“...Su bendini yıkar bir gün
gece gündüze çıkar,
Yürü bildiğin yolda
ölümden öte ne var!…”
Terörist olduğum yüksek hâkim kararıyla tescillendi nihayet. ‘’Gerçekten öyle miyimdir?’’ diye sormadım bile kendime; öyledir herhalde.
Son on yılda, içlerinden -bizzat bizim iddianamemizi hazırlayan da dâhil- üç bin beş yüz terörist çıkarıp meslekten atmış hâkim savcılardan daha iyi bilecek hâlim yok terörü. Herkes içinde doğduğu, ekmek yediği, eliyle kurup çattığı tezgâhı bilir.
Nasıl tahliye borsasını, rüşveti, adliye çetelerini, sürgün-tayin korkusunu, terfi hevesini, cahilliği, boş lafı, iktidara yaltaklanmayı; kısacası yediği kaba pislemekle kalmayıp bütün bu işlere iki satır okunaklı gerekçeli karar yazmaktan acizken heves etmeyi işin içinde olmadan bilmek mümkün değilse, neye terör dendiğini de bilmek zor dışarıdan.
‘’Dışarısı neresi? Hukuk okumadın mı sen de?’’ diye sorabilirsiniz. Orası ayrı. Hepsinden iyi bildiğim bir iş varsa, o da adalet mücadelesidir; otuz yıldır parasız yatılı öğrencisiyim. Yüzünüze karşı hukukçu denmesinin hakaret kabul edilmediği zamanlar ve yerler vardı, hâlâ var; sadece seçim yapmak gerekir. Ben yaptım. Faşizmin ayak işlerine bakmaktansa kayaya zincirlenmeyi tercih ederim. O vakit nesebimizi yoksuldan çalan ve iktidardan haber taşıyanların tanrısı Hermes yerine, alacağı vereceği yeri bilen Prometheus’a bağlamak yeğdir diyelim biz de ustamız gibi.
Ne kararları ne de zamanlamaları sürpriz.
Anayasa tanımayanın yasa bilmeyeceği, hukuk okuryazarlığı olmayanın dosya incelemeyeceği ortadaydı zaten; geç bile kaldılar. Asıl bu saatten sonra ‘’yok sen iyi adammışsın, biz yanlış yapmışız’’ deselerdi garip olurdu. Bir anlığına da olsa bunlarla aynı terazi ölçeğinde tartılmak onuruna dokunabilir insanın. Hiç kimseden değilse Ebru’dan utanırdım. Bütün bu uğursuzluğun, liyakâtsizliğin, hırsızlığın, faşizmin; kimleri ‘’iyi adam’’ bellediği ortadayken, bırakın bize terörist desinler ki farkımızı bilelim. Sadece emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı özgürlük, kapitalizme karşı sosyalizm için değil onur için de yaşıyor ve ölüyoruz. Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde dursun.
Kesin hüküm davanın on birinci yılında geldi. Aslında ilk gün verdikleri kararı ancak on bir yılda yazabilmiş olmalarının çapsızlık dışında da nedenleri var: Direndik, dayanıştık, vazgeçmedik. 2013’den bu yana bizimle omuz omuza durmuş, avukatlığımızı üstlenmiş dört binin üzerinde yerli ve yabancı meslektaşımızla gurur duyuyoruz; işin en zor kısmı onlardaydı. Ülke tarihinin en uzun ve güçlü adalet kampanyalarından birisini yürüttük. Yine, hapishanelerde ziyaretimize gelmiş binden fazla yerli ve yabancı meslektaşımın kapatılmayı nasıl katlanılabilir hâle getirdiklerini bilmelerini isterim. İyi ki varsınız.
Kapatmanın neredeyse sekiz yılını ‘’tutuklu’’ soytarılığıyla idare ettiler, ellemeyin şimdi biraz da ‘’hükümlü’’ desinler. Öldürerek yenemediler, kapatarak mı korkutacaklar? Hapishaneleri de kesin hükümleri kadar hükümsüz bizim açımızdan: Aklımız ve irademiz hep özgür.
Liyakâtten söz ederken, kimseye yargısal bir kusur atfetmediğimi bilmelisiniz. Kişiselleştirilebilecek kadar ciddi işler, anlam üretebilecek kadar derin akıllar, muhataplık yaratacak kadar gelişmiş şahsi bilinçler karşısında değiliz. Ortada yargı bulunmayan böyle zamanlarda, sizi hapiste kimin yahut neyin tuttuğu hem meçhul hem de önemsizdir. Önemli olan faşizm karşısında bizim kararımız: Vazgeçmiyoruz.
29 Nisan 1870’de, Enternasyonel (Otuzlar) Davası’nın görüldüğü Marseillaise salonunda, Germain-Casse’nin suratlarına söylediği sözün yankısı hâlâ bizimledir: ‘’Yasa, artık intikam ve tutkunun hizmetine sunulu bir silah oldu; saygıyı hak etmiyor. Yasa, adalete ve eşitliğe boyun eğsin istiyoruz’’ Hukuku bize karşı bir silah olarak kullanmaya çalıştığınızda cevabımız da aynı olur: “…baltaya dokunmayın, silah ağırdır, eliniz dermansızdır ve gövdemiz budaklı…’’
Sizin hükmünüz bizi biçmez, biçemez. Bu ağacın budaklı gövdesi, avukatlığını yaptığı yoksul halkların ve işçi sınıfının içinde köklenmiştir. Bu hikâyenin kahramanı biziz: Avukatlar. Siz sadece figüransınız.
Öyleyse, yatarız beş yıl daha mı demiş oluyorum?
Hayır.
Hapishane yan gelip yatma yeri değil. Bütün hücrelerimizle her an direniyoruz, üretiyoruz, düşünüyoruz, çalışıyoruz. Mücadele ettiğimiz sürece zaten özgürüz.
Faşizme söylenmesi gereken şudur: Hakkımızda bir fikir sahibi olabilirsiniz, o fikir düşmanlık hakkındaysa muhtemelen doğrudur da, ancak üstümüzde hüküm kurmak haddinizi aşar. Bu karar “Halkın avukatlığını yapmayın’’ demektir. Asla kabul etmeyeceğiz. Bu mesleği nasıl yapacağımızı sizden öğrenmeyeceğiz, size rüşvet vermeyeceğiz, sizden korkmayacağız; kibrinizi, saygısızlığınızı, cahilliğinizi, pervasızlığınızı, iktidarla çirkin ilişkinizi normalleştirmeyeceğiz.
Avukatları teslim alamazsınız; biz buradayız, faşizmin ablukasıyla birlikte dağılıp gidecek olan sizsiniz.
Kalibreniz on bir yılın sonunda nihayet bir kesin hüküm kurmaya yetti öyle mi? Pekâlâ, verin basalım bağrına mührümüzü; evrakınız tamamlansın.
Şan olsun Avukat Ebru Timtik’e!
Şan olsun Halkın Hukuk Bürosu’na!
Şan olsun Çağdaş Hukukçular Derneği’ne!
Siz hükümsüzsünüz, biz kazanacağız.
Selçuk Kozağaçlı
Halkın Hukuk Bürosu Avukatı
Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı
Avrupalı Demokratik Hukukçular Onursal Başkanı
Silivri Kapalı Hapishanesi
Gazete Duvar / 30.04.24