Bir yıl daha ömrümüzden geçerken, küresel düzene dönük tartışmaların bu yıl da devam etmesi bekleniyor. Geçen yıllarda berraklaşan ABD ile Çin arasındaki gerilim, 2017’de ABD’nin yayınladığı Ulusal Güvenlik Stratejisi ile netlik kazanmıştı. ABD güvenlik stratejisinde en fazla adı anılan da Çin’den başkası değildi. Metin boyunca ABD’nin Çin’i ele alış biçimindeki değişim seçilen kelimelerle gelecek olanın habercisiydi. Söz konusu metinde Çin bir rakipten çıkarılarak “tehdit” kavramı ile tanımlanıyordu.
Çin gerçekten ABD’yi tehdit eden bir hegemonyaya doğru mu ilerliyor? Bu soruya söz konusu iki aktörün genel olarak birbirlerine baktıkları hattı gözeterek yaşadıklarına beklenen mücadelenin dinamiklerine ve etkilerine bakarak yanıt vermek yerinde olacak.
Dillerden düşmeyen hegemonya nedir?
Hegemonya kavramı temelini ilk olarak Antik Yunan’daki şehir devletleri arası rekabette baskın gelen güç, devleti tanımlamak için kullanıldı. Ancak siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler başta olmak üzere kavramın genel olarak sosyal bilimlerde popülerlik kazanmasında İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’nin Hapishane Defterleri isimli eseri etki oldu. Uluslararası ilişkiler disiplininde Realizm, Liberalizm, Gramsiyan Ekol, Uluslararası Ekonomi Politik bunların bir kısmının “neo”larının bir hegemonya tanımı var. Kavramın uluslararası ilişkilerde bu kadar farklı teorilerce sahiplenilmesinin en önemli nedeni, uluslararası düzeni anlama ihtiyacı.
Hegemonya kavramına ciddi eleştiriler getirmekle beraber en doyurucu tanım Susan Strange tarafından getirildi. Bu noktadan hareketle hegemonya, bir aktörün sahip olduğu askeri, siyasi, ekonomik, kültür, finansal gücüyle uluslararası sistemin kural ve normlarını kendi çıkar ve istekleri uyarınca yönlendirebilme veya değiştirebilme kapasitesi olarak tanımlanabilir.
Tökezleyen hegemon: ABD
Yukarıdaki tanım uyarınca ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomik olarak Bretton Woods modeli, askeri kapasitesi, kurduğu ittifak ağları, Amerikan kültürünün baskın statüsü ve küresel olarak yayılan askeri ve ekonomik ilişki kapasitesi sebebiyle hegemon olarak tanımlandı. Dahası özellikle SSCB, farklı bir ekonomi sistemi, kültür modeli, nükleer silahlar başta olmak üzere sahip olduğu askeri kapasite açısından ABD’ye meydan okuyan en büyük aktör oldu. Bu nedenle her iki aktörün kendilerine bağlı ittifaklar üzerinden ve sahip oldukları kapasiteden ötürü “süper güç” olarak tanımlandı. SSCB’nin 1991’de çökmesi, sadece ortadan bir devletin kalkması açısından değil, küresel sistemin yapısına olan etkisiyle de dikkat çekti.
Kendisi 1980’lerde aktif biçimde uygulanan ancak etkileri ve çekilmelerin başlamasının 2000’leri bulduğu neoliberalizmin etkileri, karşısında kendisine karşı güçlü bir rakibin olmayışı gibi başlıca etkenler ABD’nin sistem kurgusu ve onu ele alışında sıkıntılara neden oldu. NATO’nun varlığının 1991’den bu yana sorgulanmasında da bu dinamik etkili. Her ne kadar ABD sistemdeki belirleyici aktörse de Avrupa ve Asya’dan yükselen ekonomik güçlerin ABD ilişkilerinde değişim oldu. Bugün küresel sistemde kutup kavramı, var olan gelişmelere ve ilişki ağlarına dar geliyor. ABD-Almanya, ABD- Japonya ilişkileri bu anlamda özenle incelenmeyi hak ediyor.
Öte yandan Çin, 1980’lerde neoliberalizme merhaba diyen uygulamalar için düğmeye bastı. Bu kapitalist sistemdeki kırılmalarla birleştiğinde ABD’nin karşısına rakip olarak çıktı. ABD açısından duruma bakacak olursak, yeni korumacı bir ekonomik modelin telaffuz edilmesi, Avrupa içinden özellikle Almanya ile karşı karşıya gelmeler, Japonya’nın ABD ile olan ilişkilerinde farklılıklar, ABD hegemonyasının çöküşüne değilse de yeni bir kavram setine ihtiyacı işaret ediyor. Ancak açık olan 1900’lerin ikinci yarısından itibaren gördüğümüz ABD’nin şimdiden güç ve kapasite olarak eşsizliğini yitirmesi.
Çin bir hegemon mu?
Yeni tanım ve kavram ihtiyacı sadece ABD ile sınırlı kalmayacak kapsamda. Küresel olarak geçiş sürecinde olduğumuz, ancak neye geçtiğimizi tam olarak bilemediğimiz bir gri dönemdeyiz. Aktörler arası ilişkiler, yalnızca devletlerle sınırlı değildi, ancak bu belirginlik kazandı. Devlet arası ilişkiler, alışık olunan ilişki kalıplarının dışına çıktı. Örneğin Çin-Güney Kore ilişkileri, Türkiye-ABD-Rusya-İran ilişkilerinin Suriye’de billurlaşan hali ya da Suudi Arabistan-Rusya ilişkisi bu anlamda incelendiğinde sorun açık alıyor.
Diğer dönemlerden farklı olarak ABD’nin ulusal doktrininde tehdit olarak gördüğü Çin’in ekonomik model olarak ABD’den ne kadar farklılaştığı hala tartışılmayı hak ediyor. Çin, ekonomik anlamda bir dev ve dünyanın en büyük ikinci ekonomisi. Ancak onu ikinciliğe yükselten kapitalist modelin genelinde yaşanan değişim ve Çin’in bunu doğru atılımlarla ele alması. Ekonomi cephesinde son dönemde Çin açısından işler yolunda gitmiyor. Ancak ekonomi bir yana, kültürel ve siyasi olarak Çin’in baskın statüsünden bahsedecek yeteri kadar veri ve örnek olay elimizde yok. Çin’in BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olarak verdiği önerge ve kullandığı veto sayısı Rusya’nınkinin çok gerisinde örneğin. Örnek olaylarla duruma bakmak daha açıklayıcı olabilir.
ABD’nin 2018’de ilan ettiği ticaret savaşına karşı süreci olabildiğinde alttan alan Çin’in elindeki en önemli kozun ekonomiden geldiği biliniyor. Söz konusu savaşa iki taraf, G20 2018 Zirvesi’nde bir kaç ay mola verdi. Yani söz konusu savaştan Çin’in galip çıkması mümkün değildi. Elbette bu durum ABD için de geçerli.
Çin’in siyasi sınırına bakarsak; ABD tek taraflı olarak İran’a dönük yaptırımlara giriştiğinde Pekin-Tahran Hattı’nda beklenen dayanışma gerçekleşmedi. Örneğin Kasım yaptırımlarında İran konusunda geçici muafiyet alan ülkelerden biri Çin’di. Muafiyet için ülkeler ABD yönetimiyle görüşerek talepte bulunuyordu. Yani Çin, İran konusunda en azından petrol bağlamında ABD’yle karşı karşıya gelmek istemedi. Benzer biçimde İran, Çin ve Rusya’nın etkili olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyelik başvurusu yapmıştı. Ancak BM yaptırımlarının kalkmasının üstünden 3 yıldan fazla süre geçtiği halde İran’a “buyur, ya da şu zaman buyur” denilmiyor. Dolayısıyla Çin ABD’ye henüz meydan okuyor demek fazlaca iddialı ve Çin’e sahiplenmediği bir anlam yüklemek olur. Peki Çin’in Afrika’dan Latin Amerika’ya varlığı nasıl açıklanacak?
Çin’in küresel varlığının temeli ne?
Çin’in küresel varlığından bahsederken öncelikle bunu ekonomi ilişkilerine dayandığını hatırlamakta fayda var. Yatırım, ticaret hacmi, kredi gibi faktörler ve Çin ekonomisinin ihtiyacı Çin’in yönelimlerini şekillendiriyor. Benzer perspektif Çin sınırları dahilinde de geçerli. Askeri açıdan Çin yayılması ile ABD arasında uçurum var. Somutlaştırırsak, Çin’in Cibuti haricinde topraklarının dışında bir askeri üssü yokken, ABD’nin küresel olarak yayılmış üs sayısı yüzü buluyor.
Asya Pasifik’te toprak anlaşmazlıkları silah donanımı yüksek gemilerin gövde gösterisine dönse de Çin, Kuzey Kore kadar agresif değil. Üstelik bölgedeki aktörlerin tamamı askeri bir çatışmadan uzak durmaya gayret ediyor. Bu durum Çin’in toprak açısından yayılmacı olmadığını değil, bir hegemon için bu atılımların yeterli olmadığını gösteriyor.
Kısacası, dünya yeni bir dönemden geçiyor ve bu 2019’da sürecek. Bununla beraber, belirli kalıplarla daha çok Batılı devletler arasındaki güç ilişkilerini tanımlayan hegemonya kavramı, Çin-ABD ilişkilerini anlama ve açıklama açısından yeterli olmuyor. Çin illa eski kavramlarla ele alınacaksa hali hazırda bir hegemon olduğunu ve bu yolda ilerlediğini iddia etmek zor. Dolayısıyla Çin-ABD ilişkileri ve genel olarak içinden geçtiğimiz dönemi anlamak için yeni kavram setlerine ve bakış açılarına ihtiyaç duyduğumuz anlaşılıyor. Başlıktaki sorunun yanıtının hayır olduğunu, ancak kavramın durumu anlamak açısından yeterli olmadığını ifade etmek gerekiyor.
Gazete Duvar / 02.01.19