Ecel derler…
Alınması gereken hiçbir önlem, üstelik hangi önlemlerin alınması gerektiği saptanmış olmasına karşın alınmadığı için bindiği bir trende gelen ölüme de “ecel” denip geçilsin isterler.
Ana babasının elini öpüp, sevdiceğini öpüp koklayıp, torunu torbayı koklayıp kucaklayıp trene emanet edenler; canlarının üç kuruşluk “özelleştirme” hesabı uğruna nasıl hiçe sayıldığını kabullensin, boyunlarını büksün, sessizce evlerine dönsün, haykırmadıkları acıları ile icabında acıdan çatlasın, acıdan çatlayarak ölsün derler.
“08.07.2018 tarihinde Uzunköprü-Halkalı seferini yapan 12073 sefer numaralı trenin saat 17.15 sıralarında Çorlu ilçesi Sarılar köyü yakınındaki, km1617968’de yer alan menfezin üzerinden geçtiği sırada kaza yaptığı, 1 lokomotif ve 6 vagondan oluşan tren setinin lokomotifi ve 1 vagonu ray üzerinde kalsa da devamındaki diğer 5 vagonun menfezden itibaren raydan çıkarak trenin gidiş istikametine göre sol taraftan devrildiği, kaza neticesinde 25 kişinin hayatını kaybettiği ve 318 kişinin yaralandığı…” (Çorlu Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2019/2966 Soruşturma No, 2022/3117 Esas ve 2022/426 İddianame sayılı ve 8 Eylül 2022 günlü iddianamesi)
8 Eylül günlü iddianame dört yıldan fazla süre, onca mücadeleden sonra hâlâ ve ısrarla “kaza” diyor. Peki, yaşanan kolayından kaza denmesi neden mevcut dosya kapsamında bile öyle kolay değil. Çok kısaca bakalım mı?
Cumhuriyet’in kuruluşundan demiryolunun özelleştirilmesine kadar demiryolu altyapısını kurma, hatların bakımını yapma, onarımı gerçekleştirme işi, salt “demiryolu işletmeciliği” ile sınırlı kabul edilmemiştir. TCDD, özgün bir örgütlenme anlayışı ile vagon üreten, kendi bünyesinde sağlık, dinlenme ve benzeri tesisleri ile hem bütünlüklü bir yönetim ve uygulama ortaya koyan hem de çalışanlarının meslek kültürü ve kurumsal aidiyet/sahiplenmesinin demiryolu ulaşımı güvenliğinin kurucu unsuru olarak kabul eden bir yapıdır o zamanlar.
Başka bir söyleyişle, uzun yıllar boyunca demiryolu taşımacılığı bütüncül bir yöntemle sürdürülmüş, vagon tasarımı kararı ile hat inşasında dikkate alınan hususlar, bakım/onarım çalışmaları, onu yapan çalışanların meslek kültürü ve aidiyeti, onların özlük hakları tali değil asli kabul ediliyor.
TCDD özelleştirmesi ise eksiği/gediği ile bu bütünlüklü yapının tahrip edilmesi ile sonuçlanır. 2011 tarihli 655 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ve 2013 tarihli Demiryolu Ulaşımının Serbestleştirilmesi Hakkında Kanun bu tahribatın iki önemli uğrağı. Bu iki düzenleme ile demiryolu taşımacılığı “rekabete dayalı esaslar” çerçevesinde piyasa koşullarına teslim ediliyor: Ulaşım ağının inşası ve kullanımı yurttaşın ve kamu idaresinin gereksinimleri doğrultusunda ifa edilen bir kamu hizmeti olmaktan çıkarılıyor; hizmetin her bir bölümü, piyasa koşullarında gerekirse yurttaşın canı pahasına kâr eden, nitelikleri itibarıyla birbirine bağlı işler yapmasına rağmen kâr etmekten başka ortak amacı olmayan ayrı ayrı şirketlere havale ediliyor.
Kâr odaklı işletme modellerinin esas alınması, çalışanların hem sayısının azaltılması hem de demiryolu gibi bir sektörde dahi esnek-güvencesiz ve liyakatsiz çalışmanın dayatılması bir bütün olarak demiryolu taşımacılığının işleyen mekanizmasının ciddi anlamda aksamasına neden oluyor. Ötesi, bir bütün olarak işlemesi gereken işler arasında var olması gereken ortaklığın, en azından iletişim veya koordinasyonun tümüyle yok olması ile sonuçlanıyor.
Laf değildir! Dosyadan bilgi ve belgelerle açalım:
TCDD’nin 2017 Faaliyet Raporu’na göre 1(bir) yıllık süre içerisinde personel sayısı 24.385’ten (yirmi dört bin üç yüz seksen beş) 13.953’e (on üç bin dokuz yüz elli üç) düşürülmüştür.
Personel eksikliği nedeni ile 25 (yirmi beş) insanın canına mâl olan hatta sadece 1(bir) yol bekçisi bulunmaktadır. O kişi de pazar günleri izinlidir.
Dosya kapsamında bulunan (11 Şubat 2021 tarihli) bilirkişi raporunda “…Rayın altının boşalması demiryolu işletmeciliğinin kırmızı çizgisidir. Buna yol açacak her türlü riski bertaraf etmeye yönelik bir tasarım gerekir. Eskiden inşa edilmiş demiryolu hatlarında hat boyunca dolgu, yarma ve sanat yapılarının durumu hat boyunca metodolojik olarak incelenmeli ve sorgulanmalıdır. Bu metodolojik olarak incelenmeli ve sorgulanmalıdır. Bunun metodolojik olarak nasıl yapılması gerektiği birçok demiryolu işletmesinde mevcuttur…” denilmesine karşın bütünlüklü bir “metodoloji” şöyle dursun en basit, temel yol gözleminin dahi yapılmadığı bir umursamazlıktan, daha da korkutucusu gözü karalıktan söz ediyoruz.
Gözü karalık da laf değildir!
Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları 1. Bölge Köprüler Müdürü unvanlı işletme fakültesi mezunu bir sanık, TCDD’nin 1. Bölge sınırları dahilinde 25 (yirmi beş) insanın ölümüne neden olan menfez ile tıpatıp aynı durumda üç yüzün (evet 300) üzerinde köprü ve menfez olduğunu söyledi. Gerçekten söyledi. Bunu bir “savunma” olarak, kendisinin görev, yetki ve sorumluluk sınırını vurgulamak, sorumluluğun neden en yukarıdan başladığına işaret etmek için söyledi.
Dosya kapsamında yer alan ibretlik bir başka beyan ise, “TCDD’ye ait 25 bin menfezin her birinin aynı durumda olduğu, bu ihtiyaç dile getirildiğinde verilen cevabın…bu konulara girilmesi halinde altından kalkılamayacağı… olduğu, 2011 yılındaki yenileme faaliyetleri kapsamında alt yapı yenilemesine ihtiyaç olmadığına dair kararı verenlerin de isminin verilmesinin gerektiği"şeklindedir.
Sorumluluktan kaçma çabaları ve sorunlar
Sorumluluk alttan değil, üstten başlamaktadır, bu nedenle “sistemik” sorunun üzeri sistematik olarak örtülmeye çalışılmaktadır.
Olayın üzerinden yıllar geçtikten sonra ailelerin ısrarlı, dişe diş mücadelesi sonucunda dosyanın 4 (dört) alt düzey personelle sınırlı kalmayacağı anlaşıldığında dahi yeni Çorlular olmasın diye ivedi önlemler almaya değil, gerçeğe ulaşılmasına engel olmaya çalışma çabası bundandır.
Katliamın üzerinden dört yıldan fazla bir süre sonra ve kora kor bir mücadele sonucunda (hâlâ eksik olsa da) üst düzey sorumluların yargılanması aşamasına ancak gelinebilmesinin nedeni budur.
Sorunun “sistemik” olduğu o denli açıktır ki; daha arama/kurtarma çalışmaları bitmeden helikopterlerle olay yerine taşınan o hattın hem “danışmanı” hem de bilirkişisi olabilmeye kadar inmiş iki kişinin imzaladığı 2018 tarihli bilirkişi raporunda dahi sorunun “sistemik” olduğunu söylenmek zorunda kalmıştı. Hem danışmanlık hem bilirkişilik yapmanın zorluğundan olsa gerek, sistemik sorunlara raporun sonuç bölümünde yer vermemek için bin dereye gidip gelen bu kişiler dahi raporun 28’inci sayfasında sorunları kayıt altına almak zorunluluğundan kaçamamıştı. Raporun ilgili bölümü sorunları şöyle sıralıyordu:
“… Yeniden yapılanmanın tamamlanmamış olması.
Mevcut bünyede meteorolojik değerlendirme yapan uzman personel ve idari birimin olmaması.
TCDD ve Meteoroloji Genel Müdürlüğü arasında bir koordinasyon yapısının bulunmaması.
Yeni gelişen hat izleme ve demiryolu yapım teknolojilerinin mevcut eski hatlarda henüz etkin şekilde kullanılmaması.
Kaliteli teknik personel yapısının yetersiz kalması.
Menfez kontrollerinde ve bakımlarında herhangi bir meteorolojik ve jeolojik veriyi değerlendirmemesi.
Taşkın suların izlediği yolları değerlendirmemesi.
Yapılan rutin kontrol ve muayeneleri, sadece gözle yapılması.
Yağış istatistikleri tutulmaması.
Menfez temizliği yapılmaması.
Menfez değişimi ile ilgili proje çalışması yapılmaması…”
Henüz olayın hemen sonrasında, o menfez ile ilgili adli bilirkişilik yapmaması gereken iki bilirkişinin raporun sonuç bölümüne yazmaktan geri durduğu ancak kendilerine güvence olsun diye raporun 28’inci sayfasına nedenleri ve sorumlulukları çok açık olarak yazmasına, kovuşturma aşamasındaki raporların da bu saptamaları derinleştirmesine karşın ısrarla (ve ısrarla) düzenlenmeyen ek iddianame dördüncü yılın sonunda düzenlenmek zorunda kalınmıştır.
‘Suçlu yağmur’ safsatası ve kamusal sorumluluk
Katliamın hemen ardından, yağmuru sorumlu tutan açıklamalar birbiri peşi sıra dizilmiş, TCDD Genel Müdürü İsa Apaydın gerek kamuoyuna yaptığı açıklamalarda gerekse TBMM KİT Komisyonu’na yaptığı açıklamalarda gerçeğe ve bilimsel verilere uygun olmayan açıklamalarda bulunmaktan dahi çekinmemiştir. Söyledik, bir daha söyleyelim, ailelerin ısrarlı, dişe diş mücadelesi sonucunda, ulaşım hakkı ihlalinin yol açtığı sosyal cinayette kamusal sorumluluk günışığına çıkmıştır. Henüz bütün sorumlular hakkında iddianame düzenlenmemiş olsa da bütün sorumlular bilinmektedir.
İki noktaya bugün de önemle vurgu yapmak zorunludur: Birincisi, üst düzey bürokratlar (ve bizce başta ulaştırma bakanları olmak üzere siyasal sorumlular) ile ilgili ek iddianame düzenleme görevini ve yükümlülüğünü yıllarca ihmal eden soruşturma savcısı Galip Yılmaz Özkurşun hakkında görevi ihmal gerekçesi ile suç duyurusunda bulunma talebimiz (daha önce örneği anımsanmayan şekilde) “gereğinin yapılması için” Çorlu 1. Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin 16 Mart 2021 günlü duruşma kararı gereği ile ilgili makama gönderilmişti. Yazımızın konusu, Eylül 2022 tarihli “ek” iddianamenin önündeki engelleri – bir nebze de olsa- aşması kanımızca böyle mümkün oldu. Ancak, anılan Cumhuriyet Savcısı ile ilgili iddianın etkin şekilde soruşturulması Çorlu davasının ayrılmaz bir parçası, adil bir yargılamanın “görünürde dahi olsa” sağlanabilmesinin önemli bir unsurudur.
İkincisi, çok özetle aktardığımız tüm bu maddi delillere ve hukuki açıklığa karşın sorumluluğun (üstelik taksirden bahisle) TCDD 1. Bölge Müdürü sınırında tutulması hiç de makul yahut “demokratik kamu düzenine uygun” değildir.
Ek iddianame dedik, bir de “ek” kovuşturmaya yer olmadığına dair karar var, ki başlı başına birkaç yazının konusu olur. Şu kadarını söyleyelim, o “ek” denilen karar, Çorlu Tren Katliamı’nda gerçek sorumluların, üst düzey bürokratların ve siyasi sorumluların yargıdan kaçırılmasının belgelerinden birisidir. Gerçek sorumluların tamamı yargılanıncaya kadar adalet arayışının bitmeyeceğini bir kere daha söylemenin vesilesidir.
Adalet arayışında bir adım daha…
Çorlu; adaletin hatta hakkınca bir yargılamanın dahi zulme boyun eğmeyen, kendi hakikatlerini sırtlayıp kora kor bir mücadeleye giren anneler, evlatlar, dedeler, torunlar, eşler, kardeşlerle mümkün olabildiğinin kanıtıdır.
Bugün adalet mücadelesinde yeni bir gün, yeni bir başlangıç.
Son sözü yine mücadele edenler söyleyecek.
Aileler her duruşmada olduğu gibi randevuyu Çorlu Santral’da bulunan küçücük bir parka verdiler; Çorlu’daki bir parktan duruşma salonu görevi üstlenen Halk Eğitim Merkezi’ne Çorlu’dan adalete doğru. Bir adım daha…
Silivri Cezaevi’nden yazdı…
Av. Ş. Can Atalay- BirGün / 05.10.22