Hazine ve Maliye Bakanı’nın 10 Nisan’da açıkladığı reform paketi “neymiş bu yapısal reformlar” diye mercek altına alınınca inşaat ve enerji gibi iki büyük sektörde AKP’nin palazlandırdığı ve beslendiği şirketlerin batışını engelleme çabası ve emekçi kesimin kazanımlarının tırpanlanma planları görünüyor.
Bununla beraber uluslararası finans kapitalin başını çeken “yatırımcıların” Türkiye’ye gelmesi yönündeki ikna çabalarının, Washington’daki PowerPoint sunumlarının pek de karşılık bulmadığı anlaşılıyor. İktisatçılar, mevcut iktidarın IMF’nin kapısını çalmak dışında seçenek olmadığı görüşünde. Ancak bu da emekçilerin, yoksulların, işçi sınıfının canına bir kez daha okunması anlamına geliyor.
Fakat AKP açısından bu pek de sorun teşkil etmiyor gibi görünüyor. Zira ne de olsa önümüzdeki 4,5 yıl boyunca “seçim gündemi yok!”
Peki gündemde ne var? 31 Mart seçimlerinde İstanbul başta olmak üzere pek çok büyük metropolü kaybeden AKP bundan sonra nasıl bir ekonomik ve siyasi yol izleyebilir? Bu süreçte muhalefete düşen görevler neler? Türkiye ve dünyadaki ekonomik-siyasi gelişmeleri günü gününe izleyen, öğrenme ve öğretme konusundaki enerjisi bitmek bilmeyen duayen Marksist iktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav’a kulak veriyoruz…
Türkiye sermayesi ve ekonomisinin ana üssü olan İstanbul’un CHP tarafından alınmasının AKP açısından sonuçları ne olur sizce?
Bir kere temsili demokrasi alanına girildiği an AKP-MHP blokunu beraber düşünmek lazım. Bu blokun iki kanadının lider kadrosu faşist özellikler taşıyor ama öncelikleri farklı. Öte yandan ittifak oylarını ayrıştırmak zor olsa da MHP lideri, Cumhur İttifakı’nın aldığı oylardan yüzde 18’ini kendisine pay biçmiş. Dolayısıyla AKP oylarının yüzde 30’lara indiği açık. Aslında Anayasa referandumunda da, 7 Haziran 2015 seçimlerinde de kaybetmişti. Dolayısıyla temsili demokrasi bakımından AKP’nin miadı doldu, tek başına iktidar olma dönemi son buldu. Zorunlu ittifakla da bu iş yürümez. Ama ne kadar yürümez, onu bilemem. Yani temsili demokrasi yürüdükçe, AKP’nin tek başına iktidar olma potansiyelinin bittiği anlaşılıyor.
Temsili demokrasinin yürümemesi ne demek?
Faşizme geçiştir ve Türkiye bence temsili demokrasiden faşizme geçiş aşamasında. 31 Mart seçim sonuçları bu geçişi durdurabilir mi, durduracak mı, durduruyor mu? Bugün bu soru gündemde olmakla birlikte şimdiden net bir yanıt veremeyiz. 31 Mart sivil faşizme geçişi engelleyemeyebilir. Fakat faşizme geçiş konusunda iki önleyici etken var. Birincisi, seçmen tabanındaki değişim arzusu ve bunun mümkün olduğu algısının güçlenmesi. İkincisi de, pek çok aksama ve bozulmaya rağmen bürokrasinin tamamen teslim alınamamış olması. YSK’nın İstanbul konusunda şu ana kadar belli aksamalara rağmen yasal sistemi uygulamaya çalışmasını buna örnek olarak verebiliriz. Tabii bu tespitim, İstanbul’la ilgili vereceği karara göre çökebilir.
Peki sözünü ettiğiniz faşizme geçişte iki faktör engelleyici olmaya yetmezse, Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor?
İki olasılık var: Türkiye’de faşizme gidişi yoğunlaştırıp sürdürerek 2023’e iktidarın değişmesinin mümkün olmadığı, gevşek bir sivil faşist rejime geçilmesi, yahut şu anda bunu engelleyen etkenlerin hakim gelip Türkiye’yi normalleştirmesi. Ama Türkiye’nin kolaylıkla normale dönmesini beklemek çok iyimserlik olur.
Peki dışa bağımlı, kırılgan ve halihazırda krizde olan ekonomik yapı, bir sivil faşizmi kaldıracak veya tolere edecek durumda mı?
Bir kere mevcut ekonomik yapının sivil faşizmi tanıması için uluslararası finans kapitalin isteklerini yerine getirmesi lazım. Finans kapital, demokrasi filan aramıyor. “Ne kadar iyi, 4,5 yıllık bir seçimsiz dönem geliyor” yorumları yapılıyor. Bu dönemi yönetenler şimdilik finans kapitalin isteklerini yerine getirmiş değiller.
ULUSLARARASI YATIRIMCILARIN TÜRKİYE EKONOMİSİNE HİÇBİR KATKISI YOK
Uluslararası finans kapitalin istekleri neler?
“Yatırımcılar” denen grup, finans kapitalin parazit rantiye öğelerini yöneten çevrelerdir. Bunlar Türkiye varlıklarına para yatırıp yüksek gelirle alıp götürmek, veyahut yüksek getiriyi yeni varlıklara dönüştürmek istiyorlar. Dolayısıyla hem üretken sermaye yaratmıyor ve hem de Türkiye’ye kredi açmış olmuyorlar. Türk Liralı borç senetlerine yatırım yapıyorlar ama bu yeni kredi değil. Hazine’nin piyasaya saldığı borç senetlerine yatırım yapan finans kapital, bunun üzerinden yüksek gelir sağlamaya çalışıyor. Mesela Türk Lirası üzerinden yüzde 20’lik senedi mümkünse yüzde 20’lik dolara dönüştürmek veya en azından uluslararası sermayenin getirilerinin üzerinde tutmak gibi bir arayışları var bu yatırımcıların.
Bu uluslararası yatırımcıların Türkiye ekonomisine katkısı nedir?
Hiçbir katkıları yok.
Peki hükümetin bu yatırımcıları Türkiye’ye çekme çabasının sebebi ne?
Bu da Türkiye’nin finans kapitale teslim olmasının hazin hikâyesidir. Çünkü finans kapital döviz getirir, istediği zaman da çıkarır. Döviz getirdiği zaman ekonomiyi rahatlatır, dış açığın finansmanı kolaylaşır, çıktığı zaman da ya ekonomiyi durgunlaştırır veya kiriz yaratır. Bunların gerçekten demokrasiyle ilgisi yoktur. İsteklerinden biri Merkez Bankası’nın bağımsızlığı. MB’nin bağımsızken uygulayacağı kurallar da aşağı yukarı bir “modus vivendi”, yani bir centilmenlik anlaşmasıyla belirlenmiştir: “Dövizle oynama, piyasa belirlesin, faizi yüksek tut ki, girdiğim anda gelirim yüksek olsun. Enflasyonu da düşük tut, çünkü enflasyon Türk Lirası getirisini eritir, daha da kötüsü dövizi enflasyona uyarlama zarureti doğduğu için zarara girerim!”
İLK ÜÇ AYDAKİ BÜTÇE AÇIĞI 12 AY İÇİN ÖNGÖRÜLENİN YARISINDAN FAZLA!
Enflasyonu frenlemenin ana yolu nedir?
Bütçeyi kontrol etmek, bütçe açığı vermemek. Finans kapital, tüm bu şartları yerine getirirsen gelirim, diyor. Bizdeki Hazine ve Maliye Bakanı’nın da Eylül 2018’de “Yeni ekonomi programı” diye getirdiği buydu ama IMF gibi bir kontrol unsuru olmadığı için kendi programını ihlal ediyor. 2019’un ilk üç ayında, güya kamu açıklarını daraltacak, faiz dışı açığı aşağıya çekecek ve ekonomiyi mali disipline sokacaktı. Fakat ilk üç ayda verdiği bütçe açığı, 12 ay için öngördüğü bütçe açığının yüzde 53’ü! Yani yıllık 69 milyarlık kamu açığı hedefi, ilk üç ayda aşıldı.
Bu da seçim dolayısıyla kesenin ağzının açılmasından mı kaynaklanıyor?
Tabii. İşte bu yüzden uluslararası finans kapital, “istikrar programı yaptığını iddia ediyorsun ama bunu ihlal ediyorsun” diyor. Albayrak’ın reform paketi adı altında dişe dokunur bir şey getirmesini bekliyorlardı.
BAKANLIĞIN AÇIKLADIĞI REFORM PAKETİ, ALBAYRAK’IN KONUŞMASININ BANT ÇÖZÜMÜ!
Albayrak’ın 10 Nisan’da açıkladığı “reform paketinde” ne vardı peki?
Maliye Bakanlığı, 8 sayfalık bir metin yayınladı ve bu metin, Albayrak’ın pek sevdiği PowerPoint sunumundaki konuşmasının bant çözümüydü! Yani ciddiyetsiz, ortada bir dokümanın, belgenin olmadığı bir sunum, reform programı diye sunuldu. Albayrak bu sunumunda “bir borç sorunuyla karşı karşıyayız” diyor. Dikkat edin, kriz sözcüğünü kullanmıyor. Kamu bankalarının sermaye durumunu teşvik edeceğiz, diyor. Niye teşvik ediyor? Çünkü kendileri bozdu! Bu örtülü bir itiraftır. Üç kamu bankası, yapay düşük kredi faizleriyle, seçim ekonomisini kredi pompalamasıyla desteklemeye çalıştı ve bilançoları bozuldu. Şimdi Albayrak, onlara tahvil, yani kredi vereceğini söylüyor. Ama aynı zamanda “karşımızda sorunlu krediler kitlesi birikmiştir” diyor.
Bu ne demek?
Yani tahsili geciken alacaklılar bölümü henüz kritik eşiği bulmamıştır diyor. Sorunlu krediler 276 milyar TL’dir ve bu da toplam kredi hacminin yüzde 11’dir. Albayrak, krize yatkın olan kredilerin henüz kritik eşiğe gelmediğini ve bunları yeniden yapılandıracaklarını söylüyor. Yani döndürülemeyen ve batık krediler sorunu olduğunu, dolayısıyla krize giden bir süreci itiraf ediyor.
Peki bu batık krediler sorunu nasıl, neyle halledilecek?
Özel bankalar bir yana, kamu bankalarına Hazine’den ek fon aktararak! Hazine’den aktarılan her fon, kamu maliyesine yüktür ve dışarısı, yani uluslararası finans çevreleri bunu yakından gözlemektedir.
Özel bankalar için ne yapılacak peki?
Albayrak, özel bankalar için komik bir şekilde şu ifadeyi kullanıyor: “2018’de kârların dağıtılmaması ve buna benzer bir dizi adım…” Bu hiçbir anlam ifade etmiyor.
BATIK ŞİRKETLERİN KURTARILMASI İÇİN ‘KÖTÜ BANKA’ KURULACAK
Kârların dağıtılmamasından kasıt ne?
Ya özel bankalara telkinde bulunacak veya zorla yaptıracak. Özel bankaların kârları normalde hissedarlara dağıtılır veya sermayeye dönüştürülür. Demek ki özel bankaların da bilançosu bozulmuştur ve dış borçlarını ödeyemeyecek duruma gelmişlerdir. O yüzden “kârı dağıtmayın, tamamen borçların döndürülmesine tahsis edin” demek istiyor. “Bir dizi adım”dan ne kastettiği ise belli değil. Albayrak daha sonra da asıl problemin borçlu şirketlerin kurtarılması olduğunu söylüyor. İnşaat ve enerji sektöründe çok büyük sorunlar olduğunu ifade ediyor. Yine gayet gülünç ifadelerle “dünyadaki en iyi örnekleri ülkemize uyarlayacağız” diyor. Bunlar, batık borçları kurtarma endişesinin itiraflarıdır. Enerji ve inşaat denilen iki büyük sektörü kurtarmak için iki tane fon kuracaklar. Yani “devlet eliyle batık şirketleri kurtaracağım” diyemiyor. Hatta bana göre bir Freudyen dil sürçmesiyle de Albayrak, konuşmasında “dikkat edin işin içinde kamu yok” filan diyor. Bu aslında işin içinde kamunun olacağının işaretidir. Yoksa batık şirketleri kurtarmak üzere iki fonu nasıl kuracaksın? Tek kaynak devlet kaynağıdır. Bu yüzden de “kötü banka” kurulacak.
Kötü banka ne demek?
Bankaların bütün çürük borçları harmanlanıp tek bir bankada toplanır. Ama bu sözümona banka, devlet koordine edip borçların zararlarını üstlenmeden kurulamaz. Şu anda doğrudan veya dolaylı olarak, devletin batık şirketlerin borçlarını üstlenmesinin yolları aranıyor. Albayrak’ın laf kalabalığıyla “dünyadaki en iyi örnekler inceleniyor” sözleri aslında bu karanlık niyetleri ima ediyor.
Dünyada bunun en iyi örneği neresi peki?
Bütün çürük banka kredileri Hazine’ye intikal eder. Hazine, bu kredilerin tahsilatını garantiye alır. Ama bunun karşılığında da IMF’den borç alır. 2001 krizinde yapılan budur. Türkiye, batmaya yönelen bankaların ödenemeyen bütün kredilerini tasarruf mevduatı gibi güvence altına aldı, üstlendi. IMF de bunun karşılığında bize ona denk gelecek miktarda kredi açtı. Netice itibariyle özel borçlar kamulaştırılıyor, kamulaştırma bedeli de IMF tarafından karşılanıyor. Fakat bizimkinin öyle bir kaynağı yok.
IMF’YE GİTMEK DIŞINDA YOLLARI YOK
Bu çıkmaz, aynı zamanda IMF’ye gidilecek olmanın işaretlerini mi veriyor?
E tabii, çözmek için IMF’ye gitmek dışında bir yolları yok.
Önümüzde 4,5 yıllık bir seçimsizlik dönemi olduğu için herhalde hükümet açısından IMF’nin kapısını çalmak pek de sorun olmasa gerek, değil mi?
Cumhurbaşkanının çok kolay söylem değiştirdiğini biliyoruz. Kısa sürede düşmanların dost, dostların düşman olduğunu, Amerika’dan tehdit alınca “bizi üzdünüz” diye geçiştirdiğini veyahut başka türlü bir tehdit alınca da meydan okuduğunu biliyoruz. Dolayısıyla pekâlâ kamuoyuna dönüp şöyle bir söyleme başvurabilir: “IMF bir özel banka değildir. Türkiye’nin de üyesi olduğu bir uluslararası kuruluştur. Üyelik konumumuz bize belli haklar da vermektedir. IMF’den kredi almak bu haklardan biridir. Dolayısıyla Türkiye’nin geçmişte yaptığı uygulamaların benzerini, Türkiye ekonomisinin sağlığı için şimdi de yapıyoruz.” Erdoğan bunu söyler, medya da bunu “saygın” bir çerçevede kamuoyuna sunar. Bana göre bu pek de güç bir operasyon da değildir. Ortada bir seçim olmadığına göre, problem de yok gibidir. Maalesef Türkiye’nin pek çok liberali de IMF’ye gidişi yeğlemektedir.
IMF’YE GİDİLİNCE EMEKÇİ HALKIN CANINA OKUNUR
IMF’ye gidişin işçi sınıfı ve yoksul kitlelere maliyeti ne olur?
Emekçi halkın canına okunur! Çünkü Türkiye’yle eşzamanlı olarak krize sürüklenen Arjantin IMF’ye gitti ve hiçbir sorununu çözemediği gibi, sosyal bunalım daha da derinleşti. Ekim’de yapılacak seçimlerde neo-liberal Mauricio Macri bu yüzden muhtemelen seçimi kaybedecek. Öte yandan en yakın örnek olan Yunanistan, IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Euro bölgesi maliye bakanlarının kontrolünde emekçilerin çok ağır maliyet ödediği katı bir IMF programını uyguladı. Mesela bütün emekli aylıkları yarıya kadar indirildi, sosyal harcamaların büyük bölümü tırpalandı. Türkiye’de de tırpalanıyor ama bunun ölçüsünü olası IMF programının sertliği belirleyecek. Bütün mesele kamunun borç ödeyebilecek dengeye gelmesi, hatta fazla vermesi. Verdiği fazlayla da aldığı krediyi geri ödemesi. Kriz kamu sektöründen değil, sermaye hareketlerinin çıkışından kaynaklandı ama krizi dengeleme işi kamuya yükleniyor. Dolayısıyla bu süreçteki kemer sıkma politikası halk sınıflarının daha da yoksullaşmasına yol açacak.
Yani AKP’nin palazlandırdığı enerji ve inşaat sektöründeki şirketlerin borçlarının da yükü yoksul sınıfların sırtına mı bindirilecek?
Doğru. Şimdi “başka seçenek yok mu” diye soracaksın. Gayet basit aslında. Borç-alacak ilişkisi, alacaklının da riske girmesi anlamına gelir. Alacağını tahsil edemiyorsa, bunu sineye çeker. Dolayısıyla batık bankanın veya ödenemeyen bir banka kredisinin ödeme sorunu devletin sorunu değildir. Alacaklı bir bankaya veya inşaat şirketine kredi açtığı zaman faiz ve ödeme koşulları zaten risk unsurlarını da içerir. Dolayısıyla zarara uğrarsan, sineye çekeceksin.
Aksisi, klasik liberal “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışına da ters, değil mi?
Tabii, bu serbest pisaya ekonomisinin temel ilkesidir. Devlet, borcunu sadakatle ödemelidir ama Türkiye’deki mevcut sorun devletin döviz borçları değil. Toplam borcun yüzde 30’u devlet, yüzde 70’i özel sektör borcudur. Üstelik devletin yüzde 30’luk borcu içindeki döviz borcu oranı çok düşüktür. Ayrıca devlet, borcunu dövize çevirme yükümlülüğünü kabul etmeyebilir. Yani Türkiye’de hazine bonosuna para yatırmış olan 40-50 milyar dolarlık spekülatör rantiye, hazine bonosunun TL karşılığını alır ama bunu ülkesine dolar olarak transfer edecek döviz tahsisini hükümet sağlamak zorunda değildir. Özel sektör borcunu da devletin üstlenmek gibi bir yükümlülüğü yoktur. Fakat bunu yaptığın anda, rantiye finans kapital Türkiye’ye muslukları kısar. İşte onu göze almanız lazım.
KAPİTALİST SİSTEM, SERBEST PİYASA EKONOMİSİNİN TEMEL İLKESİNİ ÇİĞNİYOR
Fakat hükümet yetkilileri her açıklamalarında serbest piyasa koşullarına riayet edeceklerini söylüyorlar…
Evet ama serbest piyasa ekonomisinin temel ilkesini, yani devletin serbest piyasa ilişkilerine karışmaması ilkesini çiğneyerek söylüyorlar bunu! O temel ilkeyi zaten bugünkü kapitalist sistem çiğniyor. Bu sistem Amerikan krizinde de Türkiye’nin 2011 krizinde de batık borçların devlet tarafından üstlenilmesine, yani finans kapitalin selametine öncelik vermişti.
Bu arada Albayrak’ın 10 Nisan’daki açıklamasında dikkat çeken planlardan biri de “ulusal kredi değerlendirme şirketinin” kurulması. Yani Türkiye kendi kendine mi kredi notu verecek?
Son derece komik! Derecelendirme kuruluşları, IMF yokken uluslararası finans kapitalin bizimki gibi ülkeleri kontrol ettiği aracı kuruluşlardır. Yani Fitch, Standard an Poor’s, Moody’s gibi kuruluşlar Türkiye için rapor hazırlayıp müşterilerine sunar, “risk var” veya “yok” derler. Şimdi sen ulusal kredi değerlendirme şirketi kurup kendine not vereceksin, bu komik. Öte yandan batık ve sorunlu kredilerle ilgili Albayrak’ın verdiği rakamların düşük tutulduğu iddia ediliyor. Ayrıca mali disipline önem veriyorlar ve Albayrak’ın bu yöndeki laflarına hiç inanmıyorlar. Reform programı diye şişirilen olay, 8-10 tane PowerPoint grafiği ve Albayrak’ın konuşmasından çıkarılan 8 sayfalık bant çözümünden ibaret. Başlığı da “Yeni ekonomi programı yapısal dönüşüm adımları 2019.” Oradaki kritik unsur, sıkı maliye politikaları. Diyor ki Albayrak, “yeni ekonomi politika belgesinde 76 milyar TL’lik tasarruf ve gelir artırıcı önlemleri devreye alacağımızı ifade etmiştik. Şu ana kadar 2019 bütçesinin 44 milyar TL’lik kısmını uygulamaya aldık.” Uygulamaya aldık ne demek? Böyle bir ifade olmaz, ciddiyetsiz! Arkasından çıkıyor üç aylık açık, 36 milyar! Üç ayda yıllık açığın yüzde 50’sini aşmışsın. Ne biçim uygulamaya alma bu! Dolayısıyla kimse bu laflara inanmıyor. Zaten Albayrak’ın Washington’da yaptığı sunum bir çok küçültücü ifadeyle yorumlandı. Üstelik sunumunu JP Morgan’ın organizasyonunda da yaptı. Daha geçen ay Türkiye’de manipülatif işlem dolayısıyla hakkında BDDK tarafından soruşturma açılan JP Morgan’da!
‘YAPISAL UYUM’ EMEK KARŞITI OPERASYONLARIN ŞEMSİYE TERİMİDİR
Üstelik Albayrak’ın yaptığı sunumun ne kredi değerlendirme kuruluşlarını ne de yatırımcıları ikna ettiği haberleri basına yansıdı. Hatta bazıları “Albayrak kendini komik duruma düşürdü” yorumları bile yaptı.
Anlaşılan Albayrak’ın özgüveni Türkiye’de yapay bir şekilde şişirilmiş, ekrana bakarak konuşacağını ve dinleyenlerin de bunu sineye çekeceğini sanıyor. Fakat şunu bilmesi gerekir ki, o yatırımcı denenlerin her biri kurtlar gibi, Türkiye’nin iç hesaplarını biliyor. Bugün (19 Nisan) Financial Times’ta çıkan bir haberde, Merkez Bankası’nın net rezervlerini yapay olarak düşük gösterdiği iddia ediliyor. Oysa Batı, en azından Merkez Bankası’nın bilgilerine güvenmek zorundadır. MB Eylül’de faizleri yüzde 24’e çıkararak prestijini bir miktar yükseltmeye çalışmıştı. Ama rezerv erimesini saklayan operasyon yaptığı suçlaması var.
Albayrak’ın 10 Nisan’daki sunumunun başlığında “yapısal dönüşüm adımları” ibaresi geçiyor. Ayrıca kıdem tazminatı fonu kurulması ve Bireysel Emeklilik Sigortası’nın zorunlu hale getirilmesi projesinden söz ediliyor. Bunlar ne anlama geliyor?
Yapısal uyum veya dönüşüm, IMF veya neo-liberal terminolojide emek karşıtı operasyonların şemsiye terimidir. Kıdem tazminatı fonu kurulması ve BES’i zorunlu hale getirilmesi bu bağlamda ele alınabilir. Bu, 1973’te Şili’nin deneysel olarak başlattığı sosyal sigortalar emeklilik sistemini özel sigortaya dönüştürme operasyonunun ara aşamasıdır. Albayrak “tamamlayıcı emeklilik fonu” diyor ama buna başladığı ve bunu zorunlu hale getirdiği andan itibaren işin rengi değişir. Şili’de 40 yıl sonra yedikleri kazığı farkeden ve yoksulluğa mahkum edilen emekliler bu yüzden sokağa dökülmüştü. Dolayısıyla bu, Türkiyeli emeklilerinin başına gelebilecek yeni bir skandalın hazırlığıdır. Emeklilikte yaşa takılanlar sıkıntısının daha büyük dalgasını ileriye atan bir problemdir bu. Ayrıca Albayrak kıdem tazminatı fonuyla BES’ için yapılan kesintileri birleştirmekten söz ediyor. Büyük ihtimalle işsizlik fonunu da oraya katacak ve burjuvaziye devredecekler. Aynen şöyle diyor Albayrak: “Sistemde biriken fonların sermaye piyasaları üzerinden reel sektöre ve ülkemizin sürdürülebilir büyümesine kanalize edilmesini sağlayacağız. Artık şirketlerimiz çok daha kolay, ucuz ve uzun vadeli bir biçimde yeni yatırımlarını finanse edebilecekler. Aynı zamanda, ülkemizi ileriye götürecek stratejik sektörlerdeki projeleri için ek kaynak oluşturmuş olacağız.” Stratejik sektörlerden kastı kurtarma operasyonu yapmayı da üstlendikleri inşaat ve enerji sektörleri. Yani inşaat ve enerji sektörlerini kurtaracak bir fon kurmayı planlıyorlar, bir de emekçilerin iş güvencesi yok edilerek onlardan kesilen iki büyük fonu da belki bunlarla hamur edecekler. Yatırımcılardan gelen “fena olmayan planlar da var” yorumları da buna dayanıyor işte!
HALK MUHALEFETİNİ YAPMA İŞİ SOSYALİSTLERE VE SOL MUHALEFETE KALACAK
Önümüzde belki 4,5 yıllık bir seçimsizlik dönemi olabilir ama sırtındaki yük giderek ağırlaşan ve evine ekmek götüremez hale gelen işçi sınıfının üretimden gelen gücü de var. Keza işsizlerin, yoksul halk sınıflarının da bir dayanma eşiği var. Dolayısıyla hükümet nasıl olsa uzun bir süre seçim yok diyerek ekonomi politikasını belirlerken bu unsurları da gözardı edebilir mi?
Albayrak, ABD temaslarından sonra İstanbul seçimlerinin iptalinin piyasaları etkilemeyeceğini söyledi ve ekledi: “İstanbul seçimleri ne olursa olsun piyasa tarafından satın alındı.” Kafa böyle işliyor işte. Öte yandan muhalefetin yerel seçimlerdeki başarısının oluşturduğu dalganın temsili demokrasi içinde mevcut anamuhalefeti bir büyük merkez bloku oluşturmaya yöneltme riski var. Yani faraza AKP’den kapabilecek ılımlı sağla liberal ekibin oluşturacağı bir büyük koalisyon umudu, beklentisi veya arayışı egemen olursa, onlar da IMF programını daha ehven bulacaklar. Çünkü dünyayı karşılarına almak değil, ondan takdir bekleyecek pozisyonda olacaklar. Bu durumda halk muhalefetini yapma işi sosyalistlere veya sol muhalefete kalacak. Tabii bunu ne kadar yapabilecekleri ayrı bir mesele. Ama keşke CHP o sorumluluğu üstlense.
Türkiye’nin normale geçişi için gereken unsurlar neler?
Bir kere iktidarın temsili demokrasi kurallarına rıza göstermesi lazım. AKP büyük ihtimalle parti olarak çatırdıyor. Diyelim ki AKP içinden bir grup ayrıldığında, onları FETÖ’cü vs, diye derdest etmek yerine, merkez sağda yeni bir oluşumun gerçekleşmesini sindirebilmesi lazım. Sağcı, hatta pek çok bakımdan faşizan özellikler taşımalarına rağmen Demirel veya Özel sineye çekti. Fakat AKP’nin bunu yapacağı şüpheli. Bakın, aslında iki ana unsurdan söz ettik: Halkı sıkıntılarına karşı korumak ve normale geçiş. Üçüncüsü ise İslamcılaşmayı telafi etmektir. Eğitimde, günlük hayatta aydınlanma değerlerini tahrip eden dönüşümlerin de önlenmesi lazım. Ama maalesef ılımlı sağ AKP’nin içinden bir kanatla siyasete girerse, CHP “bizim İslam’la bir sorunumuz yok, laiklik tehlikede değildir” diyerek uzlaşmaya yönelebilir. Dolayısıyla cumhuriyet değerlerini ve laikliği korumanın yükümlülüğü de sosyalistlere düşüyor. Cumhuriyet değerlerine bağlı olan Türkiye halkı, AKP militan kadrosunun içinde değil. Klasik cumhuriyetçilerde, Kürt hareketinin laik bir bölümünde ve bir bölümüyle de MHP tabanında. Nitekim Anayasa referandumu sürecinde klasik veya sol cumhuriyetçiler, sağ cumhuriyetçiler ve demokrat Kürtler ortak paydada buluştular.
ILIMLI SAĞLA NORMALE DÖNERSEN, EMEĞİN VE LAİKLİĞİN KAVGASINI YAPAMAZSIN
CHP’nin emek kavgasını da üstlenme olasılığı yok mu?
Çocuk çıkıyor, “beş kardeşiz, beşimiz de işsiziz” diyor. Yahu böyle hayat mı olur! Eşek sürüsü gibi üniversite kurdular. Mezun olanlar içindeki işsizlik oranı yüzde 26. Bir alışveriş merkezinde, on saat ayakta duran gençlere sor, hepsi ya üniversite öğrencisi, ya kazanıp kaydını sildirmiş veya mezun. Üniversiteyi bitirip evde oturuyor kadınlar. Diplomalı kadınları evde koca bekler hale dönüştürdüler. 15-30 yaş arası olup da ne iş arayan, ne çalışan sadece evde boş oturan nüfus yüzde 25 civarında. Birkaç Arap ülkesi hariç, bu bir dünya rekoru! CHP’nin elbette emek kavgasını da üstlenmesi lazım. Ama bu ağır ortamda zaman zaman sen bile “yahu bari normale dönebilsek” diyor olabilirsin. Normal ne demek? Sağcılarla solcuların yan yana olması… Çok da tenkit edemiyorum ama bazıları “Abdullah Gül gibileri hiç değilse kabili muhatap insanlardı” diyorlar. Fakat bunlarla “normale” dönersen, laikliğin ve emeğin kavgasını yapamayacaksın.
31 Mart seçimlerinde AKP’nin başta Ankara ve İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde kaybetmesi, iktidarının sonunun başlangıcı olabilir mi?
CHP yönetimine sürekli eleştirel baktım ama bu partinin alt tabanı esas olarak ilerici ve devrimcidir. Az bir şey değil, 17 gün boyunca İstanbul’da sandıklara sahip çıktılar. Mevcut yönetim ve militanlarından her türlü provokasyon beklendiği halde bu insanlar ürkmeden Saraçhane’ye de geldiler. Bu, faşizme girişi frenleyecek çok önemli bir kazanımdır ve cumhuriyetçi solda hayat olduğunu gösteriyor. İktidar büyük ihtimalle bu hayatı hızla ezmek gerekir mi gerekmez mi diye düşünüyordur.
İrfan Aktan - Gazete Duvar / 21.04.19