CovId-19 vaka sayılarının büyük bir artış sergilediği bir konjonktürde ABD başbakanlık seçimlerine gidiyor. Geride bıraktığımız haftada 442 bin yeni vakayla Temmuz sonundan beri en yüksek artışla karşılaşıldı.
Son düzlüğe girilirken kamuoyu yoklamalarında Biden açık ara önde bulunuyor. Trump ise umudunu Florida, Ohio, Pensilvanya, Wisconsin, Michigan gibi kritik eyaletleri kazanarak, daha az oy alsa bile Amerikan seçim sisteminin azizliğiyle koltuğunu korumaya bağlıyor. Geçmiş seçimlere baktığımızda 1976’da Gerald Ford, 1980’de Jimmy Carter, 1992’de baba George Bush’un ekonominin sıkıntılı olduğu süreçlerde seçmenden ikinci dönem için onay alamadığını görüyoruz.
Bu yazıda Bidenomics diye adlandırılan Joe Biden’in önerdiği ekonomi politikalarını, rakibi Donald Trump’ın Trumponomics performansıyla karşılaştıracağız. İsterseniz ayrıntılara girmeden önce Amerika’daki toplumsal tabloya bir göz atalım.
Servet dağılımı uçurumu derinleşiyor
Öncelikle Amerika 3 Kasım seçimlerine gelir ve servet dağılımı uçurumlarının hiç görülmedik ölçüde açıldığı bir ortamda giriyor. Ekim başında Amerikan Merkez Bankası’nın açıkladığı verilere göre, ülkenin 330 milyonluk nüfusunun altta kalan yüzde 50’si kişi başına 12.600 dolar, toplam 2.08 trilyon dolar servete sahipken, en zengin yüzde1 kişi başına 10.4 milyon dolarla 34.2 trilyon dolar bir serveti kontrol ediyordu.
En zengin 50 Amerikalı şahsiyetin mal varlığı toplumun yoksul yüzde 50’sinin toplam serveti kadar. Covid-19 pandemisinin patlak vermesiyle birlikte piyasaya 3 trilyon dolar pompalanması borsaları havalara uçurdu. Salgın ortamında teknoloji şirketlerinin ürünlerine rağbetin artması da buna eklenince Amazon’un Jeff Bezos’u, Microsoft’in Bill Gates’i; Tesla’nın Elon Musk’ı gibi şahsiyetler servetlerine servet katmayı sürdürdüler.
Nüfusun yüzde1’i doğrudan veya fonlar aracılığıyla borsanın yüzde 52.4’üne, sonraki yüzde 9’u ise yüzde 35.8’ine sahip. Dikkat çeken bir nokta da, emek piyasasına yeni katılan gençlerin ülkenin zenginliğinden pay alamamaları. Milenyum kuşağı olarak adlandırılan 1981 ile 1996 arasında doğanlar, işgücü içerisinde 72 milyon kişi ile en büyük ağırlığa sahip kesim. Buna karşın ülkedeki servetin sadece yüzde 4.6’sı onlara ait. Bir bakıma çocukların mutlaka ebeveynlerinden daha yüksek yaşam standardına sahip olacakları varsayımına dayanan Amerikan Rüyasının sonuna gelinmiş bulunuyor. Gençler daha geç ve daha zor ev sahibi olabildikleri gibi, çoğunlukla kariyerlerinin önemli bir kısmında öğrencilik sırasında aldıkları borçları geri ödeyebilmek derdiyle cebelleşiyorlar.
Sosyalizm fikrine rağbet artıyor
YouGov adlı anket şirketinin araştırmasına göre ise, 2020 Eylül itibarıyla yaşı 16 ila 23 yaş arasını kapsayan Z kuşağı mensuplarının sosyalizme sempati duyanlarının oranı son 1 yılda yüzde40’tan yüzde49’a tırmanmış. Tüm yaş grupları göz önüne alınınca da, sosyalizme destek oranı yüzde 36’dan yüzde 40’a yükselmiş.
“Ekonomik sistemin kapitalizmden uzaklaşarak bütünlüklü bir değişimini” onaylayanlar Milenyum kuşağında yüzde 8 artışla yüzde 60’a; Z kuşağında ise yüzde 14’lük sıçramayla yüzde 57’ye ulaşmış. Ne yazık ki başkan adaylarının ekonomik programlarını incelediğimizde ufukta o özlenen değişimin izine bile rastlanmıyor.
Amerika’da sosyalizme yakınlık duyanların büyük çoğunluğunun Marksist ideolojiye de, sosyalizmin değişik versiyonlarının ayrıntılarına da yeterince vakıf olmadıkları, konuya naif bir duyguyla yaklaştıkları pekala söylenebilir. Muhtemelen de içinde yaşadıkları piyasa toplumunun aşırılıklarını gözlemleyerek, kapitalizme ilişkin “bundan kötüsü olamaz!” şeklindeki kanaatlerinin bir sonucu olarak sosyalizme sıcak bakıyorlar. Yine de rahatlıkla kapitalizmin inandırıcılığının zayıfladığını, ideolojik hegemonyasını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz.
Yeni Yeşil Anlaşma neydi?
Kendisini “sosyalist” diye adlandıran Demokratik Parti’nin başkan adayı Bernie Sanders’in görüşlerinin sosyalizmden çok Avrupa sosyal demokrasisine yakın olduğunu biliyoruz. Zaten Sanders özendiği modelin İsveç ve Danimarka gibi İskandinav ülkelerinde uygulandığı açıkça dile getiriyordu.
Ama en azından Amerika’da sola bir eğilim olduğu, Sanders’in de bu rüzgarı arkasına aldığı görüldü. İsterseniz bu noktada Sanders’in de onay verdiği, bir anlamda programatik açılımını temsil eden Yeni Yeşil Anlaşma’yı (New Green Deal) kısaca bir hatırlayalım.
14 sayfalık metnin temel özelliği iklim değişikliği ile ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri birlikte ele alması ve ortak bir çözüm önermesidir. Yeni Yeşil Anlaşma 1) ABD’de nitelikli, yüksek ücretli istihdam yaratmayı, 2) Tüm ABD halkına görülmemiş düzeyde ekonomik güvenlik sağlamayı, 3) Sistemik adaletsizliklere karşı harekete geçmeyi öneriyordu.
Söz konusu programın toplumun en savunmasız kesimleriyle, işçi sendikaları, işçi kooperatifleri, sivil toplum kuruluşları, akademi ve iş alemiyle şeffaf ve kapsayıcı bir süreçle geliştirilmesini öngörüyordu. Ne yazık ki, parti içi ve parti dışı bin bir hileyle Bernie Sanders’ın önü kesildi ve sol bir program en azından 2020 başkanlık seçiminde halkın önüne gelme şansını yitirdi.
Trumponomics neyi temsil ediyordu?
Şimdi gelelim Trump ve Biden’in ekonomi anlayışlarına. Baştan söyleyelim, her ikisinin de tahmin edilebileceği gibi bütünlüklü bir ekonomik programları yok. Ancak adet olduğu üzere isimlerinin ses uyumu da yatkın olduğu için Clintonomics, Abenomics gibi Bidenomics ve Trumponomics’den söz edilebiliyor.
Trump’ın ekonomi stratejisi aslında 3 ayak üzerinde yükseliyordu: zenginlere ve şirketlere yönelik vergi indirimleri, deregülasyon denilen kamunun ekonomideki düzenleyici rolünü daha da zayıflatma çabası ve dış ticaretin Dünya Ticaret Örgütü üzerinden liberalizasyonu çizgisini terk ederek zayıf ülkelerin bileğini bükme operasyonuna dönüştürme hamlesi.
Trump’ın ekonominin büyüme hızını yüzde4’e çekme iddiası da tutmadı, pandemi öncesi 3 yıl yüzde 2.4 ortalama ile kapatıldı. Vergi indirimlerinin yatırımları canlandıracağı, kendisini fazlasıyla finanse edeceği yolundaki “arz yönlü ekonomi” anlayışını da pratik doğrulamadı; bütçe açıkları GSYH’nin yüzde 4.4’ünden yüzde 6.3’üne tırmandı (The Economist 17 Ekim 2020).
İşsizlikteki düşüş eğilimi de aslında kendinden önce başlayan bir sürecin sonucuydu. “Gig ekonomi” denilen Uber’de taksicilik, çeşitli platformlarda parça başı iş yapma türü sigortasız güvencesiz “esnek istihdam” pratiklerinin yaygınlaşması ile “manşet işsizlik” oranı aşağı çekilebilmişti. Borsanın yükselişi büyük ölçüde vergi indirimlerinin şirket karlarını kabartmasından ve düşük faiz ortamının yarattığı elverişli finansal koşullardan kaynaklanıyordu. Yoksa yatırımlarda ivme sağlanamamış, verimlilik artışı da tatminkar bir düzeye ulaşamamıştı.
Covid-19 ortamında can havliyle yapılan kişi başına 1.200 dolar yardım ve Federal devletin eyaletlerin işsizlik ödemelerine haftada 600 dolar eklemesi gibi uygulamalar açıkça Trump gibi bir sağcıdan beklenmeyecek cömertlikteydi. Böylelikle özellikle alt gelir gruplarının harcama kapasitesi artırılarak ekonominin korkulduğu ölçüde daralması frenlendi. Nitekim IMF’nin son Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda 2020’de Avro bölgesi ekonomisinin yüzde 8.3 küçülmesi öngörülürken, bu oran ABD’de yüzde 4.3 ile sınırlı kalıyor.
Bidenomics ne anlama geliyor?
Joe Biden, Trump ve yandaşları tarafından ülkeye sosyalizm getireceği zırvalığıyla suçlanıyor. Kendisinin Demokratik parti standartlarında bile geçmişte sağ kanatta yer aldığı herkesçe biliniyor. Zaten adaylık sürecinde tüm stratejisini sadece Bernie Sanders’in değil, dolu dizgin giden finansallaşma sürecini dizginlemeye yönelik bir takım önerileri bulunan Elizabeth Warren’in partiyi aşırı sola çekeceği iddiası üzerine oturtmuştu. Zaten The Economist dergisi “Bidenomics” kapaklı sayısında, Biden’a yönelik sosyalist suçlamalarını, “herkes için sağlık, nükleer enerjinin yasaklanması ve istihdam garantisi” gibi sol fantezilerden uzak durduğunun altını çizerek çürütmeye çalışıyordu (The Economist 3 Ekim 2020).
Aslında Biden, Trump’ın uçukluğu nedeniyle kendisine oy verme olasılığı bulunan sağcı Cumhuriyet parti seçmeninin gözüne girme çabasıyla, yazının girişinde vurguladığımız sol-kamucu fikirlerin toplumda karşılık bulmasının yarattığı sempatiyi devşirme arzusu arasında gelgitler yaşıyor. Ancak oturduğu asıl eksenin, “kapitalist aklın” gereğini yapmak; zayıflayan kurumsal yapıları güçlendirmek, IMF raporlarından da gözlenebileceği gibi pandemi ortamında sıkışan ekonomiye kamunun altyapı yatırımlarıyla can suyu vermek, dış ticarette ılımlı serbestleşme mesajlarıyla Uluslararası Liberal Düzen’i restore etmek olduğu söylenebilir.
Biden’in vaatlerinin biraz ayrıntılarına inince şu noktalar dikkat çekiyor:
♦ Gelir vergisini yüzde 37’den yüzde 39.6’ya çekmeyi, kurumlar vergisini yüzde 21’den yüzde 28’e yükseltmeyi öneriyor. Bu durum zenginlerin pek hoşuna gitmese de, yine de önceki yüzde35 kurumlar vergisi oranının altında bir düzeye işaret ediyor.
♦ Covid-19 testlerinin parasız yapılmasını, virüsten etkilenen her kişiye ücretli izin verilmesini programına alıyor. Big Pharma denilen dev ilaç şirketlerinin dayattığı fahiş fiyatları denetim altına almaktan söz etse de bunun nasıl uygulanacağını somutlamıyor.
♦ Wall Street’e, finans oligarşisine yönelik dizginleyici hiçbir niyet taşımıyor.
♦ Teknoloji devlerine, onların aşırı karlarına, tekelci pozisyonlarına da pek ilişmiyor. Sadece söyleminde, “Amazon daha fazla vergi ödemeli” tarzı anekdotlara rastlanıyor.
♦ Enerjiye 2 trilyon kaynak ayırmaktan, yenilenebilir enerjiye ağırlık vermekten, elektrikli araba imalatını desteklemekten dem vuruyor. Ancak nükleer enerjiye karşı olmadığı gibi, petrol ve doğal gaz şirketlerine, son dönemde öne çıkan hidrolik kırma (fracking) teknolojisine de tavır almıyor.
Son söz: İyi ki Amerikan seçmeni değilim. Çünkü 3 Kasım’da bir oyum olsa Trump gibi pespaye bir şahsiyete karşı tavırsız kalmayı kabullenemez, buna karşı Biden gibi sağcı bir düzen figürüne destek çıkmayı da içime sindiremezdim…
BirGün / 27.10.20