model anlamda bunun Kürtlükle, Kürt ulusal bilinciyle ne derece uyumlu hareket ettiğini sorgulamak gerekir. Keza aynı şey PKK için de geçerli. Türklerin 90 yıldır başaramadığı şeyi yapmaya çalışarak, yani Türkiyelileşme projesiyle Kürtleri Türkiyelileştirmeye çalışıyor. Aynı zamanda mesela İran’da aynı şeyi yapmaya çalışıyor ve Kürtlüğün, çevrecilik vesaire gibi meselelerden daha önemsiz olduğunu deklare ediyorlar. Ve Kürt ulusal bilincinin ‘ilkel’ olduğunu ileri sürüyorlar. Öbür tarafta Başur açısından baktığımızda ise üzerinden otuz yıl geçtiği halde bir ulus olamadıklarını, bir ulus yaratamadıklarını görüyoruz. Oradaki partiler bu manada oldukça bozulmuş durumda. Buna rağmen oradaki modeli hâlâ Kürtlük modeli olarak gösteriyorlar.
Bilici: Dört parça Kürt varlığının birbirlerine teselli olabilme kapasiteleri son derce düşük görünüyor
Mücahit Bilici: İki örnekte de bunlar bir kıvılcım. Fakat Arap Baharı örneğinde yanmaya hazır bir psiko-politik toplumsallık vardı ve alev almıştı. Mahmudî'nin trajik ölümü yangına dönüşmeyen bir kıvılcım olarak kaldı. Çünkü daha büyük bir şeye tekabül etmedi. Kürtlerin özgürlüklerini mültecilikte aramaları ve muhacirlikte bir serbesti tadabiliyor olmaları, ister istemez Kürtlerin mülteciliği olağan ve arzulanır bir olma biçimi olarak görmesine yol açtı. Birbirlerinin gurbetinde bırakılan dört parça Kürt varlığının birbirlerine teselli olabilme kapasiteleri son derece düşük görünüyor. Çoğu durumda, kendisine iltica etmiş başka parça Kürdüne mahalli Kürt yönetiminin yardımcı olmakta etkisiz kaldıklarını görüyoruz. Bu konuda çok sayıda şikayet var. Lokal çaresizlik ile uluslararası sorumsuzluk arasında bir limboda kalan Mahmudî gibi Kürtlerin sahipsiz kalmalarının yapısal bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Kürtlerin iç-dayanışması güçlü değil ve kendi mültecilerine sahip çıkmakta bile zorlanıyorlar. Kürt duyarsızlığı hem çaresizliğin kanıksanmasıyla hem de insan vücut ve ruhunun protesto gibi eylemler için harcanabilir bir şey olarak görülmesiyle ilgili. Bir süre sonra duyarsızlaşıyorsun. Kürtlerin duyarlı bir halk olmasının sağlıklı bir durum olup olmadığı bence tartışmaya açıktır. Kürtlerin olmamaları gerektiği kadar duyarlı olmaları, muhataplarının da duyarlı olmasını gerektirmiyor. Nitekim Kürt hayatlar her zaman daha ucuza telef oluyor. Böyle olmamalı.
Şarman: Ulusal kimliğinizden dolayı sınıfsal dezavantajlar yaşayabilirsiniz
Nurdan Şarman: Buazizi, elverişli bir analoji ancak Mahmûdi ve Buazizi’nin dramatik protestoları arasında, farkları ortaya koymak üzere bazı karşılaştırmalar yapmak gerekir. Buazizi resmiyette de kendisine bahşedilmiş kendi vatanında ulusal değil sınıfsal bir sömürüyü protesto etti ve bu hassasiyeti fitilledi. Mahmûdi ise resmiyette kendisinden çalınmış vatanında, ulusal kimliğinden ötürü gördüğü zulmü ve ulusal kimliğinin dayatılan sonucu olarak sınıfsal kimliğinin travmalarını protesto etti. Egemen ulustan teorisyenlerin dünyaya servis ettiği, ezilen/sömürgeleştirilen milletlerin aleyhine sonuçlarını hesaba katarak ya da katmayarak, ulusal kimlikten arındırılmış, ezilenler ve ezilenlerle dayanışanların arasındaki hâkim teoriye dönüşmüş sınıf teorisinin görünmez kıldığı bir gerçek vardır ki o da en özet haliyle şudur: Sınıfsal kimliğinizden ötürü ulusal kimliğiniz ötekileştirilmez, ancak ulusal kimliğinizden dolayı sınıfsal dezavantajlar yaşayabilirsiniz. Muhammed Buazizi olayının sebep ve sonuçlarına etki eden tüm diğer bileşenleri bir tarafa bırakırsak bunun ulusal değil sınıfsal kimlikle ilişkili bir öyküye sahip olması dünyada daha hızlı ve daha geniş bir yankı uyandırarak Buazizi ve kaderdaşlarının mücadelesine evrensel bir destek sağlanmasını kolaylaştırdı diyebiliriz. Oysa Mahmûdi olayında işin içine hem sınıfsal hem ulusal kimlik girdiği için bunu dünyanın dikkatini çekmeyi kolaylaştıracak salt sınıfsal bir öyküye dönüştürmek de zorlaşıyor. Ayrıca Mahmûdi’nin Kürt olması, onun bu dramatik protestosunun, Kürtler söz konusu olunca riyakârlaşan dünyada yeterince ses getirmesini de engelledi zaten. Kendilerine karşı dünyayla aynı riyakâr tutumu paylaşan Kürtlerin bu protestoyu ve arkasındaki Kürt gerçeğini dünyaya duyurma konusundaki yetersizlikleri de söz konusu tabii.
Bu yetersizliği doğuran muhtelif sebepler var: Evrensel sol/sağ ideolojilerin güdümündeki Kürtlerin bu ideolojileri kendi gerçekliklerine yeterince uyarlamadan sahiplenişinin yarattığı kendine karşı körlük ve bu körlükte doğan Kürt siyasetleri/hareketleri ve entelektüel/düşünsel üretim bunlardan biri. Diğer taraftan Kürtlerin angaje oldukları siyaset, örgüt ve kişilikler tarafından defalarca hayal kırıklığına uğratılmışlığının, bunların kronik bir şekilde hedefe ulaşmadan uğradığı/uğratıldığı başarısızlıkların, ulusal kolektif direnişlerde bireysel bedeller vermenin, yarı yolda kalmanın doğurduğu yıpranmışlık ve sinizm. Bir diğer taraftan dünyada ve Kürdistan’da üst üste gelişen hızlı, değişken travmatik gündeme adaptasyonun ve bu gündemi takibin zorluğu. Bu Kürtlerin başta kendi yerel gündemlerindeki olaylar karşısında acı eşiğini bir parça aşma durumunu da yaratmış durumda.
Dahası Kürdistan’da güç kazanan her siyasi yapının bir süre sonra Kürdistani/Kürdi gerçekliği kendi bekasına yönelik mücadelenin gerisine atması, kendini tek seçenek olarak dayatması ve Kürtlerin zamanla ilgili partinin, kişinin müritleri haline gelmesi/getirilmesi. Angaje olunan siyasi yapının güç kaybetmesi, başarısız olması durumunda ise Kürtlerin mücadelenin ilelebet bittiği düşüncesiyle travmatik ve pasif bir halet-i ruhiyeye bürünmesi veya söz konusu hakim siyasetin basiretsizliklerinin yarattığı hayal kırıklığının sonucu olarak Kürtlerin, bu siyasetin taraftar toplamak için kullandığı milli söyleme dolayısıyla da ulusal mücadelelerinin meşruiyetine olan inançlarının bile sarsılması. Kürtlerin Mahmûdi ve benzer diğer olaylar karşısında giderek artan suskunluğunun, kayıtsızlığının başat sebepleri bunlar. Bu sebepleri hem doğuran hem de bu sebeplerin sonucu olan esas mesele ise Kürdistan’da ulusal bilincin ve bir ezilen milliyetçiliği olarak Kürt milliyetçiliğinin sağduyusallıktan bilimselliğe evrilememiş olması. “Siyah Bilinci”ne muadil bir Kürt bilincinin eksikliğinden bahsediyorum. Kışkırtılması kendi bağlamı dışındaki hiçbir şeye bağlı olmayan bir bilinçten bahsediyorum. Mahmûdi ve benzeri olaylarda Kürdistan’ın ve dünyanın genelindeki Kürtlerin hatırı sayılır çoğunluğunun istikrarlı bir şekilde mobilize olmasını sağlayacak ideolojiler, partiler, kişiler üstü bir Kürt bilincinin eksikliğinden söz ediyorum. Sömürgeci siyasetin, egemen Kürt siyasetinin ve dünyanın konjoktürel esnekliğine bağlı modifiye bir bilinç olmaktan kurtulmuş, istikrarlı nesnel bir bilinçten söz ediyorum.
Dünyada yaşanan trajedilerin duyurulması, durdurulması konusundaki kolektif dayanışmada her daim sorumluluk alan Kürtlerin kendi trajedileri söz konusu olduğunda da bu dayanışmayı evvela kendi içlerinde sağlayıp sonra da dünyanın bu dayanışmaya katılımını ilham etmesinin katalizörü hayati bir bilinçten söz ediyorum. Kürdistan’ın her bir parçasındaki hakim siyasetin lokal gündemine angaje kılınmış Kürtler bulundukları parça dışındaki Kürtleri doğru dürüst tanımazken, onların sömürgeci koşullarından bihaberken, orada yaşananlara dünyanın uzak yabancı bir noktasında yaşanan gelişmeler olarak sıradan bir haber değeri verirken dünyanın Kürdistan’da olan bitene yeterli ilgiyi göstermesini beklemek bir akıl tutulması.
Çiftçi: Kürdistan halkı çok duyarsız değil ama bazen sessiz kalmak zorunda kalıyor
Deniz Çiftçi: Güney Kürdistan halkı var olan siyasi ve ekonomik çürümeye karşı çok sessiz değil, sürekli kolektif gösteriler yapılıyor. Fakat, Kürdistan’daki siyasi otoriteyi zayıflatacak çok güçlü eylemlerden de kaçınıyorlar, çünkü Irak’taki durum oldukça belirsiz. Kürdistan’da oluşabilecek bir siyasi otorite boşluğu, Kürdistan’ın bir çok bölgesinin işgal edilmesine bile yol açabilir. Kürdistan halkı bu yüzden çok duyarsız değil ama bazen sessiz kalmak zorunda kalıyor diyebiliriz. Güney Kürdistan halkı bir nevi bıkmış durumda ve iki arada bir derede kalma hali söz konusu. Tabii bu durum Behzad Mahmûdî’nin protestosuna karşı var olan ‘kolektif sessizliği’ meşrulaştırmamalı. Kürt halkı Behzad Mahmûdî’ye güçlü bir şekilde sahip çıkmadı. Sosyal medyada belli bir duyarlılık oluşsa da bu çok yetersiz kaldı. Cenazesine çok güçlü bir katılım sağlanabilirdi. Birleşmiş Milletler önünde binlerce insan toplanıp demokratik bir protesto yapabilirdi.
Çelik: İnsanların sosyo-ekonomik problemlerinin çözümüne dair şüpheci bir yaklaşım var
Adnan Çelik: Doğrusu bu durumun birden fazla nedeni olduğunu düşünüyorum ve Tunus’taki durum ile kıyaslamanın da doğru bir karşılaştırma zemini sunduğundan emin değilim. Öncelikle Kürdistan’ın tamamındaki büyük alt-üst oluşlar ve neredeyse aynı güne sığan birçok siyasal, toplumsal gelişme Kürtlerin “olay” temelli gelişmelere yeterince odaklanmasını ve onları layıkıyla tartışmasını engelleyen en temel faktör. Bir de bu olayların siyasallığına dair kurulan hiyerarşi, hangilerinin daha fazla konuşulacağının da çerçevesini belirliyor. Bu anlamda Kürtlerin dört parçadaki mücadelesinin tamamen “siyasete” indirgendiği hegemonik bir kavrayış olduğunu ve bu kavrayışın birçok toplumsal meseleyi siyaset gündemi içinde daha tali bir konuma ittiğini söylemek mümkün. Özellikle Güney Kürdistan’da son yıllarda sayıları günden güne artan ve coğrafi olarak da genişleyen halk protestolarının alımlanmasında da bunu görmek mümkün. Güney’deki siyasi iktidarın, hoşnutsuzluğun toplumsal düzeyde örgütlenmesi ile ortaya çıkan bu halk protestolarının yolsuzluk karşıtı, eşitlikçi ya da en azından daha adil bir gelir bölüşümü taleplerini sürekli küçümseyen ve hatta çoğu durumda bunları “dış mihrakların” bir uzantısı olarak değerlendirme biçiminin de önemli bir faktör olduğunu belirtmek gerekiyor.
Bir diğer önemli faktör, insanların sosyo-ekonomik problemlerinin çözümüne dair siyasal mobilizasyonuna yönelik şüpheci ve hatta komplocu yaklaşım. Bir cihatçı İslamcının cennete gitmek için IŞİD’e katılmasını sorgulamayan bazıları sıradan bir insanın ülkedeki ekonomik sömürü ve eşitsizliklere, kendi emeğinden alınan verginin yolsuzlukla gaspına ya da kendi yaşadığı yereldeki çevre talanına karşı protestosuna "dış mihrakların oyunu" diyebiliyor. Bakûr’dan bir örnek vermek istiyorum. 1967 ve 69’da Kürdistan’daki Doğu Mitingleri en az 1990’lardaki serhildanlar kadar önemliydi. Her biri Kürtlerin ezilmişliğinin bir boyutuna odaklanıyordu. Güney’de 1990’lar başındaki raperinler ne kadar önemliyse son yıllarda yükselen halk protestoları da en az o kadar önemli. Bunlar arasında bir siyasal hiyerarşi kurmamak, her ikisinin de Kürtlerin özgürleşme mücadelelerinin bir boyutunu açığa çıkardığını görmek gerekiyor. Fakat bir yandan Kürtlere dair gündemin baş döndürücü yoğunluğu, bir yandan da siyasete ve hak arayışına dair algılarımızın daha makro ve jeo-politik bir bakışla belirlenmesi maalesef toplumun kılcal damarlarına biriken bu basıncı görmemizi engelliyor.
Behzad Mahmudî "kendi vatanında göçmen" biri olarak bu eylemi gerçekleştirdi. Diğer 3 parçadan bir Kürt'ün özel olarak Güney Kürdistan'da, genel olarak Kürdistan'ın diğer herhangi bir parçasında o parçadaki Kürtler tarafından "göçmen" muamelesine maruz kalması doğru mu sizce? Bugün formel bir hukuku ve statüsü olan Güney Kürdistan yönetimi ve genel olarak tüm Kürtler, böyle bir olayın tekrar etmemesi için neler yapmalı, bu konuda ne önerirsiniz?
Yeğen: Güneyde genel bir Kürdistan fikrinin kuvvetlendirilmesinin yollarını bulmak gerekiyor
Mesut Yeğen: Saf uluslararası hukuk açısından bakarsak İran vatandaşı Mahmudî Irak tarafına geçtiği için meseleyi göçmenlik, mültecilik etrafında değerlendirmek tabii ki mümkün. Ancak, meselenin bunun ötesine geçen bir tarafı var; çünkü, sonuçta Mahmudî Kürt olduğu için Kürdistan’ın bir kısmından ayrılmak zorunda kalıp, bir Kürt olarak hayatını idame ettirebileceği varsayımıyla Kürdistan’ın bir başka kısmına geçen biri. İntiharı ise Güney Kürdistan’ın bu durumdaki bir Kürdü hayatta tutabilecek sosyal, siyasi kurumsal düzenekleri geliştiremediğini gösteriyor.
Benzeri trajedilerin tekrar etmemesi için ne yapmak gerekir sorusuna iyi bir cevabı elbette Güney Kürdistanlı hukukçular, sivil toplum aktivistleri, entelektüeller verebilir. ‘Dışarıdan’ biri olarak benim aklıma gelenler şunlar. Öncelikle, Güney Kürdistan bürokrasisinde ve sivil toplumunda genel bir Kürdistan fikrinin kuvvetlendirilmesinin yollarını bulmak gerekiyor belli ki. Irak vatandaşı olmayan ve ihtiyaç halindeki Kürtleri ‘evlerinde’ kılacak düzenlemeler, kurumlar, zihniyetler nasıl çoğaltılıp, kuvvetlendirilebilir bunun üzerine düşünmekle başlamak lazım. Irak’ın başka yerlerinden ve Rojava’dan gelenlere kapılarını cömertçe açmış olduğunu biliyoruz Güney Kürdistan’ın, ama gerek jeopolitik koşullardan, gerek kendi iç dinamiklerinden ötürü Güney Kürdistan’ın kendi içine bakan bir entiteye dönmüş olduğu da ortada. Bu durumu azaltmanın yolları üzerine herkesin düşünmesi gerekiyor. Herkesin, hepimizin üzerine düşünmesi gereken daha önemli bir şey de şu: Irak, Türkiye, İran ve Suriye’de Kürtlerin sivil toplum inisiyatifleri, entelektüelleri, kurumları ne yapar ne ederiz de bir Kürt sivil toplum alanı oluşturabiliriz. Farklı ülkelerdeki, özellikle de Irak ve Türkiye’deki Kürt entelektüelleri, aktivistler ve sivil toplum inisiyatifleri işbirlikleri geliştirerek sivil bir Kürt alanı oluşturabilse Mahmudî’nin intiharının işaret ettiği türden meselelerimizle ilgili hem erken uyarı sistemleri geliştirebilir hem de bu meselelerin halli için ehil inisiyatifler ya da kurumlar oluşturabiliriz belki. Aslında bu türden bir eğilim 2010-2015 arasında vardı, yok değil. Ancak Arap Baharı sonrasında her taraftaki Kürtler çokça kendi derdine düştüğünden bu eğilim neredeyse köreldi. Nasıl yeniden canlandırabiliriz üzerine hep birlikte düşünmek gerekiyor.
Kanie: Kürtlerin duygusal durumu Kürdistan realitesi ile çelişki içindedir
Merîwan Virya Kanie: Duygusal ve sözsel olarak Kürdistan halkının önemli bir kesimi kendisini aynı toprağın ve ulusun mensubu olarak görmekte ve düşman olarak bildikleri taraflar arasında da bir ayırım yapmamaktadır. Halkın önemli bir kesimi de Kürt meselesini tek bir mesele olarak görmektedir: Ezilmiş, parçalanmış ve devletsiz bir halkın meselesi. Fakat bu duygusal durum, Kürdistan'ın diğer parçalarının realitesi ve uluslararası jeopolotik durumuyla tamamen çelişki içindedir ve bu çelişki de her Kürdistan parçasının içinde bulunduğu kendine özgü yerel durumla ilgilidir. Benim nazarımda Kürt meselesi tek bir meseleden ibaret değildir ve daha fazlasıdır. Nitekim Kürdistan'ın her parçasında hem kendine has özel ve farklı bir sorun ve çıkmaz var, hem de farklı bir siyasi özne ile siyasi bir arzu ve beklenti var. Bu da her parçanın birbirinden tamamıyla farklı bir ulus-devlet modeline ile siyasi kültüre maruz kalmış olmasından kaynaklanmaktadır.
Bana göre "Kürt meselesi" konusunda Kürdistan'ın her bir parçası kendi içindeki sorunlarla ilgilenmeli ve hiçbir Kürdistan gücü, Kürdistan'ın diğer parçalarının iç işlerine müdahil olmamalı. Ama ben aynı zamanda, farklı Kürt güçleri arasında bir birlik çalışması veya en azından karşılıklı bir anlama, antlaşma ve yardımlaşma olacaksa eğer, bunun için iyi ve pozitif bir ortam ve siyasi bir öznenin gerekli olduğuna inanıyorum. Ne yazık ki, bugün siyasi düzeyde şahidt olduğumuz durum, bunun tam tersi bir durumdur. Kürdistan'ın farklı parçalarında bulunan siyasi partiler arasındaki ilişkiler, kötü ve dostane olmayan bir durumdadır.
Evet, mevcut durumda bazı sınırlar daha güçlü ve korumalı değil ve dolayısıyla Kürdistan'ın bu parçasının halkı kolayca diğer parçalara geçebilmektedir. Fakat bu gayr-ı resmi geliş-gidiş hareketleri, her daim bölgedeki devletlerin sınırlarını inşa eden siyasi engellemelerle karşılaşabilir. Sorun, sadece kısa ve geçici bir ziyaretten ibaret olmayıp, Kürdistan Bölgesi'ne iltica edenlerin sığınma ve korunması sorunudur. Bu, Kürdistan'ın diğer parçalarından Kürdistan Bölgesi'ne gelenlerin sorununa dair en iyi çözüm olabilir. Veya kalış süreleri, yani resmi "ikametgah"ları olmalı, o "ikametgâh" yasalarla korunmalı ve o yasalar, kalmanın üzerinden belli bir süre geçmesi halinde Kürdistan vatandaşı olma gerekliliğini içinde taşımalı. Ya da resmi olarak mültecilik statüsü talep edilmeli ve Cenevre Sözleşmesi ile diğer uluslar arası sözleşmelere göre o haklar garanti altına alınmalı, o haklara göre korunmalı ve korunanlar için onurlu bir yaşam sunulmalı.
Böyle olduğu vakit, Kürdistan'a gelişler yasal olarak organize edilir ve kişiler böyle bir organizasyon temeli üzerinde özel haklara sahip olurlar. Behzad Mahmudî'nin olayında vuku bulan durumun tekrar etmemesi için bir neden yok ve böylesi durumlar için köklü bir çözüm bulunmalı. Burada hızlıca dikkat çekmek istediğim bir nokta da, toplumumuzda derin ve köklü bir geçmişi olan mağdur insanları barındırma ve koruma kültürünün yeniden canlandırılması gerektiğidir. Barınma insani bir olgudur ve bir insanın korunmaya ihtiyacı olduğu vakit, korunmalı. Fakat bu barınma biçimi, devletin bir kişiyi koruması, temel haklar sağlaması ve vatandaşlık sunması anlamına gelen yasal ve resmi barınmanın yerini tutmamalı.
Aydınkaya: Biz Kürtlere kendi içimizde yeni bir hukuk gerekiyor
Fırat Aydınkaya: Açıkçası bir Kürdün, parçalar arasında yer değişikliği yaptığında neden ona mültecilik sıfatı yakıştırdığımızı anlayabilmiş değilim. 1951 yılında Arendt, mültecilik hukukunun sınır deneyimlerini sarahaten göstermişti bize. Ki Arendt mülteci kimliğinin, ulus devlet hukuku bağlamında bile anomali bir varlık olarak tanınmasından müştekiydi. Mültecilerin ancak suç işlediğinde anomali olmaktan çıkıp insan hakları rejimine tabi kılınması bizim açımızdan da hayli öğretici. Mahmudi’nin başına gelen vakıa daha beter bir durum. Rojhilatlı bir Kürt’ün, üstelik kendi yurdunda anomali bir varlık olarak görülmekten şikayetçi olması ve dahi hakkın süjesi olmak için çareyi kendini yakmakta bulması hayli manidar.
Oysa Kürt geleneklerinde bu tür durumlar için “bext” diyebileceğimiz kurumsal bir geleneğimiz var. Bext, zorda kalana, zulme uğrayana, yersiz yurtsuz kalana, tutunamayana uzatılan sihirli bir eldir. Bu toplumsal normu, kurucu yasanın temeline taşımalıyız. Modern Kürt otoritesinin mistik temeli neden bu olmasın ki? Sonuç olarak, biz Kürtlere kendi içimizde yeni bir hukuk gerekiyor, hem de acilen. Bunun için de kendi kardeşlerimize karşı “ev sahibi” statüsünü terk ederek işe başlayabiliriz.
Soleimani: Güney Kürdistan’da self-oryantalist bir anlayışla Kürt olan hakir görülüyor
Kamal Soleimani: Söylediğiniz doğru. Başka yerden Güney’e giden Kürtler senelerce orada kalıyor. Özellikle Rojava ve Rojhilat’tan gidenler bir göçmenden bile daha kötü muamele görüyor. İkamet hakkı vermedikleri gibi çok kısa süreli oturma izni veriyorlar. Mesela benim bildiğim, tanıdığım profesörler var, güneye giden. On beş sene orada kaldığı halde, her sene yeniden ikamet izni almaya maruz bırakılıyor. Hatta biliyorsunuz Avrupa’dan, Amerika’dan oraya giden hocalar var. Onlara dolar üzerinden ücret ödendiği halde, Rojhilatlı hocalara dinar üzerinden ödeme yapılıyor. İkisi de profesör olduğu halde bir Rojhilatlı Kürde çok düşük ücret ödenirken, batılı olana iki katından daha fazla ücret ödeniyor. Yine mesela bir Türk, ikamet bürosuna gidip hemen işini görebilirken, söz konusu bir Rojhilatlı ise, günlerce ikamet bürosuna gidip gelmek zorunda bırakılıyor. Ne yazık ki hariçten gelen Kürde kıymet verilmiyor, ona Kürt olduğu için pozitif ayrımcılık yapılması gerekirken yapılmıyor. Tam aksine self-oryantalist bir anlayışla Kürt olan hakir görülüyor. Mesela bir Türk’e, bir Arap’a ya da bir Fars’a gösterilen iyi muamele asla bir Kürd’e gösterilmiyor. Maleseef Başur, çok uzun zamandır Kürtlük sınavından kalmış durumdadır. Ve orda bir Kürt ulusal projesi hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Bundan sonra olup olmayacağı da meçhuldür.
Bilici: Bence Güneyliler pasaport basma hakkına sahip olmadıkları sürece mazur sayılırlar
Mücahit Bilici: Güney Kürdistan yönetimi istese de o insanların "göçmen" statüsünü değiştiremez. Çünkü kimin yurttaş kimin turist veya göçmen olduğuna karar veren merci devlettir. Bu konuda hükümranlık Irak devletine ait diye biliyorum. Bence Güneyliler pasaport basma hakkına sahip olmadıkları sürece mazur sayılırlar. Ancak kendilerine sığınmış Kürtlere ekonomik olarak destek vermemek için hiçbir mazeretleri yok görünüyor. Bu tür bir hadisenin tekerrür etmemesi için bir mülteciler koordinasyon merkezi oluşturulabilir. Behzad Mahmudî belli ki sesini duyuramadığı için kendisini ateşe vermek zorunda kaldı. Kürtlerin çok geniş uluslararası network ve sermayeleri var, fakat bu bir kurumsal dayanışma ve uluslararası hukuk açısından geçerli bir dövize dönüşmüyor. Bunun neden böyle olduğu ve nasıl aşılabileceği konusunda düşünmek gerek.
Şarman: Evvela siyah Bilinci’ne muadil bir “Kürt bilinci” gerekmektedir
Nurdan Şarman: Bu konuda öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Güney Kürdistan hükümetinin ve Kürtlerinin İran’ın zulmünden kaçan Kürtleri başka bir ülkeden gelen mülteciler olarak değil de, oranın yerlisi, vatandaşı olarak görmeleri ve buna göre muamele göstermeleri gerekmektedir. Hatta buna mecburlar. Bunu açıkça yapamıyorlarsa bile örtük bir şekilde yapmanın onlarca yol ve imkânına sahipler. Bu konudaki basiretsizlikleri tartışmasız Güney Kürdistan’ın alnına kara bir leke olarak kazınmaktadır. Önerim de, önceki sorunuzda değindiğim üzere evvela Siyah Bilinci’ne muadil bir “Kürt Bilinci” gerektiğidir. “Siyah Bilinci”ne, “Yahudi Bilinci”ne muadil bir Kürt Bilinci'niz yoksa kolektif aidiyetlerinizden ötürü yaşadıklarınızı hem kendinize hem de dünyaya etkili ve doğru bir şekilde anlatmanız da mümkün olmayacaktır. Bu bilincin inşasında Kürt aydınına başat bir rol düşüyor.
Sömürgeciliğin epistemik şiddet ve ihlaliyle oluşan gömülü bilinçle yüzleşen ve Kürtleri de bununla yüzleştiren entelektüel bir aydınlanma lazım. George Floyd için sokaklara dökülen siyahların hepsi Fanon’u ve diğer Negritude aydınlarını okumamıştı, ancak bu entelektüel hareketin sirayet ettiği iklimi tatmış siyahlardı bunlar. Bu bilinç, ezilende yaratılan patolojik bilincin panzehiri bir bilinçtir. Ayrıca “Yahudiliği sevdiğim için değil, bundan kurtulmamın mümkün olmayacağının artık idrakine vardığım için Yahudi milliyetçisi oldum” diyen Theodor Herzl’in altını çizdiği gerçeğe işaret eden bir bilinçtir bu. Kürtlere de böylesi bir bilinç gerek. Bu bilinç, şahısların, partilerin, örgütlerin, din/inanç ve lehçelerin üstünde, kendi gerçekliği konusunda başta kendisiyle, sonra dünyayla apaçık yüzleşmiş Kürdistani bir bilinçtir. Aksi takdirde Kürtlere münhasır nice trajedide evvela Kürtler arasında başlayıp sonra da dünyayı buna dahil olmaya kışkırtan etkili evrensel bir dayanışmayı nice kez görmeyerek kahrolacağız. Ayrıca bu bilinç olmadığı sürece Kürtlerin yaşadığı hiçbir zulüm, hiçbir soykırım istenilen kolektif tepkiyi, dayanışmayı yaratmaya yetmeyeceği gibi, Kürtlerin dillere destan mücadeleleri de hedefe ulaşmasına ramak kala sabote ve manipüle olmaktan kurtulamayacaktır. Bu bilinç inşa olmadan diğer başka önerilerin, hayata geçirilmesi durumunda bile işe yarayacağına inanmıyorum.
Deniz Çiftçi: Güney Kürdistan Hükümeti her şeyden önce Kürdlere uzun süreli oturum izni vermeli. Bunun önündeki tüm engelleri kaldırmalı. Bir Kürd, Güney Kürdistan’da mülteci olmamalı. Bunun önündeki tüm siyasi ve hukuki engeller kaldırılmalıdır.
Çelik: Siyasi sığınmacıların kendilerini yeterince ‘kendi ülkelerinde’ hissetmemeleri gibi bir durum var
Adnan Çelik: Ulusal birlik ve parçalar arası dayanışma temelinde ya da bir ülkeye sığınan mültecilerin uluslararası hukukla garanti altına alınmış hakları temelinde bakıldığında elbette bu durum kabul edilemez. Fakat doğrusu güney Kürdistan’ın merkezi Irak devleti içerisindeki yasal konumu ve hukuk alanındaki özerklik derecesine yeterince vakıf olmadığım için meselenin hukuki boyutuna dair bir şey söyleyemiyorum. Özellikle Bağımsızlık Referandumu sonrası yaşanan siyasal yenilgi ve merkezi Irak devletinin güneydeki gücünü daha da derinleştirmesinin güneyin hukuk alanındaki özerkliğine nasıl etki ettiğine bakmak gerekiyor. Örneğin siyasi nedenlerle Bakûr, Rojava veya Rojhelat’dan güneye gelen Kürtlerin ikamet izni vb. süreçlerinin yönetiminde güneydeki hükümetin yasal manevra kapasitesi nedir? Bu tür boyutları göz ardı etmeden de yaklaşmak gerekiyor meseleye.
Kendim güney Kürdistan’da herhangi bir etnografik araştırma yapmadığım için, medyaya yansıyanlar üzerinden birkaç şey söyleyebilirim. Görebildiğim kadarıyla kendi yaşadıkları parçalardaki siyasal nedenlerden dolayı güneye sığınan Kürtlerin çok ciddi sıkıntıları var. Sosyal ve ekonomik sorunların yanında en temelde bu siyasi sığınmacıların kendilerini ‘kendi ülkelerinde’ yeterince güvende hissetmemeleri gibi bir durum var. Bazı siyasi aktivistlerin uluslararası hukuka ve ulusal-birlik tahayyülüne aykırı bir şekilde İran veya Türkiye’ye teslim edilmesi ile ilgi yer yer haberlerle karşılaşıyoruz. Yine özellikle Türkiye’nin Güneydeki askeri varlığının günden güne daha da derinleşmesi, Türk istihbaratının yoğun izleme çalışmaları da oraya sığınanlar üzerindeki baskıları daha da artırıyor. Kürt sahasındaki iki temel aktör (Kürt siyasal hareketi ve Güney’deki PDK ve YNK partileri) arasındaki siyasal rekabet ve hegemonya mücadelesi de buradaki siyasi sığınmacılara yönelik muamelenin farklılaşmasını belirliyor. Yine özellikle Rojhelat’daki Kürt siyasal mücadelesinin tarihsel olarak Güney’deki siyasal iktidarın ajandasına bağımlı hale gelmesi de bir diğer önemli etken olarak belirtilebilir.
Farklı Kürt hareketlerinin toplumsal tabanları düzeyinde çok güçlü bir ulusal birlik talebi olduğu hepimizin malumu. Kürt siyasal aktörleri de bu talebi farklı şekillerde dile getiriyorlar. Fakat uzun süredir ne yazık ki bu ulusal birlik arayışı somut bir sonuca evrilemiyor. Bunda Kürt hareketleri arasındaki hegemonya mücadelesinin yanı sıra Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletlerinin müdahalelerinin de etkisi var. Nihayetinde siyasal alan bir güç ve iktidar ilişkileri alanı ve Kürt olmak kendi başına ulusal birlik inşa etmek için yeterli bir ölçüt değil. O nedenle belki de mevcut durumda yapılması gereken en öncelikli şey bu Kürt siyasal aktörlerinin birbirlerinin varlığına saygı duymaları, kendi toplumsal gelecek tahayyüllerini diyalojik bir temelde tartışmaları ve kendi toplumsal tabanlarının Kürtlük temelli ortaklaşmalarını kutuplaştırıcı bir partizanlık ayrımına heba etmemeleri gerekiyor.
Kürtlerin mücadelesinin bildiğimiz anlamda salt siyasete indirgenmemesi, özgürleşme ve bağımsızlık meselesinin birbiriyle iç içe geçmiş kimlik, sınıf, cinsiyet ve doğal çevre gibi dinamiklerin birlikte düşünülmesi ile mümkün olabileceğine dair kuşatıcı bir siyasal kavrayış çerçevesi gerekiyor. Felix Guattari’den ödünç alarak söylersem Kürtlerin mücadelesi, onların mental, sosyal ve çevresel ekolojilerini bir arada düşünmekten geçiyor. O nedenle güncel jeo-politik gündemlere gömülüp gündelik yaşamın toplumsal boyutlarını ıskalamayan bir mücadele dili ve perspektifine ihtiyacımız var. Siyasal taleplerin üzerinde yükseldiği toplumsal bağlamın farklı alanlarında çeşitli infra-politik zeminler inşa etmeden ve bu zeminlerin inşası için de toplumsal olana dair her türlü meseleyi siyaset kavrayışımıza eklemlemeden bu sorunları aşmak mümkün görünmüyor.
Mustafa Zengin - Gazete Duvar / 05.06.21