Agos’un kurucusu ve genel yayın yönetmeni Hrant Dink 24 Nisan vesilesiyle, özel bir yazı kaleme almıştı. Agos’un ilgili sayısı yazı gerekçe gösterilerek toplatılmıştı. Dink’in yazısını okurlarımıza sunuyoruz…
Türkiye’nin en sevdiği tarihlerden biri 23 Nisan ise, en sevmediği de 24 Nisan olmalı. Birincisi Meclis’imize kavuştuğumuz ve geleceğimizi çocuklarımıza emanet ettiğimiz gün, diğeri ülkemizin dış alemde karşılaştığı en büyük sorunun, ‘Ermeni Soykırımı’nın simgesel günü.
Ermeni dünyasının Türkiye’ye karşı sistematik hale getirdiği tepkinin doruk noktasına ulaştığı gündür 24 Nisan. Ermeni tarihinde ‘en kara gün’ olarak kabul edilir. Dünyanın neresinde olursa olsun Ermeniler pankartları kapar, sokağa dökülürler. Özellikle İstanbul’daki Ermeni aydınların, yazarların, sanatçıların, öğretmenlerin, avukatların, doktorların, mebusların teker teker evlerinden alındıkları, götürüldükleri ve birkaçı dışında bir daha da geri dönmedikleri gündür 24 Nisan 1915 (eski tarihle 11 Nisan 1915).
Birkaç gün sonra da, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde gerçekleştirilen, kimilerine göre ‘Ermeni Soykırımı’nın kimilerine göre ‘Ermeni Soysürümü’nün, Türk resmi tarihine göre de ‘Ermeni Tehciri’nin başlangıç tarihidir.
Türkiye’de 24 Nisan
Bir Türkiye Ermenileri suskun kalır 24 Nisan’larda.
Onlar ne yürüyebilir, ne de atalarının anısına anıtlar dikebilirler.
Nedenleri anlaşılırdır. Her şeyden önce, korkarlar, çekinirler elbet. Biraz, çocuklarına kötü anılar aşılamamak kaygısı da vardır bunun içinde.
Ve her ne kadar kendileri, küfür niyetine kullanılan ‘Ermeni’ söylemiyle pervasızca rencide ediliyor olsalar da, her ne kadar Anadolu’da sıra sıra, Ermenilerin marifeti olarak sunulan toplu mezarlar televizyonlarda iskelet tefrikalarına dönüştürülüyor olsa da, her ne kadar bunların arasında Ermenilere ait bir tek toplu mezar bulunmamış olsa da, birlikte yaşadıkları toplumu rencide etmemek için, ağızlarına bile almazlar 24 Nisan’larını.
Ama bu, “Atalarını o günlerde bıraktılar, unuttular” demek de değildir. Onları yaşatmayı sırtlanırlar günlük yaşamlarında, dillerini, kültürlerini her gün koruma çabası verirken. Güçlerinin yettiğince de taşırlar geleceklerine, yiğitçe.
Ancak... Onlar kaçınsa da 24 Nisan’da mezarlıklardan... ‘Zaman’ denen fettan neden dinlemez bazen, kale almaz, mecbur kılar onları tıpış tıpış 24 Nisan’da mezarlıklara... Tıpkı geçen yıl olduğu gibi.
Geçen yıl, Ermenilerin en büyük bayramlarından biri olan İsa Mesih’in Diriliş Yortusu Surp Zadig 23 Nisan’a denk gelince, gelenek üzere, ertesi gün ‘Merelots’ da (Ölüleri Anma Günü) çakışmasın mı 24 Nisan’la...
Tabii, yine hiçbir özel program uygulamadılar ama kendi yakınlarına dua ederken, bir- iki dudak kıpırtısı da eski yakınlarına oynatmalarına kim mani olabilirdi ki?
Bir kitabın içinden
Oysa, son günlerde elimize geçen 1919 tarihli Ermenice bir kaynak, bir zamanlar İstanbul’da da bu insanların anısına etkinlikler yapıldığını ortaya koyuyor. Gerçi 1919 tarihi olayların henüz bitmediği, İstanbul’un işgal günleri ve İttihat Terakki’nin de yargılandığı bir dönem, ama yine de kitabın Türkiye’de yayımlanmış olması başlı başına bir olay. Kitabın adı ‘Huşartsan Abril Dasnımegi’ (Nisan 11’e Anıt), toplam 128 sayfalık, İstanbul’da Arzuman Matbaası’nda basılmış, fiyatı 1 lira. Kitap, 24 Nisan’da İstanbul’da, ileriki günlerde de Anadolu’da toplanan, sürgüne gönderilen ve çoğunluğu bir daha dönmeyen Ermeni aydınların listesini yapan, onların anısına hazırlanmış, bol fotoğraflı bir çalışma. ‘11 Nisan Yasdönümü Tertip Heyeti’ tarafından hazırlanmış, ünlü Ermeni araştırmacı Teotig tarafından derlenmiş. ‘Sonsöz’ünde belirtildiği üzere, aynı heyet 1919’un 12 Nisan’ında, dinî ve sivil, muhtelif yas törenleri düzenlemiş. Bu törenlerin ayrıntılarına ilişkin bir bilgi yok ama gerçekleştirildiği zikrediliyor ve şöyle devam ediliyor:
“Tertip heyetimiz aynı zamanda elinizdeki kitabı yayımlamaya karar verdi. Bu bir ön çalışma olarak nitelendirilmeli ve daha sonra yapılacak geniş araştırmalar için bir ilk adım olarak değerlendirilmeli. Kitabın geliri, bir ‘Aydınlar Fonu’ kurularak, yitirilen aydınların eşlerine ve çocuklarına bağışlanacaktır.”
Kitabın içinde binlerce Ermeni aydınının, yöneticinin, öğretmenin, gazetecinin, din adamının, doktorun ve işadamının (toplam 761 kişi) isimleri kısa veya geniş biyografileriyle zikrediliyor. Çankırı sürgünleri, Ayaş mahkûmları, hepsi orda... Hani şu meşhur türkümüz var ya,
Ayaş yollarında kervanım mı var / Beni öldürmeye fermanın mı var / Ağlamaya sızlamaya dermanım mı var / Yandım allah yandım, yandırma beni.
İşte o insanlar, bu türkünün insanları... Ve onlardan biri olan, ‘Baba Kasbar’ lakaplı Taşnag üyesi K. Khajag’ın (Karekin Çakalyan) sürgün yolunda eşine gönderdiği kısa mektubun son satırları:
“Sevgili,
Uzağa götürüyorlar beni, senden uzağa, Diyarbekir’e doğru. Benimle birlikte, Ayaş mahkûmlarından Agnuni, Zartar, Sarkis Minasyan, Dr. Dağavaryan ve Cihangül de var.
Ereğli İstasyonu’nda bir Ermeni’ye rastladık, bu mektubu sana getireceğine söz verdi. Kendine ve kızlarım Nunus ile Alos’a iyi bak.
Bizi niçin götürdüklerini bilmiyoruz. Ama çok ümitliyim ki, birbirimizi tekrar göreceğiz.
Ehh... Görüşürüz... Seni ve yavrularımı öpüyorum.”
Alman İmparatoru’nun sakar telkinleri
Kitabın son bölümüne doğru iki önemli tanıklık göze çarpıyor. Bunlar, 1915 sürgününe gönderilen ve kurtulan aydınlardan biri olan Mikael Şamdancıyan’ın ‘Çankırı’dan Anımsamalar’ı, diğeri de Püzant Bozacıyan’ın ‘Ayaşa Doğru Eski ve Yeni Anılar’ adlı anlatıları. Püzant Bozacıyan’ın anlatısının giriş kısmında ise, tehcirin nedenlerine ilişkin ilginç saptamalar var. Tam metnin Türkçe çevirisi şöyle:
“İttihatçıların ve Almanların, Ermeni halkını yüzyıllar boyunca yaşadığı ülke topraklarından kovup yok etmeye yönelik şeytani planının ilk etkilerini İstanbul’daki Ermenilerin aydın kesimi gördü. 1915 yılının 11, 12 ve13 Nisan tarihlerinde büyük olaylar yaşandı. Toplu tutuklamalar, bunları izleyecek olan ölüm rüzgârlarının habercileri olup, kentteki hemen hemen tüm Ermenilerin yüreğini ağzına getirdi. Solak Alman İmparatoru’nun sakar telkinleriyle uygulanmaya başlayan bu tehcirin asıl amacı, olayları dikkatle izleyenler tarafından zaten bilinmekteydi. Cavit Paris’te Osmanlı Devleti için yüklü bir borç sağlamayı başardıktan sonra ziyafetten ziyafete davet edilirken, Büyük Devletler, Ermenistan’da yapılacak olan reformları halledilmiş sayarak, Ermenilerden meskûn altı vilayette görev alacak olan iki gözlemciyi seçerek, Kayzer ve İttihatçı hükümetin yöneticileri gizli gizli tüm Ermeni halkına yönelik bir planı uygulama peşindeydiler. Oysa bu masum toplumun tek suçu, yaşamakta olduğu topraklarda bazı reform hareketlerinin uygulanması yoluyla bölgenin gelişmesinin sağlanmasını istemekti. Nubar Paşa’nın bu girişiminin başarıya ulaşması için tüm Ermeni halkı da başla çalışıyordu.”
Şeytanca bir planın uygulanmakta olduğunu ilk fark eden Rus gazeteleri, gizli tehcir planını ilk açıklayan da, Moskova’da yayımlanan ‘Golos Moskoy’ oldu: “Almanya, Anadolu’da Ermenilerin yaşamakta olduğu bölgeleri bir Alman müstemlekesine dönüştürmek niyetindeydi. Bunu başarabilmek için, önce o topraklarda yaşamakta olan halkın ortadan kaldırılması gerekmekteydi. Çünkü Ermeni halkı çalışkan, yaratıcı, azimkâr ve dürüst bir toplumdu; bu insanlar bölgeye gelip yerleştirilecek olan Almanlara engel teşkil edebilirlerdi. Ermeni halkının bu özelliklerini çok iyi bilen Almanlar, Ermenilerin, planlarını bozup direneceklerini biliyorlardı. Bu inatçı rakibin ortadan kaldırılması şarttı. Bunun da en kesin yolu, ülkeye hâkim Türk unsurun yöneticilerini aldatıp onları harekete geçirmekti. Bu amaçla tehcir planını İttihatçı hükümete önerdiler.”
Türk gazetelerinden İkdam, 17 Ocak 1914 tarihli sayısında ‘Golos Moskoy’daki haberi beceriksizce yalanlamayı deniyor, ancak aslında benzer bir planın var olduğunu itiraf etmiş oluyordu. Ne yazık ki, Ermeni çevreleri de o zaman İkdam’ın saflığına benzer bir gaflete düşerek olayların ciddiyetini fark edemediler ve böyle bir planın gerçekten var olduğunu saptamayı düşünmediler. İkdam’ın söz konusu haberini özet olarak veriyoruz. Burada da, satır aralarında, Almanya ve Türkiye arasında hazırlanmış bir planla, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Ermeni tehciri ve katliamının kararlaştırılmış olduğunu ve savaş başlar başlamaz da uygulandığını görebiliyoruz, hem de Almanların öncülüğünde.
İşte İkdam’ın yazısı:
“Moskova’da yayımlanmakta olan ‘Golos Moskoy’ gazetesi Türklerle Almanlar arasında hazırlanan bir plandan söz ediyor. Bu iddiaya göre Ermenilerin yaşamakta olduğu bölgelerden uzaklaştırılacakları ve Mezopotamya’ya sürülecekleri öngörülmektedir. Rus gazetesine göre Ermenistan’a İslamların iskân ettirilmesi hem Türklerin, hem de Almanların ekonomik çıkarları ve yararına olacaktır, çünkü bu Müslümanlar gerektiğinde Kafkasya’daki diğer İslamlarla birleşerek, bölgedeki Slav hareketlerine engel olabileceklerdir.”
Türk gazetesi şöyle devam ediyor: “Osmanlı Devleti’nin böyle bir şey yapmaya ihtiyacı yok, çünkü Ermenilerin ikamet ettiği bölgelerde Türkler çoğunluğu oluşturmaktadırlar. Hükümet Ermenilerin Slav akımına destek olacağına ihtimal vermiş olsaydı, Doğu Anadolu’da barışçıl ve ıslahatçı bir politika uygulayacağına, daha sert ve aykırı bir politikayı tercih ederdi. Oysa Osmanlı İmparatorluğu Ermenileri hoşnut etmek için, hoşgörüsünde ölçütleri elden geldiğince geniş tutmaktadır. Hükümetin bu davranışı vatandaşlar arasında memleket sevgisini daha da güçlendirmeye yönelik olup, onları birbirine düşürmek değildir. Zaten biz de Ermenilerin Slav akımına yardımcı olacağına inanmıyoruz, çünkü o akım başlarsa Ermeni mi kalır?”
İkdam burada, Kazaz Artin Amira’nın memlekete yaptığı hizmetleri anlatmakta ve haberini safça sürdürmektedir: “Zaten yüzbinlerce Ermeni’yi Mezopotamya’ya sürmek mümkün mü? Ermeniler kendileri istese bile bunu uygulamanın olanağı yok. Ne gerek var bu kadar mantıksız şeyleri haber diye yayımlamaya! Ortada tek bir maksat var: Osmanlı Devleti’ne karşı durmadan çeşitli engeller çıkarmak.”
Ancak, Türk gazetesinin olanaksız bulduğu şey, kısa bir süre sonra gerçek oldu.
2000’li yıllarda 24 Nisan’lar
Türkiye ‘Ermeni Sorunu’nu nasıl halledecek?
Batı’nın Türkiye’ye karşı sık sık sermaye olarak kullandığı sorunu ‘sorun’ olmaktan çıkarmanın bir tek yolu var, o da Ermenilerle doğrudan diyalog yolunun bulunması.
Bu diyaloğun kanallarını üç ayrı noktadan açmak gerek.
Başta, Türkiye ile Ermenistan arasında devletten devlete ve toplumdan topluma ilişkilerin geliştirilmesi; ikincisi, Türkiye Ermenilerinin sorunlarının herhangi bir dış dayatmaya ve uyarıya gerek bırakmadan halli; üçüncüsü de, dünyanın her tarafına yayılmış olan ve Anadolu hasretiyle yanan Anadolu kökenli Diaspora Ermenilerinin tekrar kazanılması.
Bundan sonrasını, artık tarafların tutturacağı üslup belirler. Özellikle de bu üslup içinde ulusal onurlara gösterilecek karşılıklı saygı ve özen anahtar rol oynar. Örneğin Ermenistan Devlet Başkanı “Bu Ermeni halkının bir onur meselesidir. Sonuçta sadece moral kazanım elde edeceğiz, toprak talebi gibi başka bir niyetimiz yok” derken, Türkiye bu söylemi anlayabilme çabası gösterebilecek mi? Ya da Türkiye’den yükselen kabullenmezlik haykırışları Ermeniler tarafından salt bir inkârcılık olarak mı değerlendirilecek, yoksa bu haykırışta ırkçılığı kabul etmeyen, onurlu bir duruşun da var olduğu sezilebilecek mi?
Bize göre, her iki tarafın da onurlu duruşu fark edilebilir, yeter ki tutturulan üslup da o derece onurlu olsun.
Dünyanın her tarafında, 24 Nisan, Ermeni’si yabancısı herkes tarafından anılıyor ama Türkiye’de hiçbir şey yapılmıyorsa, belki de buradan başlanmalı. Ermeni’siyle Türk’üyle, insanlarımızın 24 Nisan’da yaşanan acılara saygısını göstereceği anma toplantıları düzenleyebildiğimiz noktada, sorun zaten büyük çapta çözülmüş olacaktır.
Bu başarılırsa geriye kalır, bu iki onurlu duruşu birbiriyle çatıştırmadan, onurlu bir bileşkeye kanalize etmek.
Örneğin, dünyanın her tarafında, 24 Nisan, Ermeni’si yabancısı herkes tarafından anılıyor ama Türkiye’de hiçbir şey yapılmıyorsa, belki de buradan başlanmalı. Ermeni’siyle Türk’üyle, insanlarımızın 24 Nisan’da yaşanan acılara saygısını göstereceği anma toplantıları düzenleyebildiğimiz noktada, sorun zaten büyük çapta çözülmüş olacaktır. Türkiye’de Ermeniler tarafından öldürülenler için anıtlar yapılabiliyorsa, o dönemde öldürülen Ermeniler için de anıt yapılmasının önünde herhangi bir yasal ya da psikolojik engel kalmamalıdır.
23 Nisan’ı birlikte kutladığımız gibi, 24 Nisan’ı da birlikte andığımız gün, bu sorun "sorun" olmaktan çıkacaktır.
Agos / 2004