Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, hafta içinde ziyaret ettiği Katar’da döviz kurundan Merkez Bankası rezervlerine, İsrail’le ilişkilerde yeni dönemden AB’nin Demirtaş ve Kavala kararlarına bir dizi açıklamalarda bulundu. Kavala ve Demirtaş kararlarını tanımadıklarını tekrarlayan, yetişilemeyen hayat pahalılığını stokçulara bağlayan, Türkiye’ye ekonomi üzerinden operasyon çekildiğini savunan Erdoğan’a göre, ihracata dayalı büyüme planının neticeleri 6 ayda alınacak ve “Bu kriz de teğet geçecek!” Konuşması sonrasında gün içinde görece sakinleşen dolar kuru yeniden yükselişe geçerken, Erdoğan aynı akşam bu kez kabine toplantısı sonrasında kameralar karşısında geçerek bir süredir propagandasını sürdürdüğü “yeni ekonomik kurtuluş planına” dair bir kez daha “Biz ne yaptığımızı biliyoruz” dedi.
Peki, Erdoğan’ın bizzat propagandasını yaptığı yeni ekonomik model ne? Muhalefetin “Bu planın bir rasyonalitesi yok” yaklaşımı ne kadar doğru? Çin modeliyle benzerlikleri ve farklılıkları neler? Türkiye Merkez Bankası rezervleri konusunda Erdoğan’ın iddia ettiği gibi endişeye mahal yok mu? Dolar kurunun rekor yükselişi nedeniyle kadükleşen 2022 bütçesinin nasıl yansımaları olacak?..
Türkiye’de borç yönetimi, küresel Güney’de finanslaşma ve devlet kuramı alanlarında çalışmaları bulunan, yakın zaman “Borçlandırma siyaseti, Türkiye’de Finansal İçerilme” adlı kitabı da okuyucuyla buluşan, Siyaset Bilimci Dr. Ali Rıza Güngen yanıtladı.
Ücretlerin baskılanması Çin modeline benziyor
TL’nin değersizleşmesi karşısında Erdoğan “ekonomide kurtuluş savaşı” olarak sunduğu yeni bir ekonomi modeline geçildiğini duyurdu. Yatırım, istihdam, üretim ve ihracat olarak özetlenen bu yeni planın bırakılan ekonomi politikasından farkı ne?
Tamamen bir kenara bırakılmış olup olmadığını aslında önümüzdeki aylarda anlayacağız. Çünkü bugün bir kurtuluş planı olarak sunulan programın bazı unsurlarını biz Berat Albayrak döneminde dinledik. Hatta 2015-16 yıllarında çeşitli teşvik tartışmalarında, sanayileşme tartışmalarında da dinledik. Farklılık şu; Türkiye’nin 21.yüzyılın başında IMF gözetiminde uyguladığı program, özel talebin artışıyla yükselen bir büyüme politikası ortaya koymuştu. IMF gözetimi sona erdikten sonra da en azından 2015-2016’ya kadar reel ücretler büyük oranda yerinde saydı. Bu gerçekleşirken, özel tüketimin çok büyük rol oynadığı büyüme, hanelerin hızla borçlandırılmasıyla sağlandı. Başka bir önemli unsur şuydu; doğrudan yabancı yatırımlar Türkiye tarihinin rekorlarını kırdı 2005, 2006, 2007 yıllarında. Bu ikisinin sağladığı itkiyle 2002-2007 döneminde, başka dönemlerle karşılaştırıldığında daha yüksek büyüme oranları görebildik. Böylelikle, AKP’nin kendi tabanını konsolide etme girişimlerine başlayabildiğini görebildik. Aynı zamanda farklı sermaye fraksiyonları arasındaki gerilimleri yönetebildiğini de gördük.
Peki yeni modelin ana ayağı nedir?
Burada artık özel tüketim değil de ihracatın büyümeye katkısının arttırılması ön plana çıkartılmış durumda. Rekabetçi kur olarak adlandırılan politikaların beraberinde getirebileceği sosyal yansımalar ücretlerin baskılanması, reel olarak gerilemesi. Çünkü içerideki talebi de baskılamak zorundasınız eğer ihracatı öne çıkartacaksanız. Ücretlerin baskılanması uluslararası sermaye için tekrar teveccüh gösterecekleri bir ortamın yaratılması anlamına geliyor. Aynı zamanda Türkiye’deki emek yoğun üretim gerçekleştiren sermaye gruplarının daha fazla ihracat yapmasının önünü açmak anlamına geliyor. Bu böyle muazzam planlanmış, strateji bütçe başkanlığı tarafından bütün ayrıntıları dökülmüş ya da Hazine ve Maliye Bakanlığı koridorlarında uzun tartışmalar sonucu ortaya çıkarılmış bir plan falan değil. Biraz Türkiye’nin sürüklendiği kriz ortamındaki arayışın sonucu.
Bu plana büyük sermayenin tepkisi ne?
Bu tarz bir programa karşı çıkan çeşitli büyük sermaye grupları var. Bu grupların karşı çıkmasının arkasında döviz cinsi borçlarının çok önemli bir yer kaplaması yatıyor. Aynı zamanda kapasite açısından çok daha ön plandalar. Yani uluslararası finansal piyasalardan borçlanabilen gruplardan söz ediyoruz, örneğin Doğu Avrupa’ya, örneğin Asya’nın çeşitli bölgelerine ya da Ortadoğu’ya yüksek ihracat rakamları yakalayabilmiş orta düzeyde teknoloji yoğun ürünler satabilen çeşitli gruplardan söz ediyoruz. Bunların çoğunun kendini bulduğu çatı, TÜSİAD çatısı. Döviz yükümlülükleri nedeniyle bir karşı çıkış sergiliyorlar. Onlar 2000’lerdeki politikaları arıyorlar ama son 5-6 yılda pek etkide bulunamadıklarını gördük.
Burada hakikaten bir model değişikliği girişimi var. Bunun başarıya ulaşma ihtimali çok zayıf olabilir. Bunun yüksek büyüme oranları yaratma ihtimali, ihracat kapasitesini çok hızlı şekilde arttırma ihtimali çok yüksek değil, büyük olasılıkla başarısızlığa uğrayacak bir değişimden söz ediyoruz ama insanların aklıyla dalga geçmeyelim, nasıl TÜSİAD temsilcilerinin önerdiği bir politika varsa, daha orta ölçekli üretim yapan sermaye kesimlerinin ve devlet kaynaklarından çok daha etkin şekilde yararlanabilen çeşitli sermaye kesimlerinin de bir rasyonalitesi var ve onlar bu tarihsel fırsatı değerlendirmek istiyorlar.
Bu model değişikliğinden sermaye fraksiyonları arasında bir çatışma belirmeyecek mi?
Elbette. Bunun gerilimlerini gördük zaten. Ama dinamik bir süreçten bahsediyoruz. Yani Türkiye’de emeğin baskılanması şu anki politikaya uzak duran sermaye kesimlerini buna adapte etme sürecini beraberinde getirebilir. Daha sermaye yoğun üretim yapan kesimlerin harcamalarını, kararlarını bu yeni modele göre uyarladıkları bir dönem de yaşayabiliriz. Şunu unutmamak lazım; Türkiye’deki büyük sermayeyi takip etmek için yapacağımız bazı şeyler var. Örneğin İstanbul Sanayi Odasının ilk 500 şirkete dair açıkladıkları verilere bakalım. Bu şirketler bütün bu kriz ve pandemi ortamında, bütün bu model değişikliği çabaları sırasında çok yüksek kârlar elde ettiler. Elde etmeye de devam ediyorlar.
Peki neden rahatsızlar?
Uluslararası piyasalardaki rakiplerine göre daha az biriktirdiklerini düşünüyorlar. Ama bu rekor düzeyde kârlar elde ettikleri gerçeğini değiştirmiyor. Yani buradaki rahatsızlık cepheden karşı koyma, cepheden açık çatışmaya dönüşecek bir rahatsızlıktan ziyade taleplerini dile getirme şeklinde gerçekleşiyor. Dolayısıyla büyük sermaye gruplarının ve daha sermaye yoğun üretim gerçekleştiren yapıların kendilerini bu modele adapte ettiklerini görebiliriz önümüzdeki yıllarda. Eğer tabii bu bir model halini alırsa.
İhracata dayalı büyüme, Erdoğan’ın yeni model anlatısında da öne çıkıyor. İhracatçılar homojen bir grup değil, hangi sektörler bu modelde daha fazla kayırılacak?
Pozisyon nedeniyle dezavantajlı olan bazı kesimler var. Örneğin makine üretimi gerçekleştirenler, kimya sektöründe kimyasallar üretenler, bunlar bağlantıları nedeniyle şu anki kur politikasından biraz zarar görüyorlar. Doğrudan doğruya bu tarz radikal bir değer kaybı sırasında daha avantajlı konuma geçmiş olan gıda sektörü ya da mobilyacılık gibi sektörler var. Bunlar ihracat rekorları kırıyorlar şu an. Dinamik bir süreçten bahsediyoruz, 2021’de çeşitli makine ve teçhizat üreten firmaların çok zor duruma gelmiş olması bunların 2022’de, 2023’te iflas edecekleri anlamına gelmiyor. Ama eğer bir atılım sergileme, yeni pazarlara erişme diyorsak eğer, biraz daha emek yoğun üretim sergileyen gıda, tekstil, mobilyacılık gibi sektörlerin biraz daha ön plana çıktığını görebiliriz. En azından bu son dönemde bu gerçekleşiyor. Bunun devamı gelecek mi bilmiyoruz ama 2021’deki trend bu doğrultuda.
Yatırım ve üretim kısmı yeni modelde nasıl gerçekleşecek kimse bilmiyor
Bu yeni modele, Çin modeli benzetmesi yapıldığı için soralım. Çin modeline hangi yanlarıyla benziyor?
İki ana eksene bakacak olursak Çin modeline bir bakımdan benzediğini, bir bakımdan dağlar kadar fark olduğunu söylememiz gerek. Benzerlik şu; en azından 21. yüzyıla kadar Çin’de açıktan bir ücret baskılaması politikası gerçekleşmişti. Yani Çin’in kalkınma sürecini ucuz emek cenneti olarak okumak mümkündür. Öngörülen modelin beraberinde getireceği şeylerden bir tanesi bu. Ama modelin diğer ayağı zaman zaman akademisyenlerin devlet kapitalizmi olarak da adlandırdıkları bir yönelimi bize gösteriyor. Yani, devletin, siyaset yapıcıların doğrudan doğruya sermaye gruplarını disipline ettiği, yatırım alanlarına yönlendirdiği, yatırım önceliklerini kararlaştırdığı ve dayattığı bir kalkınma hamlesinden bahsediyoruz. Türkiye’de bu tarz bir disiplin, bu tarz bir planlama söz konusu değil. Dolayısıyla burada bir fark var. Teşvik aracılığıyla örneğin devlet bankalarını kullanma aracılığıyla, kamu finansal kapasitesinin seferber edilmesiyle bunu yaratmaya çalışıyorlar. Ama Çin’de gördüğümüze benzer bir sermaye birikimine doğrudan müdahale etmek ve yatırım önceliklerini belirlemek ve dayatmak gibi bir şey henüz görmüyoruz.
Türkiye’de şöyle bir sıkıntı da var; yatırım ve üretim kısmı bahsedilen bu yeni modelde nasıl gerçekleşecek onu kimse bilmiyor. Bütçede böyle bir şey yok, devletin böyle bir yönelimi yok, ortada sadece teşvik politikası var. Bu politika özellikle ara malı ithalatına bağımlılığını sona erdirmek için belirli sektörleri hedef alan bir teşvik sağlamaya çalışıyor. Çeşitli yeni sermaye grupları yaratmaya çalışıyor. Önümüzdeki yıllarda anlayacağız bu son 4-5 yıldaki teşvik politikasının ne kadar etkili olduğunu.
Asgari ücrette hayat standardını yükseltecek bir artış yapılmayacak
Erdoğan yeni planın sonuçlarının 6 ayda görüleceğini, vatandaşın ferahlamaya başlayacağını iddia ediyor. Doktor, öğretmen maaşlarına, asgari ücrete zam gibi ataklar yapıyor. Bu hamleler daha bir kısmını yaşadığımız TL’nin değersizleşme yansımalarına barikat oluşturabilir mi, yoksa tamamen seçim sathı maili içine girilmesiyle mi ilişkili?
Seçim sürecine girmeyle birlikte okumakta fayda var. Bunları yapmak zorundalar. Asgari ücret meselesi de bununla ilişkili. Yoksa hayat standartlarında çok radikal, hissedilen bir gerileme olduğunu, AKP’ye oy vermiş kesimlerde de çok net biçimde hissedildiğini görüyoruz. Bunu hafifletmeye, emeği korumaya çalıştıklarını bir şekilde göstermek zorundalar. Zamanlama ve oranlar bize muhtemel seçim tarihine dair çeşitli göstergeler sunacaklar. Spekülasyon yapmak çok uygun değil ama 2023’e göre planlarını biçimlemeye çalıştıklarını düşünüyorum. Bu tarz bir model değişimi önümüzdeki aylarda hakikaten takip edilecek bir politika hattıysa bunun sonuçlarını almaya 2022 sonunda başlayacaklar. Bunun sonuçlarını almaksızın bir seçim zor görünüyor.
Bir yandan ucuz iş gücü propagandası, emeğin baskılanması, diğer yandan asgari ücreti yükseltme vaadi. Bu bir tutarsızlık yaratmıyor mu?
Asgari ücrete resmi enflasyon oranının üzerinde bir artış yapılması ile Türkiye’nin ucuz emek cenneti haline getirilmesi arasında bir tutarsızlık olduğunu söyleyemeyiz. Bunun nedeni TÜİK’in enflasyon hesabındaki sorunlar. 2020 yılında asgari ücret TÜİK’in geçim ücreti civarındaydı, 2021 yılında TÜİK’in geçim ücretinin üstüne çıktı, 2022 için de TÜİK’in geçim hesabının üstünde bir asgari ücret verildiğini göreceğiz. Ama bu sendikaların hesaplamış olduğu açlık, yoksulluk sınırı gibi oranların yanına dahi yaklaşamayacak. Dolayısıyla biz bir yandan enflasyon oranının üzerinde bir artış verildiği yönünde emekçilerin korunduğuna yönelik AKP-MHP blokundan bir yeni söylemin geliştirildiğini göreceğiz. Ama bu milyonlarca emekçinin hayat standartlarındaki düşüşü hafifleten bir artış anlamına gelmeyecek.
DDK’nin bir şey yapıyormuş gibi görünmesi siyaseten işlevli
Erdoğan, hemen her sorunda olduğu gibi dövizdeki yükselişin de ekonominin gerçeklerine uygun olmadığını, Türkiye’ye dış güçler tarafından operasyon çekildiğini belirtiyor. İçerideki uzantılar bir diğer adres. Bunun için de Devlet Denetleme Kurulunu (DDK) görevlendirdiğini söylüyor. DDK ne bulacak?
DDK hiçbir şey bulmayacak. DDK’nin yapması gereken şey, MB’nin 2020 haziranında neden ABD dolarının TL karşılığını 6.80 civarında sabit tutmak için o kadar fazla müdahale yaptığını sorgulamaktır örneğin. DDK, MB tepe bürokratlarını ve teknokratlarını sorgulamak zorundadır. Ama bunların hiçbirini yapmayacak çünkü bunlar bizzat Saray’ın talimatıyla gerçekleştirilmiş işlemler. DDK aynı zamanda devlet bankalarının kullanıldığı 2019-20’deki döviz satışlarının hangi dönemde yapıldığını, hangi günde yapıldığını ve bunlara dair bilgilerin sızdırılıp sızdırılmadığını araştırmalı ama bunu da yapmayacak çünkü bunlar da Erdoğan yönetiminin talimatıyla ve büyük olasılıkla da bazı kişilerin bilgilendirildiği operasyonlar oldu. Dolayısıyla burada sadece propagandif bir şey görüyoruz, DDK herhangi bir şey yapamaz ama yaptığı görüntüsünün verilmesi, hele hele birkaç günah keçisi bulunabilirse eğer onların afişe edilmesi siyaseten çok işlevsel olabilir.
Dolayısıyla aynı bağlamda, zamların adresi olarak gösterilen stokçular arasında da günah keçileriyle karşılaşabiliriz.
Evet, daha önce gördük. Türkiye’de soğan depolarının basıldığını gördük! Bunlar etkili oluyor. Birilerinin günah keçisi ilan edilmesi Türkiye siyasetinde çok işliyor. Buna benzer şeyler yapabilirler. Ama bunun bankalara uzanması, zincir marketlere uzanmasını çok mümkün görmüyorum. Çünkü çok büyük altüst oluşlar yaratabilecek hamleler bunlar. Bankacılık sistemine böyle bir müdahalede bulunmanın öngörülemeyen bir zincir reaksiyon yaratma ihtimali var.
Bir ülkeye yüklü ekonomik yatırımlar yapılması o ülkenin ekonomisini bambaşka seviyelere taşımıyor
Katar Dışişleri Bakanının “Türkiye'nin yaşadığı ekonomik zorluklardan ortaya çıkacak fırsatları değerlendirmek istedikleri” ifadeleri nedeniyle de tartışılan Erdoğan’ın Katar ziyaretinde ekonomiden Diyanete pek çok alanda anlaşma imzalandı. Geçtiğimiz günlerde de BAE ile yapılan bu anlaşmalar derde deva olabilecek mi?
Bunun kısa yanıtı olmayacağı. Ama bir arka plan sunmak lazım. 2018’de Katar’dan yeni milyarlarca dolar yatırım geleceği yönünde bir şey yapıldığında açıkçası ben de “Türkiye’deki yatırım stoku sadece 3-5 milyar dolar olan Katar, niye onlarca milyar dolarlık yatırım yapacak Türkiye’ye” demiştim. İlginç bir şey gördük, 2019’da ve 2020’de çok yüksek yatırımlar gerçekleştirdi Katar. Türkiye’de en fazla doğrudan yatırım stokuna sahip ikinci ülke konumuna geldiler. Bu değişim, Erdoğan yönetiminin Katar’la oluşturmaya çalıştığı çeşitli organik bağlantılarla ilişkili, aynı zamanda tabii ki enerji anlaşmalarıyla vs. ile de ilişkili. Ama bize şunu gösteriyor, Katarlılar son iki yılda 20 milyar doları aşkın bir yatırım gerçekleştirmiş ve bu dönemde Türkiye kur krizinden kur krizine savrulmaya devam etmiş. Çeşitli sektörlere çok yüklü doğrudan yatırımın yapılması o ülkedeki ekonomik yapıyı, üretimi kısa bir süre içinde bambaşka seviyelere taşımıyor. Katar bunun en belirgin örneğidir. Türkiye’de o kadar büyük bir döviz ihtiyacı var ki ve Türkiye’deki ekonomi politikaları o kadar savruk bir şekilde devam ediyor ki, son dönemde gördüğümüz doğrudan yatırım stokundaki artış derde deva olmaktan çok uzak kalıyor.
Kurdaki yükseliş hiperenflasyonu ortaya çıkarabilir
Malumunuz, Erdoğan konuştukça, döviz kuru yukarı doğru tırmanıyor. Şu aşamada doğru soru doların neden yükseldiğinden çok, inmesi için neden müdahale edilmediği mi?
İkisi de doğru sorular. Neden yükseliyor? Türkiye’de 2018-19 krizi sırasında belirginleşmiş olan süren bir değer kaybı vardı. 2020’de pandemi döneminde en azından ilk dalga sırasında Türkiye’den sermaye çıkışları da gerçekleşti. 2018’de başlayan ve devam eden bir dolara hücum var. Pandemi sırasında bir ara durmuş olabilir ama şimdi tekrar başladığını görüyoruz. Türkiye’de gerçek ve tüzel kişiler döviz biriktirmeye çalışıyorlar. Çünkü başka hiçbir yatırım aracı o kadar kazandırmıyor. Dolayısıyla içerde bir talep var, MB rezervlerini kullanmış olduğu için müdahale kapasitesine sahip değil, küresel finansal koşullar değişmiş durumda ve yapılan müdahalelerin her biri dövize ihtiyacı genelde arttırıyor. Örneğin 2020 yazında MB’nin müdahale kapasitesini tadil etmek amacıyla yaptıkları müdahale, Türkiye tarihindeki en yüksek döviz cinsi iç borçlanmayı getirdi. Düşünün Türkiye tarihinde, birkaç haftalık dönemde döviz cinsi iç borç stoku yüzde 10 arttı. İnanılmaz bir artış. Devlet kendi parasıyla borçlanmayı bıraktı. Dolayısıyla dövizde bütün bunların bir araya geldiği bir kusursuz fırtına durumu görüyoruz. Peki neden müdahale etmiyorlar? Eski müdahale kapasitesi yok, aynı zamanda bu noktaya sürüklendiysek bunu avantaja çevirmenin yolunu bulalım düşüncesi hakim.
Dolar kuru 14 TL sınırına geldiğinde MB’den bir müdahale geldi. Muhalefete göre iktidar dolar kurunun 14 TL’nin üstüne çıkmasını istemiyor. Katılıyor musunuz ve 14 TL neden sınır?
Döviz şokunun beraberinde getirdiği bazı negatif etkiler var. Bunlardan biri şu; Türkiye’de devletin döviz cinsi borç stoku son yıllarda arttı. Yani hızlı bir değer kaybı devletin borç oranını da arttırıyor. Bu kayıp bütün bütçe dengelerini de bozacak olan bir kayıp, ki hali hazırda bu gerçekleşti. Yine Türkiye’deki şirketlerin döviz cinsi yükümlülükleri nedeniyle ortaya çıkabilecek sıkıntılar da söz konusu. Başka bir nokta şu, TL’nin dolar karşısındaki değer kaybı birebir fiyatlara otomatik olarak aynı şekilde yansımıyor. Ama bir miktar zaman farkıyla yani aradan birkaç ay geçmesiyle birlikte biz hemen hemen her alanda mal ve hizmet fiyatlarında artış görüyoruz. Bu aynı oranda olmuyor, 2018 yılının ilk 8 ayında yüzde 40 değer kaybetmişti TL, ABD doları karşısında. Bu “2018 yılında Türkiye’de yüzde 40 enflasyon yaşandı” anlamına gelmiyor ama bunun yansımalarını 2018 sonunda son 18 yılın en yüksek enflasyon rakamlarında gördük. Dolayısıyla bunun devamının gelmesi Türkiye’de bir hiperenflasyon ihtimalini ortaya çıkartabilir. Resmi rakamlarla yüzde 20’lerde, alternatif araştırmacılara göre yüzde 50’ler civarında olan enflasyonun iki, üç katına kadar çıkabileceği bir spirale sürüklenebiliriz. Bunu engellemek için bu değersizleşmenin bir noktada durması gerekiyor. TL o kadar fazla değer kaybetti ki, ben bundan sonraki aşamanın biraz daha sakinleşme olabileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla arada benzer döviz satışları, döviz müdahaleleri göreceğiz.
Merkez Bankası’nın manevra alanı daralmış durumda
Erdoğan’ın öne çıkardığı bir diğer konu MB rezervleri. İddia edilenin aksine 124 milyar dolar rezerv olduğunu, korkuya mahal olmadığını söylüyor bu da kafa karışıklığına yol açıyor. 124 milyar dolar var mı gerçekten?
Erdoğan’ın bahsettiği brüt rezerv. Brüt rezervler toplam rakamı gösteriyor. Yani bankacılık sisteminin dövizleri, kamunun mevduatı vs her şeyin işin içine katıldığı bir rakam. Net rezervler daha dikkatli takip edilmesi gereken bir şeydir, net rezerv rakamının 30 küsur milyar dolar civarında olduğunu tahmin ediyorum. Bizim bakmamız gereken noktalardan birisi, MB’nin kendi bilançosunda görmediğimiz yükümlülükleri. MB, Türkiye’deki ticari bankalardan, başka MB’den döviz alıyor. Ve bu dövizleri takas işlemleri yoluyla alıyor. Bir MB’nin birkaç milyar dolar takas işlemi gerçekleştirmesi çok normal. Ama Türkiye’de son yıllarda bu takas işlemlerinin hacmi 68 milyar dolara kadar uzanmıştı. Zaten sıkıntı burada. MB dövizi alırken bu takas işlemi sırasında TL veriyor ve döviz yükümlülüğünü bir ay sonra, üç ay sonra, altı ay sonra aldığı finansal kuruluşa geri ödemek zorunda. Bu nedenle bilançoda takip edilmeyen bu miktarı da işin içine kattığımızda Türkiye’de rezerv kalmadığını iddia ediyoruz. Bu durum 2019’da açığa çıktı esas olarak. 2019’da MB’nin başka MB’larından, ticari bankalardan takas işlemleriyle ödünç aldığı döviz bir kenara bırakıldığında rezervinin kalmadığı ortaya çıktı. Bunu aynı zamanda bütün uluslararası finansal camia biliyor, aynı zamanda çok uluslu bankalar biliyorlar. Dolayısıyla Türkiye’de MB’nin 2000’lerde olduğu gibi müdahale kapasitesinin olmadığını da biliyorlar. MB hiçbir şekilde müdahale edemez demek istemiyorum, Katar’la yapılan takas anlaşmasının süresi uzatıldı örneğin, bu mekanizma devam edecek gibi görünüyor ama bunun nerede çatlayacağını bilemiyoruz.
Neler beklenebilir?
Bir noktada çeşitli MB’larıyla yapılan takas anlaşmalarının devamı gelmeyebilir. Bir noktada Türkiye’deki dövize olan talep bu takas işlemlerini sürdürmeyi daha maliyetli hale getirebilir, dolayısıyla MB köşeye sıkışmış, manevra alanı daralmış durumda. MB’nin net rezervinin kalmadığı ifadesi, bu pozisyonunu ifade etmek, aynı zamanda bilgi karartmayı açığa çıkarmak için de kullandığımız bir ifade.
Tamamen anlamsızlaşmış bir bütçe maratonu izliyoruz
Belirttiniz, şu günlerde Mecliste görüşmeleri süren 2022 bütçesi geçersizleşti. Zira bütçe doların 2022’de 9.27 TL olacağı üzerinden hesaplanmıştı ancak dolar 14 TL’ye doğru atak halinde. Bu nelere yol açacak?
Türkiye’de bütçenin tamamen anlamsızlaştığı bir noktadayız. Öngörülemeyen çeşitli harcamaların karşılanması için ödenek üstü harcama yetkisi tanınmış durumda idareye. Ödenek üstü harcama yetkisini aşırı derecede kötüye kullanan bir Erdoğan yönetimi söz konusu. Dolayısıyla doların ne olacağının öngörülmesinden, enflasyon oranından vs’den kaynaklanan bir kadükleşme söz konusu ama bir de bunun ötesinde yıllardır devam eden ödenek üstü harcamalar nedeniyle bir anlamsızlaşma söz konusu. Düşünün, 1 trilyon 750 milyar olarak öngörülen bütçenin yüzde 10’na varan miktardaki paranın kim tarafından, ne zaman, nasıl harcandığı tartışılamıyor. Sadece ödenek üstü harcama olarak kaydediliyor. Çok anlamsız bir noktaya geldik. Vergi harcamaları denen kalem aracılığıyla sermaye kesimlerinden alınacak çeşitli vergilerden vazgeçildiğini görüyoruz. Bu zaten yıllardır yapılan bir şey. Türkiye’de faiz harcamalarının hızla arttığını görüyoruz. Bu başka bütçe dengelerini zorlayan bir şey, çünkü faiz harcamalarının artması demek bütçe gelirlerinin daha büyük kısmının faize gitmesi demek. Dolayısıyla kamunun harcayabileceği paranın azalması anlamına geliyor. Bütün bunları görüyoruz, hem yapılan hesaplar nedeniyle, son kur şoku nedeniyle, hem de bu otoriter faşizan yönetimin bütçeye yaklaşımı nedeniyle tamamen anlamsızlaşmış bir bütçe maratonu izliyoruz. Bir yandan da parlamentosu bu kadar işlevsizleşmiş bir yapıda halkın parasının harcanmasından, bütçe hakkından söz etmek tabii ki anlamsızlaşıyor.
Evrensel / 11.12.21