Eichmann, 2. Dünya Savaşı’ndan yıllar sonra yargılandığında, göçe zorlanan binlerce, toplama kamplarında öldürülen binlerce Yahudi’nin ölümünü, “Ben sadece görevimi yaptım” diye açıkladı.
Ve ardından daha trajik olanı söyledi:
“Ama onlar Yahudi’ydi.”
Bütün insanlık dışı haller yerleşti zamanla o “ama”nın yanına.
Düşman olarak kodlananların yarına uzanacak, insanlığı hâlâ ayakta tutan öyküleri kaldı zamana.
***
Didar Şensoy’u bilir misiniz?
Ya da İstanbul’da herhangi bir mağdurun 1980’lerde tanıdığı ismiyle “Didar abla.”
Yugoslavya göçmeniydi.
Öğretmendi ilk hayal kırıklıklarını yaşadığında.
Türkiye’ye geldi, annesinin ve kardeşlerinin yanına.
Sıfırdan başladı hayata, daktilo öğrendi, sekreterlik yaptı, okudu, en iyi bildiği ve en çok sevdiği işi yaptı yeniden; Öğretmenlik.
Annesi yaşlıydı, babasını kaybettiğinde. Rayına giriyordu ki her şey, anne-baba olmak zorunda kaldı kardeşlerine.
En küçük kardeşi, 12 Mart muhtırasından sonra bir sabah, “Birazdan dönerim” diye evi terk etti, Filistin’e gitti.
2 sene sonra geldiğinde, Didar ablası sadece sımsıkı sarılıverdi, başka kelime etmedi.
Özlemin kızgınlıktan daha öte bir duygu olduğunu bilirdi.
Kardeşi, 1976’da tutuklandığında artık ikinci evi cezaeviydi.
Cezaevine hiç tek kişilik yemekle, tek kişilik kıyafetle gitmedi.
Ve artık “düşman ceza hukukunun” da takibindeydi.
***
12 Eylül darbesi yaklaştıkça, artık eşyanın solda duranı bile düşman sayılmıştı devletin gözünde.
Gözaltıyla tanıştı, darp edildi, işkence gördü, tanıdı İstanbul’un bütün ünlü nezarethanelerini.
Gözaltına alınanlara ismi soruluyor, “yardım etti” sözü ağızdan her çıktığında gözaltına alınıyordu.
Bir süre sonra, vatanın “kahraman bekçilerinin” de hedefindeydi.
Yolu kesiliyor, kardeşinin “yaptıkları” ona soruluyor, ölümle tehdit ediliyor, öldürülmek isteniyordu.
Darbeden sonra bir tren yolculuğunda darp edildi.
Trenden atılmak istenmişti ama atmak isteyenler de elbette ne yapmışsa hepsi “devletleri” içindi.
Darbeden sonra yine cezaevi önündeydi.
Cezaevi yönetimlerinin yaka silktiği “mahkûm yakını” haline geldi.
Bir gün cezaevlerinden sorumlu sıkıyönetim komutanının arabasının önünü kesti.
Yakasından tutup, içeride mahkumlara yapılanları bağırdı bütün sesiyle.
Artık sistemin karşısında, mutlaka ve mutlaka aşılması gereken bir hedefti.
Kardeşi ve onlarca mahkum için idam istendiğinde, savcının yanına gidip, “Biz yaşıyoruz, onları idam ettirmeyeceğiz” diye isyan etti.
Birçoğunu idam ettirmedi, birçoğu idam edildiğinde, Didar Şensoy için herkes idam edilmiş gibiydi.
***
“Kimselerin sevmediği” İnsan Hakları Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı.
Yıl artık 1987’ydi ve sadece takvimlerin değiştiği Türkiye’de, Didar Şensoy yine cezaevlerinin kapısında en öndeydi.
Cezaevlerinin sivil yönetime geçmesini isteyen mahkumlar açlık grevindeydi.
1 Eylül Dünya Barış Günü’nde eylem kararı alındı.
Ankara’ya gidilecekti.
Başkente gelindi, otobüslerden inilecekti ki coplar kapılarda belirdi.
Bültenlere göre “kargaşa” ve “polise saldırıdan” hemen sonra fenalaştı, şekeri ve tansiyonu indirilemedi.
Oracıkta, yaşamını geçirdiği sokakta, o çok sevdiği dostlarının arasında son nefesini verdi.
Bütün cezaevlerindeki mahkumlar artık O’nun için açlık grevindeydi.
***
Didar Şensoy’dan yıllar sonra sokak çocuklarının, köşeye atılmışların bir başka dostu hedefteydi.
1997’de Kürt sorununu araştırmaya başlaması, hedefe konulması için yeterliydi.
Atölyede sokak çocuklarıyla konuşuyor, onlar için “iyi şeyler” yapmaya çalışıyordu.
Mısır Çarşısı patlaması, ne zamandır “imkan” arayanlara istediğini verdi.
Patlamadan 2 gün sonra Pınar Selek, işkencedeydi.
Sanat atölyesinden toplanılan “deliller”, itinayla Mısır Çarşısı dosyası ile birleştirildi.
Atölyede çıktığı iddia edilen patlayıcıların aramadan 22 saat önce emniyetin elinde olduğu, Selek’in parmak izinin çıktığı koli bandının patlayıcılarla ilgili el konulan koli bandıyla yer değiştiği, sorguda nedense çıkan kolunun üzerine düşüverdiğine yönelik sahte tutanak 16 yıllık yargılamada açığa çıkan komplonun en hafif izleriydi.
Sorguda Mısır Çarşısı ile ilgili tek soru sorulmayan Selek, patlamayı organize etmekle suçlandığını cezaevinde öğrendi.
Oysa polisin olay sonrası hazırladığı iki rapora, hazırlanan sayısı belirsiz raporlara göre bomba ile patlama izi yoktu Mısır Çarşısı’nda.
Bomba izini söyleyen raporlarda ise fail bütünüyle belirsizdi.
Ancak tek bir itirafçının ifadesi yeterdi itinayla hayat karartmaya.
Sonradan o itirafçı bile ifadesini değiştirdi ama o da devlete yetmemişti.
***
Selek de artık “ötekiydi”.
Mahkeme beraatine hükmetti. Yargıtay ağırlaştırılmış müebbet istedi. Başsavcılık itiraz etti, Yargıtay Ceza Genel Kurulu da müebbet dedi.
Bu kez yerel mahkeme direndi. Sonra yerel mahkeme, görülmemiş bir kararla “direnmeyeceğim” dedi.
Pınar Selek’in cezası ağırlaştırılmış müebbetti.
Görülmemiş karar Yargıtay’dan döndü. Direnen mahkeme, geri alma gibi bir yol izleyemezdi.
Tahliye edildikten sonra Fransa’ya gitti Selek, o değerli bütün çalışmalarına devam etti.
Kaçmak için değil, yaşamak ve biriktirmek ve bir gün İstanbul’un o güzelim sokaklarında Didar Şensoy gibi başını okşayabilmek için sevdiklerinin.
Önceki gün yakalama kararı kaldırıldı hakkındaki ama garabet davası hala bitmedi.
Ama o güzel insanlar da bitmiyor öldürmekle, alışığız.
Ve adalet için, bütün adaletsizliklerin tanığıyız.
Milliyet / 05.10.14