‘Hemşehriliğin’ altın değerinde olduğu bir ülkede yaşıyoruz. ‘Nereliymiş?’ sorusuna beklediğimiz cevap, günlük hayatımızdan geçmişe, en merak ettiğimiz şeylerden. İyi mi yapıyoruz, kötü mü?Önemi yok. Ne amaçla sorulduğu bir tarafa, hepimizin hoşuna giden bir soru bu. Tabii bu merakımızı geçmişi incelemeye bir vesile olarak da düşünebiliriz. İtiraf edelim, mesela Homeros’u da biraz bu yüzden daha farklı bir ilgiyle okumuyor muyuz? Betimlemelerine dalıp giderken, onunla aynı kokuları, aynı manzaraları görüp, duyarak büyüdüğümüz için etkilenmiyor muyuz?
Aynı şekilde toplumsal mücadele tarihini incelerken de bazen bu bağlarımızı eşelemek, hepimizin gururunu okşuyor: Mihri Belli’nin Yunan İç Savaşı’nda yaşadıkları, dönemin devrimcilerine rehberlik etmemiş miydi? Bağlarımız kimi zaman da bizi farklı hikayelerimize sürüklüyor: Adıyamanlı Misak Manuşyan’ın Nazilere karşı direnişini okuyunca kendimizi tarihimizin bambaşka köşelerinde bulmuyor muyuz hâlâ? Şimdi gözümüzden kaçmış bir başka hemşehrimizin hikayesine kulak verelim: Bir taraftan İspanya İç Savaşı’nda Sovyetler Birliği destekli Uluslararası Tugaylar’da generallik yapmış, bir taraftan da yolu Picasso’ların, Sartre’ların, Lorca’ların, Hemingway’lerin arasından geçmiş İstanbullu bir ressam: Fernando Gerassi…
Tabii Gerassi’nin İspanya macerasını ele almadan önce kendisinin Sefarad Yahudisi bir aileden geldiğini belirtmek gerekiyor. Bilindiği üzere İspanya’daki Yahudiler, 15. yüzyılın sonuna doğru “Elhamra Kararnamesi” ile İberya yarımadasından kovulur. Sefaradların önemli bir kısmı da Osmanlı’ya sığınır. Elbette geçen yüzyıllar içinde imparatorluk sınırları içerisindeki Sefarad Yahudileri, buradaki diğer halklarla yani Rumlarla, Türklerle, Ermenilerle, Levantenlerle ortak bir yaşamı paylaşır. Fakat dilleriyle, kültürleriyle akla gelen, ‘aslen’ nereli oldukları sorusuna verilecek cevap, her daim tarihlerindeki acı bir geçmişte yatar. Sefarad müziği, bu acı yanıtı anlamanın kolay yoludur…
Gerassi’lerin aile hikayesi de bu tarihe paraleldir. Dolayısıyla Fernando Gerassi’nin İspanya’ya yüzlerce yıl sonra geri dönüşü, kendisi için de etkileyici bir an olsa gerek. Hikayesi 19. yüzyılın sonlarında doğduğu İstanbul sokaklarında başlıyor. Varlıklı bir aileden gelmesi nedeniyle Galata’daki Alman Lisesi’nde okuma şansı bulur. Daha sonra, 1918 yılında felsefe eğitimi almak üzere Almanya’ya gittiğindeyse bambaşka bir deneyim yaşar. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından ülkenin siyasi olarak kırılgan yapısı vardır. Kısa süre içinde güçlenen Nazilerin ayak sesleri duyulurken Gerrasi de kendini Marksist bir hatta konumlandırır. Burada aldığı felsefe eğitimi demişken, yıldızı solla pek barışmamış Alman filozofu Heidegger ile kurduğu ilişkiyi de söylemeden geçmeyelim.
Almanya’da resim sanatının derinliklerine dalan Gerassi, daha sonra Fransa’ya taşınır. Burada birkaç yıl Paris’in entelektüel ortamının büyüsüne kapılarak geçer. Fakat 1927 yılında İstanbul’da yaşayan ailesine yine yollar görünür. Gerassiler, Varlık Vergisi çıkınca Türkiye’den Fransa’ya göç eder. Fernando da bir taraftan onların yerleşmesine yardımcı olur, bir taraftan da sanatıyla ilgilenmeye devam eder. Bu sırada Gerassi, Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir gibi Fransız entelijansiyasının önde gelen isimleriyle yakın arkadaşlık ilişkileri kurar.
İspanya ile bağı, çalıştığı şirketle birlikte kuvvetlenir. İspanya satışlarının sorumluluğunu üstlenirken Madrid’te bir yaşam inşa etmeye başlar. Daha sonra Garcia Lorca ve Pablo Neruda gibi isimlerle bu kültürü daha da yakından tanıma fırsatı bulur. İspanya’da iç savaş başlayana kadar Fransa-İspanya arasında bir hayat geçirir. Avrupa’da patlayacak olan korkunç savaşın ilk habercisi olan İspanyol İç Savaşı, II. Cumhuriyet’e karşı General Franco’nun saldırısıyla başlayınca, Gerassi de İspanya’ya dönme kararı alır, gönüllü olarak savaşa katılır. Eğitiminin ardından savaşın en önemli anlarından biri olan Madrid savunmasında görev alır.
Cephede kendini gösteren Gerassi’nin varlığı, Sovyet kumandan Georgi Jukov’un da gözünden kaçmaz. İkinci Dünya Savaşı sonundaki Berlin taarruzundaki zaferiyle tanınacak olan ünlü Sovyet mareşali, İspanya’da görev yaparken Gerassi’nin bildiği dilleri de göz önüne alarak onu Uluslararası Tugaylar’da görevlendirir. Bir süre sonra parçası olduğu tugayın Çek generali Lukacz öldürülünce Gerassi generallik görevini üstlenir. Cephede ünlü anarşist lider Buenaventura Durruti ve ABD’li yazar Ernest Hemingway gibi isimlerle de dostluklar kurar.
Savaşın Cumhuriyetçiler için yenilgiyle sonuçlanması, Avrupa için daha büyük bir felaketin adeta başlangıcı olur. Gerassiler çoğu sürgün gibi Fransa’da bulunsa da savaş yakındadır. Üstelik bir Yahudi için o günlerde Avrupa, rahat nefes alınacak en son yerlerden biridir. Böylece türlü zorlukların ardından bir şekilde Portekiz’e, oradan da ABD’ye kaçar. ‘Siyasi mülteci’ olarak yeni hayatına başlamak ister, fakat bir süre sonra tutuklanır. Bırakılınca da New York’ta zor bir yaşam sürer. Yine de İspanya İç Savaşı’ndan beri eline almadığı boyalarına geri döner. 1945 yılında daha canlı renklerle yaptığı ilk çalışmasının arkasına “dokuz yıllık savaşın ardından ilk resim denemesi” notunu düşer.
Daha sonra Gerassi, eskisi kadar aktif bir siyasi hayat yaşamayacaktır. Biz de kendisinin İspanya macerasına odaklandığımız için onun hakkında yazılan bir yazıdaki şu ifadeleri aktararak bitirelim: “Onun çalışmaları ve hayatı ayrılmazdır: Biri, diğerini açıklar.” Aslında bu yorum her insan, her sanatçı için geçerlidir. Fakat Gerassi’nin dolu dolu bir yaşam sürmesi, acısıyla tatlısıyla farklı kokuları, tatları deneyimlemesi, elbette sanatını da bambaşka etkilemiştir. Belki biz de onunla aynı Boğaz’ı incelemiş, küçüklü-büyüklü, sanatlı-sanatsız hayatlarımızda imgelerimizi aynı denizin üzerinde yükseltmişiz. Ancak illa bir ‘memleketçilik’ yapacaksak eğer, cevabı biraz da İspanya cephelerinde bulabiliriz. Aynı tozu yutmuş, farklı dilleri konuşan ve Franco’ya karşı savaşan bu gönüllüler de bir şekilde hemşehri değil midir?
Gazete Duvar / 04.07.20