Bu slogan çok tuttu. O kadar ki, AKP liderliğinde davranış bozukluğu yaratmaya başladı. Ancak, bize düşen “zamanın ruhu” gibi şekillenmeye başlayan her şey karşında eleştirel mesafeyi koruyarak düşünmek, bu düşünceleri, birçok arkadaşımızın salı günü de, Ali Sirmen’in yaptığı gibi toplumla paylaşmaktır: Bu slogan güzeldir ama oldukça da sorunludur.
Azıcık teori...
Önce kısa bir not: “Yapmak” özneyi etkinleştiren, süreci onun yaratıcı eylemine tabi kılan bir duruma işaret eder. “Olmak” ise kendiliğindenlik, edilgenlik, pasif izleme anlamlarını içerir. “Siz oy verince... olacak!”
Reklamcılık sektöründe “aesthetic management” (estetik yöneticilik) olarak bilinen bir tarz var. Reklamcı, mesajını ve malın ambalajını toplumun beğenilerinin/ arzularının en düşük ortak paydasındaki değerleri ve biçimleri bir araya koyarak hazırlar. Bu sektörde başarılı olan bu tarza kimi yazarların, ressamların, müzisyenlerin ürünlerinde de rastlarız. Ancak bu tarzla üretilen estetik nesne, belki çok satar, şöhret getiren bir mal olabilir, ama sanat ürünü değil, “kitch” kategorisinde girer: “Düzeni” eleştirmez, pekiştirir.
Thatcher, reklam şirketi Saatchi & Saatchi’yi seçim kampanyasını yönetmesi için kiraladığından bu yana “estetik yöneticilik” siyasette adeta “olmazsaolmaz” konumuna yükseldi. Bu yaklaşım siyasette, karşımıza basit, “edinilmişdüşüncelere”, iyimser beklentilere, karşı tarafa yönelik önyargılara dayanan sloganlarla, halkın tercihlerini düşünmeden yapmasını sağlamayı amaçlar.
Bir ülkenin kültürel / simgesel evreninin henüz parçalanmadığı, belli bir homojenliği koruduğu durumlarda bu yöntem, yalan söylemeyi, ahlak sınırlarını zorlamayı gerektirmeden kullanılabilir. Günümüzün Türkiyesi’nde durum farklıdır.
Ülkede siyasal İslamın hegemonyası kurulurken, “değişim”, “ötekileştirmek”, “dinlemek”, “darbeciler”, “demokrasi”, “seçilmiş-atanmış ikilemi”, kavramları “estetik yöneticilik” tarzına uygun biçimde, halkın tercihlerini düşünmeden, çoğu kez kendi çıkarına olmayan politikalardan yana yapmasını sağlamak için ahlaksızca kullanıldılar.
Benzer bir konuma düşmemek için “Her şey çok güzel olacak” sloganının içini doldurmak, “nasıl” sorusuna, “olacak” demekten öte, “kim, nasıl yapacak” sorusuyla birlikte cevap vermek gerekiyor.
Ve olgular...
Oylarının dağılımının defalarca sergilediği gibi, bu ülkenin toplumu ikiye, hatta üçe bölünmüştür. İktidardaki parti/hareket bu bölünmüşlükleri derinleştirerek “siyaset” yapmakta, yalan söylemeyi, ahlaksızlığı göze alarak “estetik yöneticilik” yöntemlerini fiziki şiddetle besleyerek, medya tekeline dayanarak çalışmakta, gerektiğinde seçimlere el koyabilmektedir.
Devlet “makinesinin” organları, kadroları, iç düzeneği, kültürü, teknolojisi, mali kaynakları, amaçları yeniden, burjuva parlamenter sistemin ilkeleri yıkılarak şekillendirilmiştir. Karşımızdaki, parlamenter bir başkanlık rejimi değildir.
Bu siyasi şekillenme, iktidar biçimi, ülke ekonomisinin yeniden üretim süreçlerinden dışarı çıkarılarak el konulan kaynaklarla gerçekleşmiştir. İstanbul Belediye Başkanlığı’nın el değiştirdiği kısa sürede, siyasal İslamın talan makinesini, asalak karakterini, göz ucuyla da olsa görmek mümkün olmuştur. Belediye Başkanı’ndan kaçırılan veri tabanında kim bilir daha neler vardır.
Bugün Türkiye, Reuters, Financial Times, Wall Street Journal gibi kapitalizminin kanaat önderinin gözünde, “yeni bir döviz krizinin”, “borç krizinin” olası kaynağı, ekonomisi daraldığı için cari açığı dibe vurmuş, net rezervleri negatif olmuş, buna karşılık, Merkez Bankası kaynaklarını, bankaların döviz mevduat hesaplarını yemeye başlamış bir yönetimin elinde tutsak bir ülkedir.
Bu ekonomik krizin kaynağı, yandaş yazarların iddia ettiği gibi “ABD dışpolitikası” değil, bu “talan makinesinin” sermaye birikim sürecinde açtığı büyük deliktir.
Bugün yalnızca kendi bekasını düşünerek, yarını yangın yerine çevirmeyi göze almış, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” havasındaki bir yönetim karşısında “her şey” nasıl “çok güzel olacaktır”? Bu sorunun cevabı henüz yoktur!
Cumhuriyet / 16.05.19