Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “AİHM kararı bizi bağlamaz” derken, tekil bir karardan, Selahattin Demirtaş kararından bahsetmiyordu esasen, yargı-siyaset bağına ilişkin temel fikrini ve ana tasarımını tekraren ilan ediyordu: “Mahkemeler bizi bağlamaz, biz mahkemeleri bağlarız.”
Fakat bu yeni bir şey değil. Türkiye’nin hem AİHM’yi hem de AİHS’yi çoktan görmezden geldiği kimseye sır da değil. Bunu iyi bilen AİHM, beş yıldır hukuki sorumluluğunu üstünden atacak yollara başvurmayı çare bellemişti, muhtemelen yapmak istediği şey “bugün”ü ertelemekti, yani Ankara’nın, “Bizi bağlamaz” lafını söyleyeceği günü. Nihayet söylendi, malumu ilâm olarak. Erdoğan’ın çıkışının iki hedefi var, yani iki yere sesleniyor.
İç düzen, dış düzen
İlkin, ülke içinde oluşturduğu iki ayaklı düzeni savunuyor. Bir ayağı hak ve özgürlükler kavramının tamamen tersyüz edilmesi ve diğer ayağı yargının bir “güç” değil bir basit idare aracı haline getirilmesine dayalı düzeneği yani. Bu sistemde yargı yerine göre mendil gibi, maşa gibi, eldiven gibi, güneş gözlüğü gibi kullanılır yahut da hakaret davalarında gördüğümüz üzere, hükümdara bakmayı bile yasaklayan fedai gibi davranır; hüküm hep aynıdır: “Sus ve önüne bakarak uzaklaş siyasi alandan.”
Erdoğan’ın lafının ikinci adresi ise uluslararası ortaklarıydı elbette. Yani sadece Anayasa madde 90 üzerinden bir dizi uluslararası anlaşmanın reddiyesini içermiyordu sözleri, aynı zamanda başka bir dizi anlaşmadaki ortakların yardıma çağırılmasıydı. Erdoğan’ın konuşmasının tamamen dünya sisteminden kopmuş, yerli ve milli iktidar uğruna evrensel değerleri hiçe sayan bir çıkış olduğu, sadece iç hukuka değil fakat uluslararası hukuka da aykırı olduğu yönündeki yorumlar, Erdoğan’ın ve Türkiye’nin uluslararası toplumun demokratik iddialara sahip üyelerinin arzuları hilafına hareket ettiği fikrine yaslanır. Oysa Erdoğan, bizzat o üyelerin kimi zaman pasif onayı, kimi zaman aktif desteğiyle ülke içindeki düzeni kurdu ve hem içerde hem de ülke dışındaki hamlelerinde çoğunun açık desteği yoksa bile onayı ile hareket ediyor.
TBMM’deki kıyım kanunu
Sadede gelirsek: Erdoğan mahkemeyi çifte standartlı ve iki yüzlü diye suçlarken aslında “demokratik Avrupa değerlerine ve hukukun üstünlüğü fikrine” meydan okumuyor, TBMM’de görüşülmekte olan ikiyüzlü ve çifte standartlı bir kanun teklifinin taşıdığı temel mesajı da ortaya koyuyor. Adı “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi.”
Teklif, 2013 tarihli “Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Kanunu”nun devamı esasen. Kanunun da görüşülmekte olan teklifin de asıl lehtarları ülke içinde değil, dışında: ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, Kanada ve İtalya tarafından kurulan uluslararası “Mali Eylem Görev Gücü”, kısa adıyla FATF. Erdoğan’ın seslendikleri de bu gücün üyeleri. Hedef, “küresel terör ağlarının finansmanını kesmek”, 2013’te çıkan “ekonomik Guantanamo yasası”nın devamı. Teklifin ilk yedi maddesi “kitle imha silahları ve terörün finansmanı” ile ilgiliymiş gibi duruyor, kalan maddelerin ilgilendiği tek şey ise Türkiye içindeki sivil toplum çalışmalarının tepesine hükümetin yumruğunu indirmek, yani siyasi veya değil her tür sivil çalışmanın kurumsallaşmasını engellemek.
Paralel anti-demokrasi ittifakı
Erdoğan’ın sözlerini bu kanunla beraber değerlendirirsek, şöyle bir manzara çıkar ortaya: İçerde “terör” maymuncuğu kullanılarak yürütülen demokrasiden arınma/diktayı muzaffer kılma çabalarıyla aynı maymuncuğu kullanarak yürütülen küresel hakimiyet çabası birbiriyle yakın ilişki içinde. İkisi de mevcut hakim güçlerin hiçbir itiraza ve karşı mücadeleye imkan vermeden hegemonyalarını derinleştirme ve yayma çabasını esas alıyor; paralel bir anti-demokrasi ittifakı “küresel” olarak iş başında yani. Yani, teklifte yer alan ağır hukuksuzluğa tekabül eden maddeler, Türkiye’deki anti-demokratik gidişatın fırsatçılığından kaynaklanmıyor, tam aksine teklif hem Türkiye’de hem de dünyada anti-demokrasi güçlerinin düşünme ve hareket etme tarzlarının cisimleşmiş hali. Türkiye teklife ülke içinde hoşlanmadığı kişi, grup, dernek, vakıf ve kesimleri ezmeye dönük maddeler ekledi diye diğerleri iyi Türkiye kötü olmuyor, aslında FATF’nin amacı tam da bu: Herkes, kendi terörist dediğine aynı şeyi yapsın diye anlaşmak. Erdoğan’ın ikiyüzlülük dediği bu: Anlaştığımız gibi yapıyoruz, karşımıza mahkeme çıkıyor, çıkmasın diyor özetle.
Demirtaş demek sadece Demirtaş demek değil
Erdoğan’ın sözleri, Selahattin Demirtaş’ın (ve elbette Leyla Güven’in, Figen Yüksekdağ’ın, Sebahat Tuncel’in, Gültan Kışanak’ı ve diğer tüm HDP’li yoldaşlarının) hukuki durumunun (Magna Carta öncesindeki gibi) hükümdarın paşa gönlü ne ferman etmişse o olduğunu ilan ediyor, aynı şekilde TBMM’deki teklif de Osman Kavala’nın durumunun benzer bir hukuksuzluk arzusuyla oluştuğunu ilan ediyor.
Demirtaş adı etrafında berraklaşan ve AİHM’nin de son kararla tescil ettiği hukuksuzluk mengenesi, Türkiye’deki Kürtlerin hak ve özgürlük talep ve mücadelesine karşı geliştirilmiş devlet stratejilerinin bir toplamından ibaret. Bu mengene “terör” maymuncuğu ile çalışır, siyaseten hak talep eden Kürtlerin Şerafettin Elçi’den HEP milletvekillerinin tutuklanmasına, Yeşilyurt alçaklığından Roboski katliamına kadar sayısız hukuksuz uygulamayla iyice kanıksatılmış, neredeyse doğal hale gelmiştir. Şimdi AİHM’nin sadece “hukuk” diyerek bu maymuncuğu elinden almasına Erdoğan’ın razı gelmeyeceği, özellikle son beş yıllık uygulamalara bakınca, kolayca anlaşılır.
Karara sahip çıkacak güçler olmayınca
Dolayısıyla AİHM kararı, siyaseten karara sahip çıkacak güçler olmadığı sürece Erdoğan’ı herhangi bir hukuki ya da demokratik adıma zorlayacak bir nitelik taşımıyor; hukuksuzluğu kayda geçirmiş oluyor, o kadar. Yönetimi buna zorlayacak adımların geleceği yerlerden birine, mesela siyaset alanına bakacak olursak, onların Kürt meselesinde Erdoğan’dan farklı nasıl bir fikre sahip olduğunu görmek imkansız gibi. Sadece Demirtaş adını zikretmeleri (hadi Abdullah Öcalan ve tecrit meselesini paranteze alalım) ama kalan on binlerce kişiden sadece birini bile gündem yapmaya yönelmemeleri aslında pek de farklı düşünmediklerinin sayısız alametlerinden biri. Hasılı, HDP’nin iktidarın planlarını bozma kapasitesi sadece iktidarı değil, muhalefeti de mutsuz ediyor gerçekte; HDP ve diğer Kürt örgütlenmeleriyle hiçbir ilgisi olmayan bir Demirtaş söz konusu olsa muhalefet çok severdi elbette ama öyle bir Demirtaş Demirtaş olamazdı ve olsa bile o Demirtaş’ı zaten Erdoğan hepsinden çok sevmiş olurdu, çoktan.
Kavala da sadece Kavala değil
Demirtaş sadece Demirtaş olmadığı gibi Kavala da sadece Kavala değil elbette. Osman Kavala’ya yönelik hukuksuzluk mengenesini Erdoğan bizzat yakından izliyorsa bunun sebebinin Kavala dosyasında en ufak bir suç alameti olmasından kaynaklanmadığını sağır sultan bile biliyor. İşte TBMM’deki taslağın hedefi ile Kavala’ya yönelik mengenenin hedefi aynı: Nasıl ki HDP Demirtaş ve Yüksekdağ eş başkanlığı döneminde iktidarın hesaplarını bozma kapasitesinin ne kadar yüksek olduğunu ortaya koydu, bu nedenle de dönemin HDP yönetimi “terör” maymuncuğu ile hapse atıldı ise Gezi günleri de Türkiye’de iktidarın hesaplarını bozabilecek hiç de zayıf olmayan bir kamusal duyarlılık ve sivil mücadele gücü bulunduğunu ortaya koydu ve bunun faturası da Kavala adına kesildi.
Kavala’nın ne Gezi’yi organize ettiği, ne edebileceği, ne Gezi’nin arkasında öne sürülen türden bir karanlık odak ya da odaklar bulunduğu gerçeğini iktidar herkesten iyi biliyor. İktidarın burada sağlamaya çalıştığı şey şu: Batı Avrupa tipi sivil toplum örgütlerine karşı duyulan (ki İslamcı ve Türkçü sağ kişi ve kurumların bagajı bu konuda sayısız fobik hikayeyle doludur, çok sayıda sol çevre de aynı fobik duygu ve hikayeleri paylaşır) alerjiyi seferber ederek, hem mevcut toplumsal örgütlenmelerin iktidara sorun çıkarma gücünü azaltmak ve hem de toplumsal örgütlenme kabiliyetini budamak. İster doğrudan Batı bağlantılı (ki bunlar, uluslararası anlaşmalar gereği Türkiye’de çalışırlar) olsun, ister Batı tipi (İHD, TİHV, İHOP gibi) olmakla beraber hayli kuvvetli yerli gelenekler üretmiş olsun, ister tamamen Batı dışı ve hatta karşıtı (Furkan Vakfı, Alparslan Kuytul) olsun, ister yerel yöre derneği ister ülke çapında iş yapma heveslisi olsun, her örgütün iktidarın gözüne battığı bir gerçek. Bu alandaki iktidarın hedefi, rica-minnet talebiyle ve ihsan-sadaka modeliyle çalışacaklar hariç, hiçbir yapılanmanın kalmaması.
Hasılı, Demirtaş nasıl Kürt hak ve özgürlük mücadelesinin ulaştığı gücün tasfiyesine yönelik hukuksuzluk ihtiyacının bir tutsağı ise Kavala da bütün sivil örgütlenmelere, örgütlenme kapasitesine ve kamusal duyarlık çabasına karşı örülecek hukuksuzluk ağının sembolü olarak tutuluyor. Meselenin, kötü şöhretli kimi Batılı dernek ve vakıf (Açık Toplum, Soros filan) adı etrafında tartışılması iktidarın çok sevdiği bir şey, böylece en küçük yerel ya da mesleki dayanışma örgütünden barolara varana kadar doğrudan siyasetin içinde olmayan ama siyaseti etkileme gücü olan örgütlenmenin tasfiyesini kolaylaştıracak iklimi güçlendirerek sürdürecek. Tabii, şu an TBMM’de görüşülen teklifte aslında iktidarın şimdiye kadar kullanmadığı bir güç verilmiyor, teklifin önemi, darbe girişimi sonrası KHK yağmuru ile yapılan kişi, örgüt ve kuruluş kıyımını kanuni hale getirmesinde.
Avrupalıların Ankara’ya yönelik kınamaları ile Türkiye’deki muhalefetin nutukları, gidişattaki sorumluluklarını ve paylarını gizlemeye yetmez. Muhalefetten bir şey bekleme fikri bile tehlikeli olmaya başladı zaten, yarın sabah Mahmut Esat Bozkurt’un mezarına gidip iktidara kuvvetli bir hukuk mesajı vermeye kalkarlarsa şaşırmayız artık.
Meraklısına notlar
1
Güçlerin ayrı gayrısı kalmadı zaten
Erdoğan, yargı-yasama-yürütme ilişkisine dair güçler ayrılığı fikrini çok önceden reddetmişti, bu reddiyenin temelinde de yasama-yürütmeyi denetleyecek, sınırlayacak yargı fikrinden hoşnutsuzluk yatıyordu elbette. Sözü kanun olan hükümdardan, kanunla sınırlanmış hükümdara ve yine yargı yetkisini tekelinde tutan hükümdardan yargısal denetime tabi hükümdara giden yolu tersinden yürümekti esasen siyasal mücadelesi. Türkiye içinde başarılı da oldu: Artık Erdoğan’ın sözünden başka anayasa ve onun hükmünden başka yargı yok. Osman Kavala hakkında verilen beraat kararını birkaç cümleyle ortadan kaldıran oydu mesela. Demirtaş davasının da Kavala davasının da hem hakimi hem de savcısı yine bizzat Erdoğan mesela.
2
Sezin Öney, AİHM kararına uymama meselesini derli toplu biçimde yazdı dün, hala okumayan varsa kaçırmasın derim.
3
Ekonomik Guantanamo yasası
“Ekonomik Guantanamo yasası” çıkarken pek ses eden olmamıştı, şimdi de sivil örgütleri saymazsak fazla ses yok.
Yine de mücadele edenler var elbette.
Erdoğan iktidarı bu teklif ile sadece Gezi’nin değil, bir yanıyla da 1 Mart 2003 tarihli TBMM’deki (Irak’a yapılacak Amerikan saldırısında ortaklık yapma içerikli) tezkerenin intikamını alıyor, küresel ortakları ile birlikte. O zaman peş peşe savaş karşıtı eylemler yapılmış, on binlerce kişi karar günü TBMM önüne gelmişti. Erdoğan liderliğindeki iktidar partisinin çoğunlukta olduğu TBMM de Bush’un Irak’a saldırısına katılmama kararı almış, yani hükümetin tezkeresini reddetmişti. Türkiye yakın tarihinin önemli demokratik momentlerinden biriydi. Parlamento, sokaktaki sesi duymuştu. Sokağı örgütleyenler sendikaların yanı sıra elbette sivil toplum örgütleriydi.
4
Çıplak insan, çıplak toplum
Adaletsizliğin kurumsallaşmasında bir basamak mantığı var: İlk olarak, hak ihlaliyle hiç ilgilenmeme. İkincisi ihlali meşrulaştırma yani kanıksatma. Üçüncü basamak ise ihlalin, normun doğal bir sonucu olduğunu öne sürme. Bu son halde normun koruduğu amacın tam tersi amaca hizmet edecek şekilde kullanılması söz konusu, yani anti-hukuk. Şimdi buna bir de “Yok öyle bir şey” nutku eklendi. Gerçekten de çıplak arama konusunda HDP’li Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun iftira attığı, yalan söylediği açıkça dile getirilebildi. Biri daha yeni güncellenmiş, ayrıntılı bir yönetmelik ve tüzükte düzenlenen kurum nasıl inkar edilir?
Daha yeni verilmiş bir takipsizlik kararı var. Afyon Cumhuriyet Savcılığının, 2020/3503 soruşturma ve 2020/6759 karar sayılı takipsizlik kararı. Şikayet, cezaevine girerken şiddet uygulanması ve iç çamaşırlara kadar soyulma. Savcılık kararında “Yok öyle bir şey” demiyor; şöyle diyor: “... kuruma kabul sırasında yapılan işlemlerin kanun, tüzük ve yönetmelikler temelinde yapılan yasal işlemler olduğu…”
Erdoğan’ın AİHM kararına karşı yaptığının bir benzerini İçişleri Bakanı Gergerlioğlu’na yapıyor, çünkü “çıplak bırakma” gücünün tartışılmasını bile istemiyor.
Gergerlioğlu bu mücadelesiyle devletin nasıl çıplak, yani “hukuksuz” bir şiddet mekanizmasına dönüştüğünü kayıt altına aldı. Aynı zamanda vatandaşın nasıl “çıplak” yani şiddete açık insan haline getirildiğini gösterdi. TBMM’deki taslak da toplumu resmen çıplak bırakmayı hedefliyor. Çıplak insan insan olmadığı gibi (...) çıplak toplum da toplum değildir. (Nilgün Toker hocamın kulakları çınlasın.)
Gazete Duvar / 26.12.20