Hâkim olsaydım!?- Selçuk Kozağaçlı

Adaleti sağlayacak olan hâkim değildir. İnsanı hayal ettiği özgürlüğe, eşitliğe, ortaklaşa kurtuluşa taşıyacak mücadeledir. Adalet hukuksal değil siyasal bir taleptir.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 10 Kasım 2021
  • 12:26

“Ne mutlu hayal gücünü kaybedenlere:
Mühimmat taşımaya engel değildir bu”

(Happy are these who lose imagination:
They have enough to carry with ammunition)

Wilfred Owen (1)

“Ben olsaydım…” yahut “Bana sorulsaydı…” diye başlayan cümlelerin en meşhuru, İspanya Kralı X. Alfonso’nun “Dünya yaratılırken bana danışılmış olsaydı, sonuç farklı olurdu” minvalindeki cesur eleştirisidir. Tabii burada talip olunan makamın “hâkim” den ziyade “hakîm” yani bilgili, bilge, her şeyi bilen hatta bağlam dikkate alınacaksa alenen Tanrı anlamına geldiği söylenebilir. Kral da olsa, adam Hristiyan sonuçta; o bakımdan cesur diyorum.

“Hakîm” Müslümanlar için de doksan dokuz kutsal sıfat arasında, yani Esma-i Hüsnâ’dandır. İlginçtir; hâkimlerin yaşam ve ölüm hakkında karar verme yetkilerinin bulunduğu devirde –birçok ülkede hâlâ bu tanrısal güce sahipler- Mecelle, başka zorlu meziyetlerle birlikte hâkimden “hakîm” olmasını da beklerdi.

Benden hâkim olur muydu? Okul bittiği yıl teorik açıdan mümkündü; istemedim. Hayal gücünü kaybetmiş bir meslek bana göre ve maalesef -belki de zaten bu şartla- bütün benzerleri gibi, hayatımızı zindana çeviren ağır mühimmatlarla donatılmış. “Dünyayı daha huzurlu bir yer haline getirmek için zorunlu işlerden değil mi? Bunu da birisi yapacak neticede…” diye düşünebilirsiniz. Değil bence ama meseleye o niyetle bakıldığında, Alfonso’nun hevesi bile yabancı bana. Dünyanın berbat düzenine efkarlanıp, henüz kurulurken, işin başından müdahale etme isteğini bastıramama duygusu yok bende. Önümdekini mümkün olan en adil hale getirmeye niyetliyim. Kısaca materyalistim, yalnız; “Eldekinin zaten mümkün dünyaların en iyisi kabul edildiği” Leibnizci bir Rıza’dan çok, Spinozacı Arzu’ya benziyor denebilir benimkisi.

Ayrıca seviyorum ben yaptığım işi. Dilekçelerimi okurken; duruşma salonlarında konuşurken; karakolda, hapishanede, sokakta çalışırken heyecanlanıyorum. Zannetmem ki gerekçeli kararını yazdıktan sonra arkasına yaslanıp “Güzel oldu yahu!” diyen bir hâkime rastlayabilesiniz. Gerçi bu devirde, kararına gerekçe yazmayı becerebilen bulursanız şanslı sayılırsınız.

Diğer yandan, işini sevmenin de çeşitleri olabileceğini kabul ediyorum. Hâkim maaşı, şu ekonomik koşullarda hiç fena sayılmaz; iş güvencesi biraz zayıf olsa da lojman, itibar, güç, emeklilik… İllâki herkes dünyayı düzeltmeye çalışacak değil; o da elinde tuttuğu kısmını seviyordur. Mesela, provalardan sıkılıp “Tanrı dünyayı altı günde yarattı ama siz bana altı ayda bir pantolon dikemediniz!” diye sızlanan müşterisine “Evet ama bayım, bir şu dünyanın haline bir de pantolonunuza bakın!” diyen Beckett’in terzisi var elimizde. Ölçüsüz kibir gibi duran kıyas, işini iyi yaptığına inanan zanaatkarın tevazusundan ibaret aslında. Ne yazık ki hâkimin kendi uğraşından böyle mütevazı bir tatmin duyması bile zor. Sekizinci yılını devirmiş -beş yılı tutuklu- davamdan bırak pantolonu, bir çift çorap çıkaramamış otuza yakın hâkimle benim deneyimim bu, en azından. Terzi demişken, bizim cübbenin sadeliği de estetik üstünlük kesinlikle; uzman çavuş üniforması gibi sırması, biyesi, kordonu yok hiç değilse. Hâkiminki gibi koltuk arkası askı yapılmaz, her çantaya uygun özel katlama tekniği mevcuttur.

Laf buraya gelince, yazının niyetini yakalatmış gibi oldum biraz. İşin aslı, son yıllarda o kadar yoğun tacizlerine maruz kaldım ki, bir sabah uyandığımda ister istemez soru önümde beliriverdi: “Acaba ben hâkim olsaydım ne yapardım?” Arkada sırıtan fikirden kaçış yok “Kendi davamda ne karar verirdim?”

Evvela, gayet hızlı ve tatminkâr duran: “Kendimi tahliye eder, beraat ettirir, üstüne de tazminat öderdim.” fantezisine mesafe koymak gerekiyor herhalde. Çekici göründüğünün farkındayım. Bu gibi ayartılmaları yasaklayan malum ilkeye göre: “Kimse kendi davasında yargıç olamaz.” Ne yapılabilir o vakit? Belki “Ben hâkimken bunları önüme getirseler ne yapardım?” diye sorulabilir. Hangi suçtan? Şu anda bana karşı işlemekte oldukları görevi kötüye kullanma ve hürriyeti tahdit olabilir mesela? Ancak, böyle tarif edince de davadaki hukuki özneler değil siyasal iktidar değişmiş gibi durdu; işimizi görmez. İktidar değişikliği hakîmi dışarıdan zorlamak sayılır. Bize içsel dinamik lazım. Terzi jargonuyla “hâkim kumaşının kendinden çizgisine” bakıyoruz. Bu arada “Kuvvetler ayrılığı var, hâkimin siyasal iktidarla ne işi olur?” diye soracaklar için -komiklik yapmak için sormadılarsa- her yargılama pratiğinin bir tür iktidar iddiası barındırdığını hatırlatabilirim. Siyasal güç dengeleri değiştikçe alevlenen “Devletçi hâkim gitti cemaatçi hâkim geldi, o gitti partinin ilçe teşkilatından hâkim yaptılar…” filan gibi kahvehane muhabbeti yerine, size kitabın orta yerinden anlatayım:

“Sabah erkenden kalkıp, kent kapısına giden yolun kenarında dururdu. Davasına baktırmak için Kral’a gelen herkese seslenip ‘Nerelisin?’ diye sorardı…”

Cevabın önemi yok.

“O’na şöyle derdi; ‘Bak, ileri sürdüğün savlar doğru ve haklı. Ne var ki Kral adına seni dinleyecek kimse yok.’ Sonra konuşmasını şöyle sürdürürdü: ‘Keşke Kral beni bu ülkeye yargıç atasa! Davası ya da sorunu olan herkes bana gelse, ben de ona hakkını versem’…”

İşte size bir yargıç adayı. Önüne çıkanla konuşmaya başlamadan “Nerelisin?” diye sormasından ve anlatılan her davayı haklı bulmasından, aynı zamanda, gerçek bir taşralı muhalefet lideri ışığı yayıyor. Hikayenin devamında, adamımızın ayağına sevinçle kapanmak isteyenleri -şık bir Hasan Celal Güzel hamlesiyle- elinden tutup çekerek öptüğünü ve kimseyi ayırmadığından halka kendisini sevdirdiğini anlıyoruz.

Kıssayı yakın zamanda okuma listesine dahil etmeyecekler için Kral’ın Davud ve aday hâkimin de oğlu, müstakbel asi Avşalom olduğunu söyleyeyim. Maceranın çok ferasetli iki ayrı hisse barındıran trajik sonunu hemen öğrenmek isteyenlerse Eski Ahit, II. Samuel, XV. bölümden sonrasına göz atsın.

İlk hisse -ben de dahil- tüm yargıç adayları içindir. Yargılamaya soyunan iktidara da talip kabul edilir. Elde edemez veya elde tutamazsa hesabını öder. İkinci hisse doğrudan hâkimi ilgilendirir. İnsanlara adil davranmayarak zulmettiysen, işin sonunda Kral baban (devlet diye de okuyabilirsiniz) bağışladığında bile mazlum unutmaz, hesap sorar. Neticede yanan “Yoav’ın tarlası”ydı; hafızası güçlü ve bağışlayıcılığı zayıf olan da Davud değil Yoav olacaktır. Arendt’in Nazi bürokrasisine dair ünlü “vasatlık” tarifini uyarlarsak: Siz ne kadar önünüzdeki “iş”i yapmakla yetindiğinizi ileri sürseniz de insanları yıllarca hapiste çürütmek, işkence görmelerine, sakat kalmalarına yol açmak, yaşamlarını çalmak, “meslek” veya “basiret” sıradanlığıyla geçiştirilemez. Bunlar yetişkin sorumluluklarıdır, çocuk oyunu değil. Zaten hesap zamanı geldiğinde size yaptıran da dahil kimse sorumluluğunuzu paylaşmaz. Var “ortada kalmış” tanıdıklarım, güvenin dediğime.

Pekâlâ. Üç bin yıllık da olsa güzel hikâye ama bu kadar İsrailiyat yetsin. Biz -şimdilik- iktidar değişikliğiyle ilgilenmiyoruz. O nedenle, hâkimlerin bana karşı işlediği suçları boş verelim. Aslında derdimiz daha büyük: “Dosya aynı dosyaymış yalnız bunlar sanık ben hâkimmişim…” versiyonuna yoğunlaşacağız mecburen. Soru tam olarak şöyle: “Ben hâkim olsaydım kültürel, siyasal, ideolojik açıdan bana hiç benzemeyen; polisin, savcının, iktidarın hoşlanmadığı hatta bırak iktidarı, beni -bile- hâkim yapmış güzelim rejime muhalif bir adamı bu dosyayla karşıma dikseler adil yargılar mıydım?”

Artistliğin lüzumu yok, peşin cevaplayayım: Hayır.

Fakat dikkatinizi çekerim “Yaptırmazlar” falan diye kıvırmıyorum. Kendinden çizgili İngiliz kumaşı gibi “Ben yapmazdım.” denilecek becerebiliyorsan. Tekrar edeyim, içsel dinamiğin peşindeyiz. İktidarın basitçe yargı kararını dikte ettirmesinden daha karmaşık ve yaygın öz tercihleri araştırıyoruz. İktidarlar doğrudan müdahale etmez demiyorum; Rusların “Telefonnoe Pravo” dediği türden “Telefon Adaleti” elbette az değildir. Misal, ilk tahliye edildiğimizde geceyi sağa sola telefon ederek geçirmiş üst düzey bir bakanlık bürokratı vardı. Şimdi “aşırı yüksek” hâkim oldu. İlginçti gerçekten, sonuç da aldı çabalarından. Bu gibi telefonlarla gelen talebe -bırakın reddetmeyi- biraz nazlanan hâkimlerin koltuklarını koruyamayacağı açıktır; bizimkiler de koruyamadı nitekim. Her neyse. Başka bir şeyi araştırıyoruz şimdi; “kendi haline bırakılmış” hâkimin iç dünyasındayız. Hâkimin “kendinde” iktidarı var mıdır? Vardır. Ancak Zygmunt Bauman’ın bir başka bağlamda işaret ettiği gibi, bu türden iktidar en az iki katmanlıdır. Bir şeyleri yapma/yaptırma gücü ve neyin yapılabileceğine karar verme kapasitesi. Deminki örnekte hâkim tarafından ara kararla yazılan “tutuklamaya devam” yazısı, hapishane müdürü tarafından okunup uygulandığında ilk katman çalışır; sizi hapiste tutan hâkimdir. Gel gelelim hâkimin “salıverilme” yazısı hapishane müdürü tarafından uygulanmadığında iki katman arasındaki boşluğu teneffüs ederiz: Bizi kim hapiste tutuyor? Nihayet sekiz saat sonra salıverildiğimizde değil ertesi gün hapishaneye geri getirildiğimizde mesele tamamen açıklığa kavuşmuştu: Telefonnoe Pravo! Rusçası kulağa daha hoş geliyor; alkış sesi gibi.

Daha soyut bir örnek üzerinden konuşursak; belli bir toprak parçası üzerinde egemen olmakla, iktidar gücünün her iki katmanına da sahip olduğu yanılsaması yaşayan yeni-sömürge devletinin açmazı da benzerdir. Buyurduğu şeyi halka yaptırma gücü, en sert polisiye tedbirlerle doruk noktasına ulaştığında dahi neyin yapılması gerektiğine karar verme kapasitesi sıfıra yakındır. Elinde kalan -astarlık kumaş gibi- söylenen yerde durma ve çok lazımsa iki katman arasında sürtünmeyi azaltma rolüdür.

Bunu bilincine çıkarabilir mi? Kural olarak hayır. Yani çıkarmasa iyi olur. İkinci katman yüzeyden görünür hale geldiğinde, -Pastör Brunson’la Deniz Yücel’in kulakları çınlasın- skandal kapıdadır. İçe doğru açılmasın diye sesinizi yükseltip arkasına barikat kurmaya kalkmak, kapı dışarı doğru da açılmayacağından -Osman Kavala’nın kulakları çınlasın- eziyeti ve skandalı büyütmekle kalır.

Ölçek büyüdüğünde de formül değişmez. Kendisiyle ek ders saat ücretlerinin arttırılması hakkında konuşmaya gelmiş öğretmen sendikası yöneticilerine, parmağıyla pencereden Alman Büyükelçiliğini gösterip “Onlar tamam derse bence sorun yok” diyen “sosyalist” Syriza’nın Maliye Bakanı, öğretici bir örnektir. Kemer sıkma adı altında “neyin yapılacağına karar verme kapasitesini” Troyka’ya devretmiş olmanın bedelinden çok, katmanı bilince çıkarıp belli etmenin bedelini iktidarı kaybederek ödediler. Üstteki nasıl olsa yemeyeceğinden, alttakine karşı kuyruğu dik tutmak gerekir.

Eh, bizim meslekte nasıl yapılacak bu zorlu bilinçaltına itme işi? Göründüğü kadar zor değil. Sonuçta en tenekeden iktidar bile Karl Deutsh’un tarif ettiği lükse sahiptir: “İktidar, dinlemek zorunda olmamak demektir.”. Aşağıdakini dinlemeyi kast ediyoruz elbette. Benim hâkimlerim -kürsü yüksekliğinin de etkisiyle- bu lüksü, bana karşı sanat haline getirmiş durumdalar. Herhangi bir diyaloğun, hatta bırak diyaloğu kendisine söyleneni kazara idrak etmiş gibi görünme gafletinin, ağır skandal yaratacağı anlar yaşıyoruz sürekli:

“Beyanlarına dayanarak beni hapiste tuttuğunuz tanık “Ben şizofrenim. Bakırköy’de kırk dosyam var; uyuşturucu kullanıp halüsinasyon görüyorum.” diye dilekçe vermiş. Hastaneye bir yazı yazıp dosyalarını görelim, tanıklık edebilecek durumda mı?” diyorum;

Gözlük camlarını siliyor.

“Suç işlediğime kanıt olarak gösterdiğiniz belgeleri, polis, bir dijital kütükte bulduğunu söylüyor. Bence yok öyle bir materyal. Onu, fiziksel olarak getirip bana gösterebilir misiniz?” diyorum;

Dosyalarını düzeltiyor.

“Emanette dediğiniz delil, emanet makbuzunda yazmıyor; savcılığa bir sorsanıza?” diyorum;

Savcıya bakıp öksürüyor.

Gerçi fazla haksızlık etmek istemiyorum; savcı, anlaşılan son anda salonun kapısından itildiği ve “çocuğu gönderin mütalaa için süre alıp gelsin” talimatıyla suça sürüklendiği için sorulsa da onun söyleyeceği bir şey yok. Hâkim değil ama bizimkiler utanmadan soruyor: Evet, dosyayı ilk ve son görüşü. Söylemiyor ama belki de ilk duruşması üstelik.

“Tanığım var, dinler misiniz?” diyorum;

Gülümsüyor.

“Tanığı boş verin, suç işlediğimi söylediğiniz tarihte iddia ettiğiniz yerde olamam çünkü devletin kayıt tuttuğu başka bir yerdeydim; yazıp sorarsanız söylerler” diyorum;

Gülümsemesi artıyor. Belki bir yere yazı yazabileceğinin söylenmesi hoşuna gidiyor, “doğru, yazabilirim istesem…” diye mutlu oluyor.

Daha fazla sızlanmayayım, bu en azından gülümsüyor. Bir önceki “karşılanamaz” taleplerimi duydukça önce boş boş bakıp sonra da salondan çıkarılmama karar veriyordu. Dinlememe lüksünün insan tabiatına göre aldığı farklı görünümler diyelim. Yahut belki ısrarı sevmiyor, olur bende de; almayayım derim, dokunuyor, yeni attım… Israr ederler, sevmem.

Yunanlılar bir türlü konuşmayan hâkimlere “Habet bovem in lingua” derlerdi. Daha doğrusu adil konuşmayanlarına. “Dilinde öküz oturuyor” anlamına gelir. Altın Atina sikkelerinden birisinin üzerindeki kutsal öküz kabartmasına atfen, rüşvet aldığından konuşmuyor anlamına geliyor da diyebiliriz. Aleyhime ağır ceza hâkimine rüşvet verecek kadar gözü dönmüş bir hasmım yok bildiğim kadarıyla. Bir ihtimal, aniden kaybedilme tehlikesi altındaki düzenli maaş da benzer bir etki yaratıyordur.

Her neyse. Derdimiz başka şimdi: “Ben ne yapardım hâkim olsam?” Ben de adil davranmayacağımı baştan kabul ettiğime göre, kişisel gerekçelerime yoğunlaşayım bari…

Öncelikle ben de -kendime yetecek kadar- uyanığım. Zaten, önüne konmuş zayıf ve kusurlu dosyayı silkeletmenin, polisi ve iktidarı mutlu etmeyeceğini -telefonla aranıp söylenmeden de- kestirebilecek kadar gözü açık değilse insan niye böyle bir mesleğe talip olsun? Telefon daha kaç yıllık icat şunun şurasında? Jonathan Swift’in “Devlete karşı bir suçtan sanık olanların muhakemesi çok daha kısadır; övülmeye de değer. Yargıç, önce, iktidarda bulunanların ne düşündüğünü yoklamak üzere adam gönderir; ve sonra, uygun yasa şekillerini bütünüyle koruyarak, suçluyu idam etmek veya kurtarmak çok kolaydır.” dediği gibi adam da gönderilebilir sonuçta. Ama biz dışsal etkiyi önemsememek konusunda anlaşmıştık. Her ne kadar muhabbetin muhatabı olacak beygir, tam bu aşamada “Yazık” demek zorunda kalmışsa da alıntıda bizim için daha yakıcı bir uyarı var. 1726’da hukuk üzerine yazmış, melankolik bir Protestan papazı kadar kafanız çalışıyorsa, her ne yapmaya niyetliyseniz “uygun yasa şekillerini bütünüyle koruyarak” becermeniz gerekir. Anayasa sevmiyorsanız Gulliver okuyun; çoğunlukla daha öğreticidir. Şunu diyor adam; elbette iktidarın hoşuna gidecek olanı yapmak uyanıklığın gereğidir ama çapımız elverdiğince usul yasasına uymaya çalışacağız. Doktrinde, muhakeme usulü hükümlerinin sanık için güvence olduğu söylense de konumuz açısından çok daha önemlisi, uyanık hâkim için sağladığı güvencedir. Hiç değilse bir yargıç adayı olarak bana öyle görünüyor. İki sene sonra “bak bakalım ne halt etmişsin” diye önüme koyduklarında; “Eh, bütün usul kurallarına eksiksiz uymuşum, kalanı da artık doğru-yanlış benim takdirim” diyebilecek yüzü koruma meselesi şahsen benim açımdan. Var işte bende o hassasiyet. Isınıyorum sanki işe, dur bakalım.

Buna bağlı olarak gündeme gelebilecek ikinci mesele şudur; sırf ileride yüzüm tutsun diye uygulamaya karar verdiğim usul kurallarını bir de bilmek zorunda mıyım? Yani, emanet makbuzunda yazmayan delilin emanette duramayacağını, şizofren tanığın ifadesini hükümde kullanacaksam hastane kaydına bir göz atmak gerekeceğini, kendisi ortada bulunmayan “Dijital Kütük”ün çıktısının işe yaramayacağını nereden kestireceğim? Yazıyordur elbette bir yerde ama muhtemelen hem yazılar küçüktür hem de çok sıkıcıdır. Hâkimlerin de sosyal hayatı var; bir sürü yasa, yönetmelik, evrak… Nereye kadar okuyacağım daha? İşte tam bu noktada, hukuk fakültesi okumuş olmaktan utanmamalıyız. Yahya Kemal’e atfedilen sözdeki gibi; cehalet mükteseptir ve bizim ihtiyaç duyduğumuz seviyede ancak tahsille mümkündür. Hatta ondan önce yazılmış, kaynağına dair rivayet muhtelif olan şu beyte göre;

“Cehlin ol mertebesi sehl olmaz

Kisbsiz ta bu kadar cehl olmaz”

Uydurmuyorum yani, bilinen bir şey. Eğitimli insan cehaletten utanmaz çünkü kullanışlıdır. Yapılacak iş, avukat milletinin verdiği dilekçelerdeki taleplerden, kulağa fazla kaşındırıcı gelmeyenleri kabul etmekten ibarettir. Eskiden uğraştığım için biliyorum; bu meslek grubu, hâkimin günlük gazeteyi bile sonuna kadar okumayacağından emin olmanın verdiği stresle çalışkan olur. O nasıl olsa bakmıştır nereye bakılacaksa. Pratik, masrafsız, uygun çözüm. Bu iş de tamam öyleyse.

Geldik son meseleye: Dosyanın çürüklüğü, usule dikkat edeceğiz derken avukatın talebiyle kabak gibi ortaya çıkabilecek gerçekler, kayıp deliller, şizofren tanıklar filan; işin tadının kaçması ihtimali. Daha sade söylenirse; yasa tarafından, rejim düşmanına adil davranmak gibi bir tuzağa düşürülmeye çalışılırsak ne yapacağız? Düşmana adil davranmak gibi bir ahlaki yükümlülüğümüz var mı? Savaşı bilmem ama hukukta kesinlikle hayır; rahat olun. Latinlerin veciz biçimde ifade ettikleri gibi; “Yasa düşman içindir dostlarımıza zaten adil davranırız.”. Benim açımdan hiç sorun yok. Bugün taşıdığım “Rejim Düşmanı” sıfatının, en azından, düşmanlık beslemeyi becerebileceğim iddiasını barındıran kısmı gayet isabetli; zorlanmadan uyarlarım.

İşte hepsi bu. Bu kadar.

Gördüğünüz üzere, ben de sütten çıkmış ak kaşık sayılmam ve hâkimlik mesleğini kıvırabileceğime dair inancım boş değil. Yalnız yutulacak balığın bu kadar kılçıksız olmasından şüphelenebilecek bazı evhamlı insanlar için muhtemel bir riske işaret etmem gerekiyor. Büyütülecek bir şey değil ama biz işimizi eksiksiz yapalım.

İmdi; uyanıklık, cehalet ve düşmanlığın -belli ölçüde- hepimizin doğasında bulunduğunu kabul ettiğimize göre, geriye bu yolla elde ettiğimiz kazanımların korunması sorununa bir parça daha yoğunlaşmak kalıyor. Bu müstesna üçlü; maaşı, kadroyu ve hatta terfi etmeyi sağlama alır ancak emeklilikte küçük bir pürüz olabilir. Her sahne sanatı gibi hâkimliğin de jübilesi olduğunu unutmamalıyız. Şahsen, geceleri jübilesini yapmış elli kadar hâkim, savcı ve adli kolluk amiriyle aynı binada uyumakta olduğumdan, görgüme güvenebilirsiniz. Sırf sevimlilik olsun diye söylüyorum; halen yargılandığım dosyanın fezlekesini hazırlayan, iddianamesini yazan ve ilk tutuklama kararımı veren kumpanya tam kadro sezon finali yapmış durumdalar mesela. Hayatlarındaki bu son perde sayesinde “sanatçının kendi sanatının anlamını bilme muradına ermesi” gerçekleşmiş diyebiliriz. Aslında omzunda çıkan bir şirpençe nedeniyle ölen ve meşhur ölüm makinesiyle kurulabilecek tek ilgisi idam cezalarının daha “insancıl” şekilde infaz edilmesini savunmak olan bir tıp doktoru olsa da, Joseph-Ignace Guillotin’in kendi icadı olan “giyotin”de kellesinin sepete düşmesiyle sanatını tamamına erdirdiğine dair söylentide anlatıldığı gibi… Mucit icadını tadar, yargılayan yargılanır, uyanıklık eden uyanıklık görür, cahil öğrenir; düşmanlık iki yanı keskin bir bıçaktır.

Bu durumda, jübileyi hapishanede değil “hâkim evi”nde yapmayı sağlama almanın yolu, Gulliver’in tavsiyesine uymaktır. Madem istemiş -vardır bir bildiği- yaz sen emniyete “delil nerede?” diye. Korkma, cevap vermeyecekler; yok zaten öyle bir delil. Nereden mi biliyorum? Aynı delili, senden daha uyanık bir hâkim yazıp sormuş zaten üç kere; vermemişler cevap. Hatta tadını kaçırıp “hakkınızda işlem yaparım” bile demiş. Yapmış mı işlem? Hayır elbette. Kabak tadını aldığında “sanığın şikayet etmekte muhtariyetine” karar vermiş. Sanığın buradaki muhtariyeti “Muhtar mı oldun Kezban Yenge?” türküsünde duyumsanan afili çalımdan ibaret olduğundan, polisin korkacağı bir durum da yok. Yenge kimi kime şikayet edecek? Sahte belgeyi, olmayan delili, tutmayan tarihi iddianameye koyan, şizofreni tanık gösteren savcılığa mı? Bir arkadaşına bakıp çıkmaya gelen duruşma savcısına mı? Benim adaylık hobi gibi duruyor hâlâ ama ben ciddi düşünsem şu mesleği uyarım usule; “hâkim evi”nde yaparım jübileyi şahsen.

Bitirmeden önce, bu konuştuklarımızın aramızda kalmasını rica etmek durumundayım. Gizli saklı işim olduğundan değil; şu söylediklerimi Gulliver’in efendisi gibi bir beygir duyup “Yazık! Yazıklar olsun sizin gibi hukukçuya! Adalet ne olacak?” diye öfkelenebilir de ondan. Oysa sinirlenecek bir durum yok. “Hâkim ne iş yapar?” sorusuna “Adaleti sağlar.” diye cevap verme eğilimindeki çiğ insanlara söylenmesi gereken şudur: “Bu maaşla mı?”. Bununla püskürtülemediyse, daha incelikli bir cevap için felsefeye başvurulabilir. Adalet de en az ölümsüzlük kadar felsefeyi meşgul etmiştir. On bin yıldır çözümlenememiş meseleler bunlar. Ricardo Piglia’nın, “Doktor ne iş yapar?” sorusuna “Hayat kurtarır.” diye cevap verenlerle eğlenmek için aktardığı tirat, bizim de işimize yarayabilir:

“Bir doktor her zaman fiyaskodur; bu sadece bir zaman sorunu. Henüz ölümden kurtarabildikleri bir kişi bile yoktur. Hiçbir zaman başarılı olamadıkları ve sonuçta kimseyi kurtaramadıkları için de küstah ve aptal olurlar…”.

Sonsuz olan ömrümüz değil türümüzün hayal gücüdür. İnsanı hak ettiği bütünlüğe kavuşturacak bir geleceği önce hayal ederek, sonra bunun için mücadele ederek, hapis yatarak, gerekirse ölerek insan türünü ölümsüzleştiririz. Ölümsüzlük tıbbi değil siyasal bir taleptir.

Adaleti sağlayacak olan hâkim değildir. İnsanı hayal ettiği özgürlüğe, eşitliğe, ortaklaşa kurtuluşa taşıyacak mücadeledir. Adalet hukuksal değil siyasal bir taleptir.

Bu işler mühimmata bakmaz, hayal gücü ister. Benden -yahut kimden isterseniz- hâkim olur kısacası, iyi olmaz sadece.

Ne yazık hayal gücünü kaybedenlere.

Biz kazanacağız.

*Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanı, Avukat

1- Hissizlik, Wilfred Owen [Savaş Şiirleri içinde], Çev. Tamer Gülbek, 1. Baskı Eylül 2020, Vakıfbank Kültür Yayınları, s.57-68

Gazete Duvar / 10.11.21