TOMİS (Tüm Otomotiv ve Metal işçileri Sendikası) öncülüğünde Sinbo’da örgütlenmek isteyen ve Kod-29 zulmü nedeniyle işten çıkartılan Sinbo işçisi Dilbent Türker ile direnişinin 158. gününde Özgür Gelecek gazetesi olarak bir röportaj gerçekleştirdik.
En son olarak SGK İstanbul il binasına, TOMİS ile birlikte kendini zincirleyerek, taleplerini duyurmaya çalışan Dilbent Türker ile Kod-29 saldırılarını, işçi sınıfının artan bu saldırılar karşısında konumunu ve örgütlülük durumunu ve ihtiyacını, fabrikadaki direniş sürecini, gözaltında yaşadığı çıplak arama işkencesini ve işçilerin bir araya gelmesi üzerine çağrılarının yanı sıra taleplerini konuştuk.
Merhabalar, ilk olarak şunu soralım; 1 Temmuz itibari ile iktidarı normalleşme adımları başladı. Bu sürede sözde işten atma yasağı kaldırıldı. Siz de işten atmanın yasak olduğu bir dönemde işten atıldınız, bu sürece dair ne söylemek istersiniz?
Pandeminin başında çıkarılan 7244 sayılı yasayla birlikte patronlara sınırsız ücretsiz izin hakkı tanındı. Aynı zamanda sözde işten çıkarma yasağı getirildi. Ancak işten çıkarmak hiçbir zaman yasak değildi. Patronlar 3500 lira ceza ödediği ve işçileri Kod-29 uyguladığı koşulda istediği gibi işten alabiliyordu bu süreçte. Burada aslında yasak kavramının işçilerin aleyhine ne kadar çok işlediğini de görmüş oluyoruz.
Çünkü patronlar bu süreçte hiçbir şekilde kural, hukuk, kanun, yasa tanımadı. Yani biz burada işten çıkarmak yasaktı diyemeyiz, öyle bir şey zaten yoktu. Ancak şöyle bir şey de var: Mevcut Pandemi süreci içerisinde üretim arttı; sermayedarlar kâr oranlarını çok fazlaca açıkladı. Fakat aynı oranda ücretsiz izinler ve işten çıkarmalar da arttı.
Hiçbir şekilde çarkların durmasına izin verilmedi diyorlar; ama aynı ölçüde bu tip ücretsiz izin, işten atılmalar ve işini kaybetme gibi haksızlıklar da ortaya çıkarıldı. Burada şunu görebiliyoruz: Ücretsiz izin ya da Kod-29’un işten çıkarma yasağının dışında bırakılması ya işten çıkarma yasağının 3500 lira olması aslında patronların mevcut pandemi sürecinde bu kârı elde ederken karşılaşabilecekleri; işçilerin tepkileri, mücadeleleri ya da sendikalaşma olsun bunun önüne geçebilmek adına bu tip uygulamaları hayata geçirdiler.
Kod-29’la işten atılan binlerce işçiden birisiniz. İşçi sınıfı için Kod-29 ne anlama geliyor?
Kod-29; ahlâk ve iyi niyet kurallarına aykırı davranmak anlamına geliyor. Bu süreçte, pandemi sürecinde 200 bine yakın işçi ahlâksızlık suçlamasıyla işten atılmış oldu.
Bu ne anlama geliyor? İşçilerin tazminat hakları; kıdem, ihbar tazminat hakları gasp edilmiş oluyor. İşçiler, aynı zamanda işsizlik ödeneği dahi alamıyor ve işçilik sicili bozuluyor. Aslında burada Kod-29’un işten çıkarma yasağının dışında bırakılmasıyla birlikte şu sağlanmış oluyor: Fabrikalarda, üretim alanlarında çarkların arasında ezilen, daha fazla sömürülen işçi; çünkü pandemi de böyle gördük.
Pandemi de üretimin artmasıyla birlikte kötü ve ağır çalışma koşulları da arttı. Ve bunun karşısında Kod-29 çok şık kullanılmış oldu. Patronlar için bu kod kullanıldığı zaman; hiçbir şekilde bunu kanıtlamasına çok fazla gerek duymuyor. İki şahitle bir işçiye iftira atarak bunu sağlamış oluyorlar. Mahkeme süreçleri yıllarca devam ediyor. İşçi en az iki şahitle kendini aklamak zorunda bırakılıyor ve Türkiye’de çoğu işçi bunu tercih etmiyor. Yani hakkını aramayı tercih etmiyor. Bu da şu sorunu doğuruyor: İşçilik sicili bozulduğu için, bir işçi iş bulamadığı için genelde güvencesiz bir çalışma hayatına da itilmiş oluyor. Sigortasız çalışma, ucuza çalışma, uzun saatler çalışmanın kollarına itilmiş oluyor.
Böyle bir güvencesizlik de ortada duruyor. Bunun yanı sıra Kod-29’a karşı da aslında baktığımız zaman pandemi sürecinde birçok mücadele, direniş de vardı. Bu mücadeleler, kendi alanlarında kendi çizgilerinde belli bir ses getirdi. Ancak SGK bir kelime oyunu yaparak; madem Kod-29’un kaldırılmasını istiyorsunuz diyerek 29 rakamını çıkararak alt kodlara böldü; bu sorunu çözdüğünü iddia etti. Ancak bizlerin sorunu Kod- 29’un rakam hâliyle değildi; bu kodun bu kadar hukuksuz, haksız bir şekilde kullanılması ve SGK tarafından da sorgulamadan, araştırılmadan servis edilmesidir.
Sinbo direnişinde 157 günü geride bıraktınız. Birçok polis saldırısı, patron saldırısına rağmen direnişiniz sürüyor. Bugün de baktığımız zaman ücretsiz izin ve Kod-29 saldırılarına karşı sınıfın parça parça direnişi söz konusu. Bu direnişlerin birleştirilmesi ve saldırılara karşı beraber durulması konusunda ne söylemek istersiniz?
Sinbo fabrikasının önünde haksız, hukuksuz uygulamaları ve Kod-29’a karşı mücadelemiz beş ayı geçti. Beş ayı geride bırakmış olduk.
Tabi bu süreçte birçok saldırıya da maruz kaldık. Bir aylık keyfi yasaklarla; patronlar için çıkarılmış yasaklarla üretim devam ederken, direnişlerimiz engellenmek istendi. Bu süreçte bizler mücadelemizden geri durmadık. Ancak kolluk kuvvetleri tarafından da işkencelere maruz kaldık, gözaltı saldırılarına maruz kaldık.
Aynı zamanda yine patronun uşakları tarafından da saldırılara maruz kaldık. Daha öncesinde de sözlü saldırılara da maruz kalıyorduk. Aslında baktığımız zaman ücretsiz izin ve Kod-29, pandemi döneminde Türkiye’de çok büyük bir sorun haline geldi.
Bunlara karşı tepkiler de vardı; direnişler de vardı, mücadeleler de vardı. Ancak parça parça direnişler ve mücadelelerde ne yazık ki bir araya gelemedi. Bizler sürecin başından beri bu mücadelelerin birleşmesi çağrısını devamlı yaptık. Sürekli olarak Kod-29’a karşı direniyorum ama bu saldırıyı tek başıma püskürtemeyeceğimin de farkındayım.
Sadece Kod-29, ücretsiz izin de değil; pandemi sürecinde kadın sorunları, kadın mücadeleleri de arttı. Öğrenci, işçi, köylü, doğa gibi birçok mücadele vardı. Bütün bu mücadelelerin saldırı odağı aynıdır; sermaye ve onun iktidarıdır. Bu açık ve nettir.
Bizlerin de bu odağa karşı ortaklaşa, birlikte hareket etmemiz gerekirdi. Ancak ne yazık ki ben tek başıma örgütlü bir işçi olabilirim ama örgütlülüğün, sınıf örgütlenebilirse biraz da karşılığı olur diye düşünüyorum. Bu saldırıları hep birlikte püskürtebilirdik; ancak öyle olmadı ve saldırılar git gide katmerleşmeye başladı.
İşte bugün baktığımızda 1 Temmuz’da işten çıkarma yasağı kalktı lakin iyi bir odak oluşturamadığımız için işten atma saldırıları da artmaya başladı ve önümüzdeki süreçte bu daha da katmerleşecektir. Bu saldırılara sessiz kalmak yetmiyor, o sesi de birleştirmek; birlikte hareket etmek gerektiğini düşünüyorum.
Şu son sürece baktığımız zaman işçi sınıfı içerisinde yoğun bir örgütsüzlük hâli söz konusu. Siz örgütlü bir işçi olarak bunu neye bağlıyorsunuz?
Türkiye’de birtakım sorunları, saldırıları püskürtebilmenin tek bir aracı örgütlü davranabilmektir. İşçilerin örgütlülüğü, kadınların örgütlülüğü ve akabinde bu örgütlülüklerin bir araya gelmesiyle birlikte; o güçle birlikte aslında birçok sorunun da çözülebileceğini hepimiz biliyoruz. Buradan bağımsız sorunların da çözülebileceğini biliyoruz. Ancak Türkiye işçi sınıfı ne yazık ki örgütlü değil ve bireysel birtakım mücadelelerle de çok yol alabilmiş de değiliz. Tabi bazı haksızlıkları, hukuksuzlukları teşhir ediyoruz; ancak birlikte hareket etmediğimiz için bunlar çok karşılığı olan şeyler olmuyor. Geriden geriye düşebilecek bir duruma da gelebiliyor.
Ne yazık ki karşımızda böyle bir manzara var ve bizim gerçekten kaybedecek bir şeyimiz yok; kaybedeceğimiz zincirimiz dahi yok! Çünkü insanlar genel olarak borca bağlanmış; yaşam kaygısı yaşıyor; belli başlı problemlere karşılaşan insanlar çözümü intihar etmekte buluyor ve burada sendikalara, sivil toplum örgütlerine burada çok büyük bir rol düşüyor. Bu anlamda da sermayenin ve iktidarın saldırısıyla birlikte bu da tökezleniyor, ileriye yönelik bir adım atılamıyor. Ama fabrikalarda, üretim alanlarında, iş yerlerinde, üniversitelerde karşılaştığımız sorunlar karşısında birlik oluşturma anlayışıyla hareket etmezsek bizim oradaki sorunlara karşı tepkimiz bir örgütsüz işçinin tepkisiyle aynı duruma geliyor.
Bugün Türkiye’ye baktığımız zaman; yasalardan doğan haklarımıza baktığımız zaman elimizde hiçbir şey gerçekten kalmamıştır. Ve sustukça daha da geriye gidiyoruz, daha da fazla haklarımızı kaybediyoruz. Dolayısıyla bunun bilincinde olmak, birlikte mücadeleyi örgütlemek gerekiyor. Tekil tekil mücadeleler elbette değerlidir; ancak bunları bir araya getiremediğimiz sürece ne yazık ki elimize hiçbir şey geçmeyecek; mevcut olan mücadele de geriye gitmiş olacaktır. Maalesef Türkiye işçi sınıfının profili bu durumdadır. Örgütsüz biri sınıfız; ama yapabileceğimiz tek şey, örgütlenmek, birlikte hareket etmektir.
Son olarak hem direnişinizin devamına dair hem de genel olarak sürece dair son sözlerinizi alalım?
Bizler burada bir mücadele veriyoruz, direniyoruz, saldırılara göğüs geriyoruz. Önce de belirttiğim gibi bu ancak birleşik mücadeleyle şekillenmezse hiçbir getirisi olmayacak. Sonuçta bizlerin burada direniş çadırımız var, burada mücadele ediyoruz. Aslında bu çadır ve bizlerin eylemlilikleri; başka direnişlerle dayanışmalar, ziyaretler, birleşik mücadele çağrısı üzerinden şekilleniyor. Bizler burada Kod 29’a karşı mücadele ediyoruz ki bu mücadeleyi tek başımıza püskürtemeyeceğimizin farkındayız. Çünkü bu sınıf mücadelesiyle mümkündür.
Bugün belki ben burada işe alınabilirim, evet burada Kod-29 püskürtülebilir; ancak genel itibariyle bu saldırıları devam etmiş olacak ve yüz binlerce işçi bu saldırılar karşısında ne yapacağını bilememiş hâle gelmiş olacak. Dediğim gibi direnişimiz, tabi ki devam edecek; ancak birleşik mücadele, örgütlü mücadele, direnişlerin birleşmesi konusunda adım da atılmadığı sürece sonuç alamayız. Çünkü bu bir yandan da yeni şeyler üretememe anlamına geliyor. Bizler tek başımıza böyle bir iddiayı ortaya da koyamayız, bunun üstesinden gelebileceğimizi de iddia edemeyiz. Bu anlamda birleşik mücadele şarttır! Genel olarak da bizlerin örgütlenmekten, bir araya gelmekten, birlikte taleplerimizi haykırmaktan başka bir çözümümüz yoktur.
Öyle olmadığı koşullarda karşı tarafın saldırıları katmerleşiyor. Örneğin bizler gözaltına alındığımızda çıplak arama işkencesine maruz kaldık. Aslında bu da bu saldırıların devamıydı; sindirme politikası, vazgeçirme, yok sayma, ezme politikası… Çıplak arama meselesi aslında Türkiye’de de yaygın; örtbas edilmeye çalışılan, hem de sermayenin ve siyasi iktidarın kolluk kuvvetlerine kadar bununla övündüğü bir durum.
Bizler çıplak arama işkencesini de Kod-29’a karşı da ücretsiz izinle de işçiler üzerinde, kadınlar üzerinde, LGBTİ+’lar üzerinde ya da doğa üzerindeki bu talana karşı, bu insanlık suçlarına karşı bir zemin kurup bu alanda mücadele edebilmeliyiz. Yoksa keyfi bir şekilde saldırılar artmaya devam edecek. Dün sözlü saldırı, fiziki saldırı, bugün çıplak arama, yarın başka başka şeyler bizlerin karşısına çıkmaya devam edecektir. Toplamın da aslında bu saldırıları ele alıp, bu saldırıların odağına karşı topyekûn bir hareket oluşturmamız gerekir.
Özgür Gelecek / 06.07.21