Hukukun, özgürlüklerin, demokratik değerlerin başına gelenler gibi Türkiye’nin dışa açık serbest piyasa ekonomisi de önce "el altından" ve "arka kapı" yöntemleriyle ve giderek de sermaye hareketlerine getirilen "light" kısıtlamalarla içe kapanıyor.
30 yıllık kambiyo serbestisine açılan kimine göre masum görünen küçük deliklerin sayısı giderek artıyor. Hiçbir soruna çare olmayan ama "atılan taşla ürkütülen kuşa" değmeyen, daha da ötesi bu "ürkütmenin" bedelinin ağır olduğu bir kulvarda sürükleniyor ekonomi politikasına yön verenler.
Son bir hafta içinde Ankara’dan iki adım geldi; biri döviz satışlarında binde 1’lik kambiyo gider vergisi alınması, ikincisi de gerçek kişilere yapılan döviz satışlarında bu dövizlerin kullanımının ya da teslimatının işlem gününde değil, ertesi iş günü yapılması kararı.
Bu iki kararın neden alındığını sorsak, "TL’yi savunmak" için yanıtı alacağımız kesin. Yerleşiklerin dövize meyletmesini, kolayca dövize erişimini, bunun maliyetini pahalı hale getirmek için atıldığı çok açık.
Oysa TL’yi savunmanın ilk adımı, TL’den vazgeçmenin bedelini iyi ayarlamaktan, geçiyor. O da TL’nin fiyatını yani faizini. TL'yi cepte, tasarruf veya yatırım hesabında tutmayı özendirecek tek şey; TL’nin satın alma gücünün korunmasıdır. Yani düşük enflasyon, enflasyona karşı koruyan bir faiz seviyesi. Enflasyonun düşük seyredeceğine, bununla mücadelenin göstermelik değil ciddi biçimde yapıldığına dair güven oluşmasıdır. Oysa durum; "enflasyonu saldım çayıra, mevlam TL’yi kayıra" halinde.
Ankara 6 ayı aşkın bir süredir her türlü TL tasarruf aracının faizini düşük tutmak için bankalara ve borçlanan finansal kurumlara baskı uyguluyor. Yılın ilk üç ayında TL mevduat faizlerinin brüt yüzde 20.50’nin üzerine çıkamayacağı yönünde “aba altından sopa gösteren” ekonomi yönetimi, kurlardaki yükselişle şimdi yüzde 24’e çıkardı bu "yasağı." Bu seviyenin bile net getirisi enflasyon bekleyişleri ve dalgalanması karşısında koruyucu bir faiz oranı değil.
İmkânsız üçlü dersi
İktisatta çok yaygın biçimde kabul gören Mundell’in "imkânsız üçlü" kuramına göre; sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ülkede hem faizi hem de döviz kurunu kontrol edemezsiniz.
Doğrusu Ankara’daki ekonomi yönetimi, bu kuramı ülkeye ağır bir fatura ödeterek öğreniyor. Geçmişte ekonomi profesörü bir başbakan da aynı süreci yaşatmıştı.
Ankara, bir taraftan faizleri bastırırken, diğer taraftan arka kapı yöntemleriyle kamu bankalarına döviz sattırarak kuru bastırıyor. Olan ne mi? Ülkenin yerleşik yurttaşları ve şirketleri tam gaz döviz satın alıyor. Merkez Bankası verilerine göre dört ayda döviz hesaplarındaki artış 20.2 milyar dolar.
Ankara'dakiler "ekonomiyi yüksekten atalım, ama zarar da görmesin" açılı bir yaklaşım sergiliyor.
Son gelinen yer, sermaye kontrolü benzeri önlemlerin hayata geçirilmesi.
Ağustos’ta Brunson krizi ile kur patladığında döviz işlemlerine dair kısıtlamalar gelmişti; dövizli sözleşme yapma yasağı. Bu da 3-4 kez değiştirilerek yürürlüğe konmuştu. İhracatçılara da 2008’de yürürlükten kaldırılan “dövizi 6 ay içinde yurda getirme ve TL’ye çevirme” yükümlülüğü getirilmişti. Bu uygulama, Brunson serbest bırakıldıktan sonra da sürdürülüyor. Bu uygulamaların her ikisi de birer kambiyo kısıtlaması.
Alınan kararlar, tercihini döviz olarak yapmış olan yurttaşları bile ürkütmekten, “bundan sonraki adımın ne olacağına dair” spekülasyonlara sürüklemekten başka bir sonuç getirmeyecek.
Yurttaşları “dövizden uzak tutmak” amacıyla hazırlandığı anlaşılan bu "önlemlerin", tersine yurttaşların kafasında "döviz kıtlığı" lambalarının yanmasına neden olacağı çok açık. Bu ve benzeri kararlara imza atılırken o masada deneyimli uzmanlar olsaydı itiraz ederlerdi.
Ekonomi politikasına yön veren siyasetçilerin aynı zamanda seçim sonuçlarını beğenmedikleri için "sandığı deviren" siyasetçiler olduğu dikkate alınırsa, yurttaşların ve şirketlerin dövize meyletmesinin bir başka temel nedeninin sadece TL’nin faizi değil, güven kaybı ve keyfi yönetim biçimiyle toplumda yaratılan mülkiyet kaygıları olduğu görülür.
Nitekim "tek sesli medyada" görülmüyor olsa da sokakta "fısıltı gazetesi" ile konuşulan konuların başında bunlar geliyor.
İşte son Tüketici Güven Endeksi’nin son 7 yılın en düşük seviyesinde olması da bunun işareti. Halkın iradesinin yansıdığı meşru sandık sonucunu beğenmeyip seçim yenileten siyasetçiler ekonomiye ve TL'ye güveni yasaklarla ve kısıtlamalarla korunacağını mı sanıyorlar?
DW Türkçe / 21.05.19