Emperyalist saldırganlık, müdahale ve savaşların hemen tüm dünyada tırmandığı bir dönemin içindeyiz. Bu gelişmeler, güncel olayların seyri üzerinden görüldügü gibi Ortadoğu’da daha yıkıcı bir boyut kazanmış bulunuyor. İlk körfez savaşından itibaren emperyalistler arasındaki rekabet, hegemonya ve paylaşım mücadelesi Ortadoğu’da yoğunlaşmış oldu. 2001 yılında Afganistan’a yapılan emperyalist müdahale bunun yeni bir aşaması oldu ve Ortadoğu’da hemen tüm dengeler altüst edildi. Ardından, emperyalist savaş makinesinin Ortadoğu halklarına yıkım ve ölüm kusan namluları Irak ve Libya’ya çevrildi. “Arap baharı”nın Suriye halkasını Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi bölgedeki sadık uşaklarıyla fırsata çeviren ABD, silahlı çeteleri kullanarak Suriye’deki iç savaşı kışkırtıp, yaydı. İlerleyen süreçte kendisi doğrudan devreye girdi ve İran’ı hedef olarak ilan etti. Suriye’deki emperyalist saldırganlığın başını “Yeni Osmanlı” hayalleri peşinde koşan Türk sermaye devleti çekti.
Emperyalistlerin yürüttügü barbarca savaşların öne çıkan cephesi olan Ortadoğu’da Irak, Suriye, Libya, Yemen ve Filistin, 21. yüzyılın en büyük insani trajedisini ve maddi yıkımını yaşıyor. Ortadoğu’nun emperyalist savaşların, her türlü çatışma ve gerilimin, etnik ve mezhepsel boğazlaşmaların odağı haline gelmesinin gerisinde emperyalist hegemonya mücadelesi yer alıyor. AKP’nin dümeninde bulunduğu Türk sermaye devleti ise, emperyalist efendileriylele birlikte hegemonya mücadelesinin yol açtığı yıkım ve kaosun sorumlusu ve suçlusudur. Suriye başta olmak üzere kimi ülkelerdeki yıkıma öncülük eden AKP iktidarı, bölgede yaşananlardan kazançlı çıkan Siyonist İsrail’e ve ABD’ye de büyük hizmetler sunmaktadır. Emperyalist-Siyonist müdahalenin hedefindeki İran’a boyun egdirmek için Suriye’nin dize getirilmesi büyük önem taşıyordu. Dolaysıyla emperyalistler, Türk sermaye devleti başta olmak üzere işbirlikçi bölge devletlerini ve çeteleri Suriye’nin üzerine saldılar.
Ancak, Rusya’nın Suriye üzerinde bölgeye girişi ve etkin bir konum kazanması, ABD’ye büyük bir darbe olduğu gibi emperyalistler arası güç dengesinde de değişiklere yol açtı. Böylece emperyalist-Siyonist planın uygulanması bir engelle karşı karşıya kaldı. Fakat aynı Suriye emperyalistler arası ilişkilerdeki gerilimin tırmandığı sahne olmaya devam etti. Amerikan emperyalizmi ve Siyonist İsrail, Rusya ve İran‘nın koruması altındaki Suriye rejimine karşı planlarını hayata geçirmek için sistematik bir çaba içinde olmayı sürdürdü. 7 Ekim “Aksa Tufanı” ve izleyen olaylar, Suriye’nin bugünkü akibetinin “başlangıcı” oldu. Gazze’yi yerle bir eden ve soykırım uygulayan İsrail, Hizbullah’ın “daha önce hiç ödemediği kadar ağır bir bedel ödeyeceğine” söz vererek harekete geçti. Ardından namlularını İran’a çevirdi. Suriye ise sistematik saldırıların hedefi olarak kaldı. Emperyalizm ve Siyonizm, Hizbullah’a dönük saldırıların ardından yeni plan ve oyunlar eşliğinde savaş politikalarını tırmandırdılar ve bunu Suriye’deki rejimi düşürmeye vardırdılar.
Ortadoğu’daki birçok ülkeyi ulusal, etnik, dinsel ve mezhepsel sorunları kışkırtarak bölmek ve böylece dize getirmek, emperyalistlerin ve Siyonistlerin stratejik planı idi. Bu plan, dün Irak ve Libya’da, bugün ise Suriye’de fiilen gerçekleşmiş, halklar büyük acılara ve katliamlara, ülkeler ise yıkıma sürüklenmiş bulunuyor. Oysa emperyalistler, büyük çoğunluğu emperyalizmin hizmetindeki diktatörlükler, ortaçağ kalıntısı krallıklar ve Körfez’deki şeyhliklerin yönetimi altında acı çeken Ortadoğu halklarına güya “demokrasi ve refah” getireceklerdi. Öncesi bir yana, fakat son bir iki yılda Filistin, Lübnan ve Suriye’de görüldügü gibi bölgedeki ülke ve halklara maddi ve insani yıkımın yanı sıra bitmeyecek gibi görünen boğazlaşmalardan başka bir şey getirmediler. Bu tablonun biricik sorumlusu, cihatçı sürüleri yaratan, besleyen ve halkların üzerine süren ABD ve batılı emperyalist blokun yanı sıra Türk sermaye devleti ve yerli işbirlikçilerdir. Yazık ki bu kirli ve kanlı politika, emperyalist-Siyonist müdahalelerle birlikte ve Türkiye gibi işbirlikçi ülkelerin yanı sıra şeriatçı çeteler kullanılarak halen de sürdürülmektedir.
Büyük küresel ve bölgesel güçler arasında açık bir rekabet ve paylaşım savaşının sahası olan Suriye’de, uzun sürecek bir çatışmalar ve boğazlaşmalar dönemine girilecegi muhtemeldir. Zira, emperyalistlerin müdahale ettiği ülkelerde geriye sadece geniş çaplı yıkım ve kitlesel katliamlar, etnik ve mezhepsel boğazlaşmalardan başka birşey kalmamıştır.
Suriye’nin cihatçılara teslim edilişi ve ABD’nin rakipleri karşısında üstünlük elde edişi
ABD emperyalizmi, İsrail siyonizmi ve bölgedeki gerici rejimler tarafından Suriye’de uygulanmaya konulan plan yeni bir sahfaya ulaştı. Neredeyse 14 yıl boyunca silahlı çetelerin saldırıları, vekalet savaşları, dış müdahale ve işgallerle güçten düşürülen Esad rejiminin karşısına yıllardan beridir İdlib’te eğitilen, silahlarla donatılan cihatçı kattiler ordusu çıkarıldı. ABD, İsrail, İngiltere ve Türkiye’nin harekete geçirdigi El Kaideci Heyet Tahrir Şam (HTŞ) ve Suriye Milli Ordusu (SMO) gibi cihatçı güçler, çürümüş Esad iktidarını devirdi. İran ve Rusya’nın gücüne ve yılları bulan çok yönlü desteğine yaslanarak ayakta kalan ama buna rağmen içten çürüdügü artık kesinleşmiş bulunan Esad rejimi, bu destekten de yoksun kalınca çok kısa süre içinde çöktü. Tek bir mermi atılmadan Şam’ın anahtarları altın tepside ve “bir uluslararası anlaşma sayesinde” cihatçı sürülerden oluşan koalisyona sunuldu. Böylece Türkiye, kendi denetiminde bulundurduğu cihatçılarla İsrail’in en önemli düşmanını tasfiye ederek Siyonistlere büyük bir hizmette bulundu.
Cihatçı çetelerin öne sürülmesiyle elde edilen bu sonuç, gerici-şeriatçı akımların emperyalizmin hizmetinde olduklarının yeni bir kanıtı oldu. Rusya ve İran tarafından adeta emperyalist-Siyonist plana teslim edilen Suriye; ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye ve şeriatçı çetelerin av sahasına dönüşmüş durumda. 2011 yılında Suriye’ye yapılan emperyalist müdahale, gelinen aşamada Suriye rejiminin çökmesiyle sonuçlanmış ve bu da bölgede yeni gelişmelerin önü açılmış bulunuyor. Siyonist İsrail’in şefi Netenyahu, ‘‘Esad rejiminin başlıca destekçileri olan İran ve Hizbullah’a indirdiğimiz darbelerin doğrudan bir sonucudur” diyerek çöküşün sorumluluğunu alenen üstlendi. ABD, Türkiye ve İsrail’deki karanlık odalarda hazırlığı yapılan ve uluslararası terör listesinde yer alan HTŞ’nin kullanıldığı saldırı karşısında Şam rejiminin çöküşünü, “İsrail için tarihi bir gün ve büyük bir zafer” olarak ilan eden Netanyahu, temel bir gerçeğe işaret etmiş oldu.
Suriye’de olup bitenler, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin devamı niteliğindedir ve tek kazananı İsrail ve ABD’nin başını çektiği batı emperyalizmidir. Siyonist şef “Söz verdiğim gibi Ortadoğu‘nun çehresini değiştiriyorum” derken insiyatifin kendisinde ve efendisi olan ABD’de olduğunu ilan etmiş ve cihatçılara da mesaj vermiş oluyor. Esad’ın gidişininin hemen ardında “Golan Tepeleri’nin ebediyyen İsrail toprağı olarak kalacağını” söyleyen Netanyahu, ardından Suriye’ye “tarihinin en yoğun” saldırısını başlattı. Suriye’nin füze sistemleri, silah depoları, havaalanları, donanma gemileri ve hava savunma mevzileri vuruldu. Bu işgaş saldırılarını ise kendi halkını “korumak” ve silahların “aşırılık yanlılarının eline geçmesini” önlemek yalanıyla gerekçelendiriyor. Oysa işgali genişletmeye çalışan İsrail’in varlığı Suriye topraklarının 18 kilometre derinliğine kadar uzanmış ve İsrail kara birlikleri Şam’ın kapılarına dayanmış bulunuyor.
Esad iktidarının çökmesiyle ABD ve Batılı emperyalistlerin egemenligi bölgede büyük bir güç kazandı. Ortadoğu’daki dengelerin İsrail ve ABD’nin çıkarlarına uygun şekilde yeniden düzenlenmesinin önü açıldı. İsrail, gücünü ve etki alanlarını büyütürken, ABD, bölgesel ve uluslararası rakip güçlere karşı Ortadoğu’daki hakimiyetini yeniden pekiştirmiş, Rusya ise bölgeden “sökülüp atılmış” oldu. Emperyalistler arasında hegemonya ve paylaşım mücadelesinin ağırlık merkezini oluşturan Ortadoğu’da ABD ve batı emperyalizmi rakipleri karşısında şimdilik tartışmasız bir üstünlük elde etmiş durumda. Başta ABD olmak üzere, batılı emperyalistlerin bölgeyi yeniden şekillendirme politikası ve bunun ürünü olan “statükoları değiştirme” çabası devam edecek gibi görünüyor. İsrail’in bölgedeki güvenligini ve üstünlüğünü güvenceye almak, batılı emperyalistlerin de askeri ve siyasi hegemonyasını rakipleri karşısında yeni adımlarla daha da güçlendirmek, temel amaç olmaya devam edecektir. Bu, bölgenin daha büyük altüst oluşlara gebe olması ve dolaysıylada halkların yeni felaketlere sürüklenmesi demektir.
Türk sermaye devletinin kirli hesapları, Kürt düşmanlığı ve yayılmacı emelleri
Türk sermaye devletinin dümeninde bulunan AKP de tıpkı İsrail gibi HTŞ-SMO çetelerinin iktidara yürüyüşünü kendi zaferi olarak kutlamaktadır. Önceligini ise Rojova’yı tesfiye etmek olarak ilan etmektedir. Nitekim SMO hemen Kürtlerin üzerine sürüldü. Tel Fırat ve Menbiç cihatçı sürülerin saldırısına uğradı ve ABD’nin de müdahalesiyle YPG buralardan çekildi. Fırat’ın doğusundaki Kobane’de de çatışmaların başlamasından sonra ABD’nin müdahalesi gündeme geldi. Bu aşamada CENTCOM Komutanı Kurilla’nın SDG’yi ziyaret ederek “IŞİD ile mücadele çerçevesinde iş birliğinin devam edeceğini” söylemesi, Türkiye’ye verilmiş bir uyarı oldu. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik İletişim Danışmanı John Kirby ve ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller başta olmak üzere, ABD yönetimi cephesinden konu ile ilgili yapılan açıklamalar da “SDG ile iş birliğinin devam ettirileceği” yönünde.
İsrail’in “Kürtleri destekleme” yönündeki açıklamaları ve bunu ABD’nin yanı sıra batılı emperyalistlerden de talep etmesi, ABD emperyalizmi ve Siyonist İsrail’in Ortadoğu’ya yaptığı müdahalede Kürt hareketine ve Rojova Özerk Yönetimi’ne ihtiyaç duyduklarını ve dolaysıyla şimdilik SDG/YPG ile iş birliğini sürdüreceklerini gösteriyor. Fakat, Türk sermaye devletiyle batılı emperyalistler ve İsrail, Kürt sorununda karşı karşıya bulunuyor ve Rojova’nın tasfiyesi AKP iktidarının önceliği olmaya devam ediyor. NTV’de Seda Öğretir’in sorularını yanıtlayan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, YPG/SDG konusunda ABD ile taban tabana zıt konumda olduklarını belirttikten sonra “YPG’nin yok edilmesi bizim stratejik hedefimiz” açıklamasında bulundu. Ardından “Ya kendilerini feshederler ya da biz onları feshetmek zorunda bırakırız” tehtidini savurdu. ABD Dışişleri Bakanı Blinken ile Dışişleri Bakanı Fidan arasında Esad rejiminin devrilmesi sonrasında yapılan görüşmenin odağında ise Rojava üzerine kirli hesaplar ve pazarlıkların yer aldığı ise açık.
Günümüz Ortadoğu’sunda, Suriye sürecinde de görüldügü üzere statükolar degişecek gibi görünüyor. Türk sermaye devleti bu durumu kendi hesabına bir imkana çevirmek, Irak ve Suriye’de işgal ettikleri alanları olanaklıysa genişletmek ve Esad sonrası Suriye’nin temel gücü olmak istiyor. Fakat Kürt sorunu bir handikap oluşturuyor. Zira, ABD emperyalizmi sadece Irak’ta degil Suriye’deki Kürt hareketleriyle de “müttefik” konumunda. Rojova’nın bölgedeki destekçisi olarak davranmakta, onları bugüne kadar korumuş bulunmakta ve korumaya devam edecegini açıklamaktadır. Dolaysıyla, ABD’nin izledigi politika, Türk devletini ve Rojova Özerk Yönetimi’ni kendi stratejik hesapları doğrultusunda aynı safta mevzilendirmektir. Fakat Türk sermaye devleti buna direnmekte, kendini ABD’ye dayatmakta ve Kürtlerin Rojova kazanımını tasfiye etme konusunda kararlılığını sürdürmektedir.
“Yeni Suriye”nin temel gücü olmak ya da kazanımları koruyamamak
Haklı ve meşru bir ulusal davanın temsilcileri olan Kürt hareketi büyük bedeller ödeyerek önemli kazanımlar elde etmiş durumdadırlar. Fakat bunlar, tehdit ve tehlike altındadır. Kürtlerin kendi öz güçleriyle bölgesel düzeyde elde ettiği kazanımları koruyamadığı durumda, Amerikan-İsrail cephesinin destek ve korumasına mahkum olmak, yazık ki Kürt hareketinin talihsizligidir. Mevcut durumda ve Suriye’nin oluşan yeni tablosunda Türkiye’nin ve cihatçıların kuşatması altında bulunan Kürtler, adeta bir çaresizlik durumuyla yüzyüzedirler. Dolaysıyla, mevcut durumda Rojova yönetimi ABD ve İsrail’in destek ve korumasına mahkum kalmış görünüyor. Bu durumda umutlar, emperyalist nüfuz mücadelelerinin bölgenin statükosunda yaratabileceği varsayılan degişikliklere bağlanmış görünüyor. Suriye’nin emperyalist politikalar zemininde yeniden şekillenecegi bir aşamada Kürtlerin daha etkin bir konum kazanıp ülkenin temel bir gücü mü olacağı, yoksa kazanımlarının tehlikeye mi girecegi, temel bir soru ve sorun olarak duruyor.
Elbette ki Kürt hareketi ve halkı örgütlü bir güçtür ve kazanımlarını savunma kararalılığındadır. Ama uzun yıllardır ABD ile geliştirdigi ve adına “taktik” dedigi ilişki, yazık ki onu belli açmazlarla ve zayıflıklarla da yüzyüze getirmiş bulunmaktadır. Dolaysıyla, Suriye’deki yeni durum Rojova Kürtleri için bir olanak anlamına gelse de mevcut koşullar SDG/PYD’yi ABD ve İsrail’in destek ve korumasına mahkum bırakmış görünüyor. Fakat Türkiye, gerici bir bölge gücü ve ABD’nin bölgedeki en önemli dayanağı olmasının yanı sıra bölgesel planda NATO’nun en güçlü ülkesidir. Bu konum ona, başka şeylerin yanı sıra kendini dayatma imkanı sunmaktadır. Dolaysıyla Türkiye’yi bölmek gibi temelsiz iddialar bir yana bırakılırsa ABD emperyalizmi, Türklerle Kürtleri bir arada idare etmeyi ve Türk sermaye devletini bölgedeki Kürtlerle aynı safta yer almaya ikna etmeyi amaçlamaktadır. Ancak Türk devleti Rojova’nın tasfiyesi konusunda kendini ABD’ye dayatma kararlılığını sürdürdügü ve ABD’nin de çıkarlarının tehlikeye girebilecegi durumda Kürtleri degil ama Türkiye’yi tercih edeceği kesin gibidir.
Kürt hareketi bu gerçegin farkında olduğu için yeni bir satışın gündeme gelebilecegi endişesini dile getirmektedir. YPG’nin basın sözcüsü Ferhad Şami’nin Financial Times’a verdiği röportajda ABD’nin bölgeden çekilmesinden korktuklarını açıklaması, bu endişenin yersiz olmadığını göstermektdir. Zaten ABD’nin Türkiye karşısında Rojava’yı savunduğu temel eksen ve argüman, “IŞİD’in canlanabilecegi ve IŞİD karşıtı mücadelede Rojava Kürtlerine ihtiyaç olduğu”, “Rojava cezaevlerindeki 50 bin IŞİD’li tutsağın tehlike oluşturduğu”dur. Bu savunu, sözkonusu gerekçelerin ortadan kalktığı durumda Kürtleri savunmaya gerek kalmayacağı izlenimini vermektedir. Ferhad Şami “Açıkçası, aynı seneryonun tekrarlanmasından, ABD’nin bizi terk etmesinden korkuyoruz” derken ABD’nin çıkarları gerektiginde muhtemel bir ihanetine dikkat çekmiş oluyor. ABD’nin tarihi bunun örnekleriyle doludur. Dolaysıyla TKİP’nin aşağıdaki değerlendirmesi (Kasım 2012), bugünkü tabloya ışık tutmaktadır.
‘‘Bütün kazanımlarına ve çoğalan avantajlarına rağmen bölgenin toplamında Kürt sorununun akibeti henüz belirsizliğini korumaktadır. Bunun gerisinde bölgenin yeni altüst oluşlara gebe olması gerçeği ile birlikte bölge gericiliğinin halihazırdaki gücü vardır. Belirsizliklerle dolu bu istikrarsızlık ortamında Kürt halkı kendi gücüne dayandığı ve bölge halklarıyla devrimci kader birliği çizgisinden kopmadığı ölçüde süreçten en iyi kazanımlarla çıkmayı başarabilecektir. Emperyalizmin bölgeyi kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirme çabalarından yarar umduğu ve daha da kötüsü buna alet olduğu ölçüde ise bölge halklarıyla birlikte bunun acısını çekmek akıbetiyle yüzyüze kalacaktır.” (TKİP IV. Kongresi Belgeleri, Eksen Yayıncılık, s.61)