Fikret Başkaya: Özgürlük mücadelesinde kaybetmek diye bir şey yoktur

Esas amaç toplumun dokusunu parçalamamaktır. Bu ülkelere gidişteki amaç, emperyalist çıkarları güvence altına almak. Bunun içinde oradaki yapıyı bozuyorlar.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 08 Eylül 2021
  • 11:45

ABD’nin 11 Eylül saldırısının yıldönümünde Afganistan’dan çekilmesiyle başlayan sistem tartışmalarını değerlendiren düşünür Fikret Başkaya, “Artık eski reçeteler işe yaramıyor. Düşünce devrimine ihtiyacımız var” dedi. 

ABD’nin 11 Eylül saldırısının yıldönümünde Afganistan’dan çekilmesiyle devam eden “kapitalist sistemin çöküşü” her yönüyle dünyanın birincil gündemi haline geldi. “Emperyalistler hiyerarşisi”nin tepesinde olan ABD’nin çekilmesi bir yenilgi olarak okuyanlar ile sistemin revize edildiği yönündeki görüşler derinleşiyor. Savaşlar, savaşlara bağlı yıkım ve göçler, emek, doğa sömürüsü ve iklim krizi daha çok konuşulmaya başlandığı sürecin ulus devletlere yansıması ile kapitalist moderniteye karşı mücadeleler de dünden daha fazla ilgi çekiyor. 

Özelikle ekoloji, kadın ve halkların özgürlük mücadelelerindeki sıçrama, kapitalist sisteme karşı bir kurtuluş reçetesi olur mu? Neyi, nasıl yapacağız? Tüm bu sorunlar ve çözümlerine dair hiç kuşkusuz düşünür Fikret Başkaya, kapısı çalınacak adreslerin başında geliyor. Amerika’nın, Afganistan’da kaos stratejisini başarıyla uyguladığını belirten Başkaya, ulus devletlerin ördüğü duvarların ise bir işe yaramayacağını söyledi. Yeni bir düşünce devrimiyle yaratılan tahribatın telafi edilebileceğini vurgulayan Başkaya’ya kulak verme zamanı... 

Güncel gelişmelerle bağlantılı makro bir çerçeve çizecek olursak, kapitalist sistem şu an nasıl bir değişim dönüşüm yaşıyor?  

Şunu iyi netleştirmek lazım. Aslında 2000’lerin başında ne yapılmak istendi. Oraya gelelim ama bir özet geçmemiz lazım, nasıl bir manzara vardı. ABD, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hegomonik bir güç haline geldi. Emperyalistler hiyerarşisinin tepesine oturdu fakat kapitalizm tarihinde hiçbir ülke onun kadar güçlü ve kapsayıcı olmamıştı. Savaştan sonra ABD dünya sanayi üretiminin yarıdan fazlasını tek başına karşılıyordu. Müthiş bir güçtü. İkinci savaşta, Almanya ve Japonya çökertilmiş, İngiltere ve Fransa büyük kan kaybına uğramıştı. Bu savaştan sonra, Avrupa ve Japonya’dan oluşan bir emperyalist kamp oluştu. Kapitalizm ikinci savaştan sonra istikrarlı bir büyüme sürecine girmişti. Fakat kapitalizm krizlerle yol alan bir sistem olduğu için 70’lerde krize girdi. Fakat bu konjonktürel değildi, sistematik ve yapısal bir krizdi. O tarihten sonra Amerikan hegomanyası aşınmaya başladı. Tabii hala dünyanın bir numaralı gücü olarak devam ediyordu. 1970’lerin ortalarından sonra sanayi üretimi ve başka alanlarda durumu daha görece olarak zayıfladı. Mesela savaştan sonra dünya sanayi üretiminin yarıdan fazlasını üretirken şu dakikadan itibaren yüzde 20’ye indi. 

Emperyalist ülkelerin zenginliği geriye kalanların doğal ve beşeri kaynakların sömürüsüne bağlıdır. Dolayısıyla ne yapıp edip onu engellemeleri gerekiyordu. Nitekim işte 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığa kavuşan ülkeler birtakım darbelerle siyasi cinayetlerle o ülkelerin karizmatik yöneticileri etkisizleştirildi. Rejimler yeniden kompradorlaştırıldı. Yani yeni sömürgecilik tesis edildi. Yani şimdi devletler bağımsız ama yeterli değil. Ekonomik ve kültürel olarak da bağımsız olman gerekiyor. Dolayısıyla emperyalist ülkeler dünyanın geri kalanının kendi kaynaklarını kullanmasına izin vermez, çünkü varlığı ona bağlıdır. Olup bitenleri tartışırken bu son derece önemli bir faktör. 

Amerika’nın hegomanyası zayıflıyor ama şöyle bir şey oldu; 1980’lerin sonunda Sovyet sistemi çökünce moralleri yükseldi ve dediler ki: “artık bundan sonraki bizim, biz götürebiliriz.” Halbuki öyle bir şey yok. Bir taraftan başka güçler de ortaya çıkıyordu. 90’lardan sonra “tarihin sonu” gibi teoriler geliştirdiler. Piyasa ekonomisi artık liberal demokrasiye dayalı bir dünya düzeni tesis edecek, dünya güllük gülistanlık olacaktı. Fakat onun pek yürümeyeceği anlaşıldı ve 2000’li yılların başına doğru bir kaos stratejisi geliştirdiler.  

Bir önceki dönemde devlet başkanlarını yok ederek kompradorlaştırma tercihi yapılırken kaos stratejisinden hemen sonra toplumların dokusunu parçalamak, kendi ayaklarının üstünde durmasını engellemek ve bu ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmenin yolunu açmayı hedeflediler. Kaos stratejisinin amacı sadece devleti yönetenleri değiştirmek ya da darbe değildi, bizzat o devletleri çökertme esasına dayanıyordu. 

Büyük Ortadoğu Projesi’nin varlık nedeni de oydu. Şöyle bir yaklaşım geçerliydi; Fas’tan Endonezya’ya kadar ılımı İslam’ın geçerli olacağı ülkeler grubu oluşturmak. Çünkü önceki dönemdeki otokrasiler aşınmıştı. Kitleleri oyalama, aldatma yeteneği aşınmıştı. Halklar meşruiyet üretme kabiliyeti kazanmıştı. Buna çare olarak, kaos stratejisi tamamıyla bir çökertme planıydı. Bilindiği gibi Irak’ta başladılar, Libya ve Suriye’de, başka yerlerde… Afganistan da bu biçimde, Büyük Ortadoğu Projesi dahilinde ele alınabilir. Çünkü Afganistan sadece ticaret yolunun merkezi değil aynı zamanda çok zengin doğal kaynakları var. Lityum, çeşitli madenler, petrol ve doğalgaz gibi. Bir boru hattıyla Hazar petrolünü batıya taşımak gibi bir plan vardı, o plan dahilinde Afganistan işgal edildi. Fakat emperyalist ülkeler zaten herhangi bir yerde demokratik bir rejimin kurulmasına izin vermiyor, vermez de. Mesela orada bir ilerici rejim vardı, 78’lerde. Bir takım reformlar yapıyordu. Kız çocukları okula gidebiliyor ve benzeri. Onu engellemek istediler ve o zaman terörü keşfettiler, ‘İslamcı terörü’. Aslında asıl tehlike terör falan değil, insanlığın düşmanı Amerika’nın kendisidir. “Teröristler insanlığın düşmanı” falan, kendileri oluşturdular. El-Kaide tamamen bir Amerika, İngiltere, Suudi Arabistan ve Pakistan ortak yapısıdır. “Teröre karşı savaş” tamamen yalandır, öyle bir şey yoktu.

Bahsettiğiniz kaos stratejisi Afganistan’la birlikte yeni bir evreye mi dönüştürülüyor? 

Evet. Orada önce El-Kaide peydahlandı. Taliban, Afganistan-Pakistan sınırında peydahlandı. Tabii amaçlardan biri Sovyetleri zora sokmaktı. Afganistan’ı kontrol etmek aslında Çin’i de angaje eden bir şey çünkü bu Çin sınırına dayanıyor. Orada da yine dinci gericiliği geliştirdiler. Terörle mücadele söylemi bir kuyruklu yalandı. Terörle savaş diye bir şey yoktu. Bilakis terörü kendileri peydahladılar, cihatçı unsurları eğittiler, donattılar, silahlandırdılar ve sahaya sürdüler. Büyük, egemen medyanın burada önemli rolü vardır. Yalanı üretmek yetmez, yalan yayılmalı. Tabii medyanın etkinlik alanında olan bir şey netice itibarıyla. 11 Eylül sonrası, asla terörle mücadele etmek, demokrasi götürmek ya da insanı kaygılar için yapılmadı. Tamamen Amerika’nın emperyalist çıkarlarının güvence altına alınmasıydı. 11 Eylül yaşandı, olması gereken zemin yaratıldı. 

Afganistan özelinde konuşacaksak kaos çerçevesinde ne tasarlandı. 20 yıl boyunca orda kalındı ve ne yaşandı? 

Afganistan’ın işlerliğini engellemek için orada kaldılar. Netice itibariyle söylemleri farklı. Her zaman farklıdır. Mesela Irak’a saldırdığı zaman gerekçeleri vardı; kitle imha silahları. Libya’ya saldırdığı zaman “orada bir diktatör var” dediler. Büyük medya da bunu çok rahatlıkla pazarladı. Esas amaç toplumun dokusunu parçalamamaktır. Bu ülkelere gidişteki amaç, emperyalist çıkarları güvence altına almak. Bunun içinde oradaki yapıyı bozuyorlar. Şimdi Amerika orda yenilmiş falan değil, aslında amaç hasıl oldu. Amaç toplumun kendi ayakları üstünde durmasını olabildiğince zora sokmaktı. Şimdi Afganistan’da kimin ne yapacağı belli değil. Taliban da şu anda hakim değil. Yani birbirini izleyen olumsuzlukların fitili ateşlenmiş oluyor.  

Kaos stratejisinin amaçlarından biri de ülkelerin zenginliklere el koymaksa Amerika 20 yıl sonra neden ayrıldı. İşgal gerekçesi ile çıkış gerekçesini nasıl tanımlamak gerekiyor? 

Amaç Rusya’nın ve Çin’in bir aktör olarak ortaya çıkmasına mani olmaktı. Onu başaramadılar. Rusya militer planda gayet gücendi. Çin’de ekonomik ve militer olarak güçlendi. Ama oraları darmadağın etmeyi başardılar. Yalnız bir şey var, ABD ekonomisi üzerinde durduğu ana direk silah sanayidir. Esas itibariyle müthiş önemli. Nerede bir savaş çıksa, savaş çıkmadan var olan bir sektördür. Bu devamlı büyüyor, trilyonları yutuyor. Yani meselenin o boyutunu da dikkate almak lazım. Bir yerde savaş çıkarttığında “ne kadar başarılılar” sorusundan ziyade, bir “başarı” hanesini de orada görmek gerekiyor. Neticede, Çin’i kolay kolay püskürtme imkanları yok, Rusya zaten orada, İran var. Dolayısıyla Amerika’nın hegomonyası hızla aşınıyor, bu hızlanacaktır. Bunlar nafile çabalar. Yani bu hegomonyayı eski halinde tutmak ya da aşınmasını engellemeye yönelik şeyler bunlar. Fakat şöyle bir şey de var; bunlar insanlığın büyük düşmanı. Dolayısıyla her türlü laneti göze almaktan çekinmeyeceğini söyleyebiliriz. Her tarafta nükleer silahlar var. Sadece başkaları kaybetmez, kimin ne kaybedeceği bilinmeyebilir. 

Afganistan’dan çıkışa dönersek, emperyalistler ülkeler yürüttüğü sistemi revize etmesi mümkün mü? 

Kaos stratejisinin başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Yemen’den Libya’ya Irak’tan Suriye’ye Afganistan’a kadar o strateji başarılı uygulandı. Fakat bu tabii başka amaçların gerçekleşmesine izin vermiyor. Bu Çin’i durdurmuyor. Hala dünyanın tek hegomanik gücü gibi bir şey kalmadı. ABD’nin hegomonyası aşınıyor, aşınmaya devam edecek. Bugünden yarına da tablodaki faktörler değişecek anlamına gelmiyor. Ama Afganistan’da terörün gelişmesine uygun bir iklim yarattı. Bu da Çin’i Rusya’yı beki Hindistan’ı rahatsız edecek. 

O halde ABD’nin çıkışını bir yenilgi olarak okumamak gerekiyor. Toplumsallığı çökertme noktasında başarılı oldu ve bahsettiğiniz şekilde terörü yeniden üretecek ve yayacak şekilde bir pozisyon yarattı ama öbür tarafta Çin ve Rusya ile baş edemedi mi? 

Onlara umduğu gibi uygun bir darbe vuramadı, vurması da mümkün değil. 

Taliban Afganistan’daki kontrolü sağlarken Çin ve Rusya ile hızla irtibat kurdu. Yani eğer bahsettiğimiz çerçevede Afganistan’da yaratılacak terör örgütleri bu iki ülkeyi rahatsız etmesi gerekir ama Çin, Taliban için alt yapı desteğine hazır olduğunu duyurdu. Rusya da ha keza bu yönde açıklamalar yaptı. Bunları nasıl okumalıyız?

Niyet başka, realite başka. Şimdi orada istikrarın kurulduğunu var sayarak, böyle bir şey söylenebilir. İkincisi de tabii ki yeni bir rejim ortaya çıktığı zaman kendi meşruiyeti için birtakım hamleler yapacaktır. Bu normal ama o bundan sonra Afganistan’da bir kaos ortamından uzaklaşmayacağı, bataklık olarak kalmaya devam edeceğini tahmin ediyorum. Oradaki başka örgüt ve faktörlerin nasıl devreye gireceği, denklemi nasıl değiştireceği ve sürecin nasıl devam edeceği belirsizliğini koruyor.

Hegonomik güçlerin de Taliban’ı olumlayan, reddetmeyen ve ilişki kurmaya yönelik sinyalleri de bu anlamda mı görmek gerekiyor... 

Evet, evet…

Taliban’ın şu an neyi üreteceği, kaos ortamının neye dönüşeceği, neye everileceği, kimi nasıl etkileyeceği yönünde şuan bir öngörüde bulunmak imkansız. O halde Afganistan’dan doğru yanında Pakistan da benzer bir yönetim şekli var. Bu ülkelerin çevre ülkelere yansımaları nasıl olacak? Komşu ülkeleri, yakınları mesela Türkiye gibi ülkelere nasıl yansımaları olacak?

Bir kere Türkiye’deki rejimin Taliban ile doku uyuşmazlığı zaten yok. Olabildiğince onlarla ilişkiyi kurmak yönünde bir irade ortaya koyacağı kesin. Fakat oradaki olayların nasıl gelişeceği belirsiz. Burada böyle bir niyet var ama tabii Türkiye’deki cihatçı unsurların morali yükselmiş durumda. Sadece Türkiye’deki değil, Suriye’deki ve başka ülkelerdeki de. İşin bir de veçhesi var. Bir belirsizlik sarmalına hapsolmuş bir ortam var. Ama şu oldu Amerika orayı bir bataklık haline getirdi. Oralara demokrasi getireceğiz, insan hakları, özgürlük falan. Dünyada bundan büyük yalan olamaz çünkü varlığını bunları engellemeye borçlu bir emperyalist sistem var. Bu gibi ülkelerde bu söylemlere teşne olan eğitimli kesimler var. Amerika’nın nasıl lanet bir şey olduğundan haberi yok, emperyalizm hakkında bir fikri yok, neyin hesabının yapıldığın farkında olamayan bir kitle var. Emperyalizmin en çok korktuğu bu ülkelerde demokrasinin gerçekleşmesidir. Ne olur o zaman? Demokratik olan bir ülkede o ülkenin kaynakların istediğin gibi yağmalayabilir misin? Demokrasiyi oralardan beklemekten daha büyük aymazlık, utanmazlık olamaz. İnsan haklarıyla ne ilgisi var emperyalistlerin. Kaç milyon insanı öldürdüler? 2. Dünya Savaşı’ndan sonra öldürülen milyonların sayısı belirsiz. Ne kadar ülkede katliamlar yaptılar, savaşlar çıkardılar. Afrika içinde öyle. Aynısını yaptılar orda da Amerika değil Fransızlar yaptı. Bu gün ki statükoyu değiştirmenin anahtarları buralarda. Bu süreçte zarar gören bizim taraf.  Dolayısıyla anti-emperyalist ama radikal olarak antikapitalist olmak gerekli. Çünkü kapitalizme karşı olmadan emperyalizme karşı olamazsın. Bir karşı çıkışla bu süreç yolluna sokulabilir. Yani yaşanan bir dünyaya giden yol aranılabilir. Onun dışında bir seçenek yok. Radikal olarak antiemperyalist bir duruş sergilemek gerekiyor.

Türkiye’yi yönetenler açısından baktığımızda Afganistan’daki gelişmelerle ilgili doku uyuşmazlığı yok, kendileri açısından bir problem yok. Peki, bu gelişmeler topluma nasıl yansıyacak?

Türkiye toplumu ona fit olmaz. Zorlama olur ama Türkiye toplumu bütün zorlamalara rağmen, son 20 yılda yapılanlara rağmen laik ve ilerici bir damar var, özgürlükçü bir damar var. Dolayısıyla burada fazla etkili olmaz. Yani sorun yaratmaz değil ama köklü bir değişiklik de yaratmaz. Dediğim gibi özgürlükçü ve laik bir şey var. Gerçi laikliği aşındırdılar. Ama zaten eskiden de tam laik değildi. Bir devletin göbeğinde Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum varsa orada laiklik tartışmalıdır. Çünkü laikliğin tanımı, dinin politika alanına karışmaması, politikanın da dinin alanına bulaşmamasıdır. Yoksa yani bütün inançlara karşı eşit mesafede durmak falan değildir. Din hiçbir zaman politik bir işler üstlenmeyecek, politikada hiçbir zaman dine karışmayacak. Türkiye’de Diyanet İşleri ne demek? Aslında o bakanlık ama başkanlık olarak sunuluyor. İşi kolaylaştırıyor. Yer yer şeriata uygun kararlarda ileriye gittiler. Bütün zorlamalarla Türkiye’deki yapıyı değiştiremezler.

Yeni bir okumaya ihtiyacımız olursa, bundan sonra kaos stratejisinin sınırları nedir?

Yani bundan kaosun yaptığının tamirine bağlı işler. Toplumların tekrar kendi ayakları üzerine durabilir hale gelmeleri, antiemperyalist ve antikapitalist bir irade ortaya koymaları durumunda olur. Bu kaos stratejinin yaratığı tahribat telafi edilebilir ve yani dünyadaki emperyalist statüko sonlandırılabilir.

Bunun için ezilen halklar, sınıf mücadelesi, kadın mücadelesi gibi farklı dinamikleri koymak mümkün. Bu anlamda okuduğunuzda nasıl bir öngörüde bulunursunuz? Bunun dönüşümü ve gidişatı konusunda neler söylemistersiniz?

Şimdi kapitalizme “yaratıcı yıkıcılık” denirdi. Şimdi yaratığından çoğunu yıkıyor. Dolayısıyla bir sürdürülememezlik tablosu ortaya çıktı. Sadece sosyal kötülükleri derinleştirmiyor, azdırmıyor. Nedir o sosyal kötülükler? İşsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet… Aynı zamanda doğa tahribatını da derinleştiriyor yani ikili bir olumsuzluk üretiyor. Bir taraftan sosyal kötülükler derinleşiyor bir taraftan ekolojik yıkım aldı başını gidiyor. Biliyorsun ekolojik yıkım, biyo-çeşitliliğin yok olması. İklim krizi diye çok önemli bir faktör devreye girmiş. Bu işin şakaya gelir bir tarafı yok. İnsanlık vakitlice aklını başına almazsa buradan çıkış yok. Fakat ister ekolojik yıkım, ister iklim krizi olsun bunlar kapitalizm dahilinde başa çıkılamaz. Bu bir. İki; vakit daralıyor. Çünkü atmosferin ısınması bu şekilde giderse geriye kurtarılacak bir şey kalmayacak. Eskiden sınıf mücadelesinin etrafında yürüyen bir mücadele yöntemi vardı. Fakat kapitalizmin geldiği bu aşamada, sosyal kötülüklere ekolojik yıkımın eşlik etmesiyle yeni unsurlar devreye girmeye başladı. Ekolojik hareket, kadın hareketi hiç olmadığı kadar güçlü. Demokratik hareket ve insanlar hakları. Yani yeni bir politik özeninin ortaya çıkması gerekiyor. Artık eski reçeteler işe yaramıyor. Eski tarz düşünceyle bir şey yapmanın imkanı yok. Bugünkü siyaset yapma tarzının işe yaraması mümkün değil. Bununla bir adım daha öteye gidilemez. Oyalama yeteneğini kaybetmiş durumda. Bir düşünce devriminde ihtiyaç var. Bu düşünce devrimi eski ve ölü bilgilerin tahakkümünden kurtulmaya bağlıdır. Sosyal realiteler sürekli değişiyor, hiç durmadan değişiyor fakat onları anlamak için senin kullandığın kavramlar aynı kalıyor. Uyumsuzluk ortaya çıkıyor. Bizim ölü bilgilerin tahakkümünden kurtulmamız gerekiyor. Bir bilinç devrimine ihtiyacımız var. Yani bu bilinç devrimi olmadan ve politika yapma tarzını değiştirmeden olmaz. Türkiye’de politika yapmak ne demek? Bir takım profesyonel var. Politika yapmak demek, mülk sahibi sınıfların ülkenin zenginliğini talana etmesi, hazineyi ve bütçeyi yağlaması demek. O profesyonel politikacılar da bal tutan parmaklarını yalıyorlar. Onlar da kendilerini ve yakınlarını zenginleştirmeyi başarıyorlar. Yani bu politika artık yürümeyecek. Yürümemesi için tabi yurttaş olmayı, yurttaş olma bilinci gerekli. Çünkü her şeyi yağmalıyor, akıl dışı vergi alıyorlar ve yurttaş verdiği verginin hesabını sorana denir. Kimse hesap sormuyor.

Politika yapma tarzı derken, muhalefeti de içine koyuyor musunuz?

Gayet tabii. Müesses nizamın muhalefeti bu iş için uygun değil. Onlar hala bu aracın rotada gideceğini sanıyorlar. Halbuki ayaklarının altındaki zeminin kaydığından haberleri yok. Masa çökerse üstündeki her şeyle birlikte çöker. Sistem çöküyorken o politika yapma tarzını işlevsizleşiyor. Şuanda burjuva siyaseti yolun sonuna geldi. Yönetememe hali var. Türkiye’yi yönetebiliyorlar mı? Bir taraftan da bu işi üstlenmesi gerekenlerin yetersizliği, basiretsizliği, örgütsüzlüğü var. Bu çelişkinin aşılması gerekiyor, imkansız bir şey değil. 

İmkansız olmayana dair bir şey söylemek lazım. Neyi nasıl yapacağız ve ne öneriyorsunuz?

Yapılacaklar çok açık. Şimdi bir kere politika yapma işini, burjuva siyasetinden ve profesyonellerin elinden almak gerekli. Kitleler bizzat her aşamada sürece dahil olacak. Bir sürü sorun alanı var, işsizler, yoksullar, açlar, toprakları elinden alınanlar. Öte yandan bir sürü sol parti var. Bunların birleşmesi lazım. 40 tane fraksiyon patolojik bir durumdur. Birleşmesinin de koşulları var.  Bütün sorun odakları, temsilcileri bir ulusal bir kongrede toplanır ve sorunlar tartışılır. Orada bir heyete bir görev verilir ve siz bir geçiş programı yapın ya da bir geçiş planı hazırlayın denir. Tarım sorunu nasıl çözülecek, ekolojik sorun nasıl çözülecek, işsizlik nasıl çözülecek, konut sorunu nasıl çözülecek, atmosferin ısınmasına karşı ne yapılacak… Bunu yapacak kadro potansiyeli Türkiye’de var. Bir çıkış programı yapabilirler. O hazırlandıktan sonra tekrar bir daha geniş ulusal kongre yapılarak o programa işlerlik kazandırılabilir. Buna engel yok ama dediğim gibi bunun için niyetin olması lazım. Bu dediklerim çok rahat yapılabilir. Çünkü bu araç yürümüyor ve sorunlar artık etlenebilir olmaktan çıkıyor. 

Bundan sonra burjuva iktidarı işsizlik sorunu çözemez. Hiçbiri iktidar işsizlik sorunuyla başa çıkamaz, yoksullukla başa çıkamaz. Atmosferin ısınmasını durduramaz. Zaten sadece ülkeleri ilgilendirmiyor. Küresel bir organizasyon lazım. Bir tek sen Karadeniz’in Akdeniz’in kirlenmesini engelleyemezsin, nehirlerin kurumasını engelleyemezsin. Küresel bir plan lazım. İnsanlık böyle kritik bir eşiğe geldi, dayandı. İklim krizi olmasaydı, ekolojik yıkım olmasaydı yani başka şeylerde hala pazarlık edilebilirdi. Şimdi öyle değil, seni sahaya sürecek koşullar ivedilikle ortaya çıkmış durumda ve sorunlar ertelenebilir değil. 

Tabii iklim krizi çok önemli bir yerde duruyor. Ama bir şey daha var. Kitlesel göçler… Bu artık uluslararası pazarlıklara dönüşmeye başladı, uluslararası ilişkilerde birinci gündem maddeleri haline gelmeye başladı. Ulus-devletlerde çatışma ve ırkçılığın yükselmesine neden olan, gerekçe yapılan bir göç durumu var, mültecilik konusu. Bu dünya için yeni bir sorun mu? 

Eskiden beri bu göçler var fakat eskiden daha çok savaşlar yüzünden ortaya çıkıyordu. Şimdi iklim göçü başladı. Şimdi insanların toprakları çöl olmuşsa, suları kesilmişse orda yaşayamayacağına göre göç ediyor. Emperyalist devletler ne yapıyor, duvar örüyor. Duvarlar bir işe yaramaz, duvarla olacak bir şey değil. Onun için yani dünyanın sorunları bir bütün haline geldi. O zaman çözümleri de ulusal sınırların ötesinde. Sadece ulus-devlet dahilinde bu sorunları göğüsleyemezsin.

Haliyle sadece insan göçünden bahsedemeyiz. Doğa tahribatı sonucu bütün canlılar açısından bir göç hareketliğinden bahsedebiliriz…

Evet. Türkiye’de göller kuruyor, sulak alanlar kuruyor, göçmen kuşların yaşam şansı kalmıyor. Onların gidecek yeri yok, nereye gidecek. Türkiye’de son 10-20 yılda ekolojik yıkım çok hızlandı. Bunlar da yangına körükle gidiyor. Kapitalizm yeni değer üretemiyor, büyüyemiyor. Bakma sen büyüme verilerine. Büyümeyi putlaştırıyorlar, büyücek ve ekonomi sorunlar çözülecek, yok öyle bir şey! Neyin büyüdüğü, ne pahasına büyüdüğü ve nasıl büyüğü önemli. Şimdi nasıl büyüyor Türkiye, doğayı yağmalayarak, canlıyı metalaştırarak. Böyle büyüme mi olur? Son çeyrekte yüzde 21 büyümüş. Yüzde 121 büyüse ne olacak ki! Allahtan ki yüzde 121 büyümüyor. 

Kapitalizm büyüyemiyor, sorunları azdırıyor. Büyüyor, sorunları daha da azıyor. Boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz. Uygarlık kritik aşamaya geldi derken, bunu söylemek istedim. Ayağının altındaki zemin kaymışsa, artık eski kafayı bırak. Artık yeni durumun gerektirdiği bir yaklaşım, anlayış, kavrayış, düşünce sistemini geliştirmek gerekiyor. Ortalama insan da burjuva siyasetçileri de hala bu aracın bu rotada gideceğine dair ahmakça bir inanca sahip. Burada kritik işlevi olan entelektüeldir. Sorunların kökenine inen anlamında. Yoksa yani eleştiri, radikal değilse eleştiri değildir. Radikal olmayan eleştiri sorunun etrafında dolanmaya yarar. O zaman sömürü sistemini meşrulaştırır. Uzmanlar işte, eğitimli, aydın diyorlar bunlara. Uzman bir alanda bilgi sahibidir ama bunlar bütünden habersizdir. Onun bu özelliği egemen sınıf tarafından onu kullanışlı hale getiriyor. Televizyona çıkıyorlar o uzmanlar ve 3 saat iklim krizini konuşuyorlar, hiçbirinin ağzından kapitalizm lafı çıkmıyor. İyi de o sorunu hangi zemin üzerinden tartışıyorsunuz, neyle tartışıyorsunuz. Onun için entelektüelin böyle kritik, tarihsel dönemlerde böyle işlevi var çünkü ütopyayı üreten entelektüeldir.

Birçok konu birbiriyle bağlantılı. Savaş, sömürü, ekolojik yıkım, iklim krizi, sosyal kötülükler ve kaos süreci… Bir yandan da ulusal talepleri olan halkların mücadelesi var. Örneğin Kürtler. Sistem okumanızda bu haklara nasıl bir parantez acırsınız? 

Haklar kendi özgürlükleri, haysiyetleri için mücadele ettiler ve etmeye devam diyorlar. Genel bir demokratikleşme, kapitalizmden genel bir çıkış, onların dönemleri olacağı kesin. Neticede her özgürlük hareketi, egemenlik sistemini aşındırır. Dolayısıyla her türlü ilerici tanımına giren hareketlerin hem kendilerinin güçlenmesi gerekiyor hem de bunlar arasındaki iş birliği ve dayanışmanın gelişmesi gerekiyor. O özgür olmadan sen olamazsın, onun özgürlüğü senin özgürlüğün de koşuludur. Ezilen bir halkın kaderine kayıtsız kalmak zaten gayri insani bir şeydir. 

Sistemsel dönüşümler, kaoslar içerisindeki, egemen devletlerin politikaları içerisindeki durumları ne olacak? Buradaki bakış açısıyla baktığımızda, umut vaat ediyor mu yoksa daha mı karamsar bir tablo var?

Mesele iyimserlik, kötümserlik meselesi değil. İyimser bir tarafa doğru abartır, kötümser bir tarafa doğru abartır. Önemli olan umuttur, umut da mümkün olan ile muhtemel olan arasındadır. Dolayısıyla özgürlük hareketlerinin her biri her aşamada insanlığın bir kazanımıdır, özgürlük mücadelesinde kaybetmek diye bir şey yoktur, adımı attığın an kazanmaya başlarsın, böylece sürüp gider.

 

Deniz Nazlım - Sedat Yılmaz - Mezopotamya Ajansı / 08.09.21