Halklar hapishanesi Rusya’da, ezilen uluslar Ekim Devrimi ile eşitlik, özgürlük ve gönüllü birlik temelinde devrimci çözüm yolunu bulmuştur. Bu pratiğin gerisinde kuşkusuz ki devrimci bir program ve Lenin’in bu konuda uzun yıllar yürüttüğü kararlı ideolojik mücadelelerden süzülmüş devrimci teori bulunmaktadır.
Lenin’in konuya ilişkin ilkesel tartışmasının özünü, ulusların siyasal kaderlerini tayin etme haklarının ayrılma ve ayrı bir devlet kurma hakkı olduğu gerçeği oluşturur. Lenin işçi sınıfının bu ilkeyi savunmasının, çeşitli ulusların işçileri arasında tam bir dayanışma sağlanmasının ve ulusların enternasyonalist bir çizgide birbirine yaklaştırılmasının tek güvencesi olduğunu ifade eder.
Lenin devrim öncesinde ve sonrasında ulusal sorunun nasıl ele alınması gerektiğine açıklıklar getirmiş, bu konuda ortaya çıkan sağ ya da sol sapmalara karşı ideolojik mücadele vermiş, açık-kapalı her türden ulusalcılığa karşı kararlı bir savaş yürütmüştür. Bu birikim, hâlâ ezen ve ezilen ulus sosyalistlerine önemli bir teorik mirastır. Bunun kendisi emperyalist ülkelerin başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın genelinde işgalci, saldırgan politikalarının hız kazandığı, yeni bir “3. dünya savaşından” bahsedildiği bir dönemden geçiyor oluşumuz nedeniyle olduğu kadar, yaşadığımız coğrafyada “Kürt sorununun” devrimci çözümü için gereken politik görevler açısından da bugün hâlâ güncelliğini koruyan önemli bir teorik mirastır.
Ekim Devrimi’nin “ulus” siyaseti: Özgürlük, eşitlik, gönüllü birlik!
1. Paylaşım Savaşı’nın yarattığı koşullar Bolşeviklerin “emperyalist savaşa karşı iç savaş” çağrısının yanıt bulmasını ve de Doğu halklarını devrimci harekete çeken bir ortamı hazırlamıştır. Bu süreçte Bolşeviklerin tutumu nettir: “Eğer devrim, şimdiki savaş sırasında partimizi iktidara getirirse, savaşan taraflara partinin derhal demokratik bir barış önereceğini kesinlikle belirtmiş bulunuyoruz.”
1917’ de Ekim Devrimi ile bu tutum pratiğe dönüşmüş, siyasal iktidar ele geçirildikten sonra; Çarlık ordularının işgal ettiği topraklardan çıkılmış ve vakit geçirilmeden bir barış anlaşması imzalanmıştır. Sovyet Cumhuriyeti’nin bundan sonraki dış siyaseti de ileri ülkelerin devrimcileriyle ve bütün ezilen uluslarla, tüm emperyalistlere karşı ittifak temelinde yürümüştür.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkının koşulsuz tanınması temel ilkesi ise, Ekim Devrimi’nin hemen sonrasında pratikte uygulanmaya başlanmıştır. 15 Kasım 1917 tarihinde Halk Komiserleri Kurulu Başkanı olarak Lenin’in, Ulusal Topluluklar Halk Komiseri olarak da Stalin’in imzalarıyla; “Rusya’daki ulusal toplulukların hakları bildirisi” yayınlanır. Bildiride Rusya’daki ulusal toplulukların eşitliği, ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkı dahil, kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkına sahip oldukları ve ulusal, dinsel her türlü ayrıcalık ve sınırlamanın kaldırılması gerektiği beyan edilir. Nüfusunun %57’si Rus olmayan Rusya’nın, baskıdan ve zulümden çok çeken ulusal toplulukları için, ulusların gönüllü birliği ilkesi çerçevesinde yeni bir yaşam başlayacaktır. Finlandiya’nın bağımsızlığının tanınması ulusların ayrılma hakkı konusundaki tutarlı bakışın bir örneği olmuştur. Ekim Devrimi ile 15 ayrı cumhuriyet ve çok sayıda özerk bölge, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) adı altında bir arada kardeşçe yaşama zemini elde etmiştir.
Elbette, uzun yıllar boyunca Çarlık tarafından zulme uğramış halkların güvenini kazanmak, güvensizlik ve ön yargı duvarlarını parçalamak kolay değildir. Ulusal hassasiyetlere özen göstermek ve gönüllülüğün oluşması için çaba gerekmektedir. Bunun bilincinde olarak Lenin; “Devrimimizi geliştirerek, ezilen halkları etkileyeceğiz. Ezilen yığınlar arasında yürütülen propaganda yalnızca bu çizgiyi izlemelidir” sözlerinde anlam bulan politika ile hareket etmiştir.
SSCB’de her ulusal topluluğun özgür gelişimini sağlayabilmesi için kendi dillerinde eğitim yapabilmeleri, yayın çıkarabilmeleri güvence altına alınmıştır. Özellikle bir “devlet” dili olması reddedilmiştir. Lenin, “Herhangi bir ulusa ya da dile ayrıcalık yok! Ulusal bir azınlığa karşı en ufak ölçüde baskıya ya da haksızlığa yer yok! İşçi sınıfı demokrasisinin ilkeleri bunlardır” diyerek Ekim Devrimi’nin bıraktığı en önemli miraslarından birini özetlemiştir.
Bu konuda verilebilecek örneklerden birisi halen kimliği, kültürü, dili yasaklı olan Kürt halkının Sovyetler Birliği’nde elde ettikleri kazanımlardır. Diğer Sovyet halkları gibi Sovyet Ermenistan’ında bulunan Kürtler de anadillerinde eğitim hakkı elde etmişlerdir. 1927’de Ermenistan Kültür ve Eğitim Komiserliği’nin kararıyla Kürtler için Latince bir alfabe oluşturulması işini Asuri Kürdolog İsahak Marogulo ile birlikte Kürt yazar Erebê Şemo üstlenmiştir. Bu ilk Kürtçe Latince alfabedir. Sovyetler Birliği’nde yaşayan Kürt yazarlar 1930 yılında Erivan’da SSCB hükümetinin desteği ile Latin alfabesinde yayınlanan Riya Teze adında bir gazete çıkarırlar. 1931’de ise Kürt dili ve edebiyatı öğretmenleri yetiştirmek üzere Erivan’da Trans Kafkasya Eğitim Akademisi açılır ve okulun ilk müdürü de ilk Kürtçe roman Şivanê Kurmanca’nın (Kürt Çoban) yazarı Erebê Şemo olur. Kürtçe eğitimin yanında üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin olması ve Kürdoloji hakkında çeşitli konferansların düzenlenmiş olması Kürt dilini geliştirmede SSCB’nin hassasiyetine dair önemli bir örnektir.(*)
İnanç özgürlüğü
Çarlık tarafından ulusal topluluklar dışında faklı dinden olanlara, özellikle Yahudilere karşı çok ciddi bir ayrımcılık, zulüm ve baskı yapılıyordu. Yahudi bölgelerinin çitle çevrilmesi, sürgünler, katliamlar, kamu görevlerine ve devlet okullarına alınmamak gibi uygulamalara maruz kalıyorlardı. Lenin, Yahudi sorununun kökünden çözümlenmesinin Rusya’nın yüz yüze bulunduğu temel sorunların çözümüne bağlı olduğunu belirtmiş, ancak devrim öncesinde Yahudilere ve Rus olmayan öteki ulusal topluluklara karşı uygulanan baskının ve ayrımcılığın kaldırılması için ,“Rus işçilerinin sesi, özellikle yüksek çıkmalıdır” diyerek, işçi sınıfını göreve çağırmıştır. Devrim sonrasında ise farklı inançlar kendilerini özgürce ifade edebilmiş, bu konuda yaşanan ayrımcılığın üzerine ısrarla gidilmiştir. 15 Kasım 1917’de yayınlanan ‘Rusya’daki ulusal toplulukların hakları’ bildirisinde, Çarlık tarafından gerçekleştirilen genel Yahudi kıyımlarına ve ulusların köleleştirilmesine değinilerek; “Nefret uyandırmayı amaçlayan bu iğrenç siyaset hiçbir zaman geri gelmemelidir, gelmeyecektir” denilmiştir.
Öte yandan Lenin’in bu konudaki titizliğini gösteren bir diğer örnek 1920’de Kafkasya Cephesi Devrimci Askeri Konseyi’nde görevli Orjonikidze’ye çektiği telgraftan anlaşılmaktadır. Lenin, “Bir kez daha, Müslümanlara karşı, özellikle Dağıstan’a doğru ilerlerken ihtiyatlı davranmanızda ve azami iyi niyeti göstermenizde ısrar ediyorum. Müslümanlara, özerkliklerine, bağımsızlıklarına, vb. gösterdiğimiz sempatiyi, en kuvvetli biçimde göstermek için gereken her şeyi yapın” diye yazar.
Bilindiği üzere, emperyalist kapitalist sistemin hükmünü sürdüğü her yerde egemenler için, ırksal farklılıkların yanı sıra dinsel/mezhepsel ayrımları kışkırtmak kirli bir savaş politikası olarak devreye sokulmakta, halklar birbirine düşmanlaştırılmaktadır. Bu açıdan halkların kardeşçe yaşayabilmesi ve inanç özgürlüğünün güvencesi için Ekim Devrimi’nin bıraktığı mirasın önemini bir kez daha vurgulamak gerekmektedir.
Lenin ve ulusal soruna ilişkin ilkesel tutum
“Bütün öteki ezilmiş, eşit olmayan uluslar için, ayrım yapmaksızın, ayrılma özgürlüğü istiyorsak, bunu, ayrılmadan yana olduğumuz için değil, ama zoraki birlikten farklı olarak, yalnızca özgür, gönüllü birlikten ve kaynaşmadan yana olduğumuz için istiyoruz.” (Lenin)
Lenin’de ulusal sorun ve proletarya enternasyonalizmi arasındaki diyalektik bağ nettir. Bu bağ doğru kurulamadığında düşülecek sağ ya da sol sapmalar ile çok çetin mücadele vermiş biri olarak; “Gerek barış, gerek savaş zamanında, ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünden yana propaganda yapmayan bir sosyalistin, gerçekte sosyalist ya da enternasyonalist olmadığını, yalnızca şovenist olduğunu” belirtir.
İşçi sınıfının devrimci programı içinde ulusal soruna ilişkin olarak, emperyalizm tarafından ulusların ezilmesinin genel bir durum yarattığını, bu nedenle de ezen, egemen ulusların sosyal şovenizmine karşı savaşımın “temel nokta” kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur.
Lenin politik yaşamı boyunca sosyal şovenizme ve onun etkilerine karşı son derece kararlı bir mücadele yürütmüştür. Özellikle ezen ulusa mensup sosyalistlere yönelik uyarıları oldukça güncel önemdedir. “Söze gelince enternasyonalizmin kabul edilmesi, ama eylemde, propaganda, uyandırma girişimlerinde ve pratik çalışmada küçük burjuva ulusalcılığına ve pasifizme sapılması”nı kesin bir dille eleştirir.
Çeşitli makalelerinde bu görevlere dair çok önemli vurgular yapan Lenin, “(…) büyük bir ulusun vatandaşları olan bizler, tarihsel oluşum içinde sayısız şiddet olayları nedeniyle hemen her zaman suçlu olmuşuzdur” diyerek “Büyük Rus şovenizmi”nin etkilerine sürekli dikkat çeker. Ezen ulus sosyalistlerinin alması gereken enternasyonalist tutumu şöyle tarifler: “Sadece uluslar arasında biçimsel eşitliğin sağlanması değil, uygulamada nasılsa ortaya çıkacak eşitsizliği dengeleyecek ölçüde büyük ulus aleyhine eşitsizliğin sağlanması demek olmalıdır. Bunu anlamayanlar, ulusal sorun konusunda gerçek proleter tutumu kavramamışlardır. Bunlar bakış açılarında henüz küçük-burjuvadırlar ve bu nedenle de burjuva görüş açısına düşmeleri kaçınılmazdır.”
***
Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği arasındaki ayrımı da net bir şekilde ortaya koyan Lenin, ayrılma hakkının olmazsa olmaz bir savunucusudur. Ancak ulusal yanın abartılıp enternasyonal yanın ihmal edilmesini de eleştirerek ezilen ulusun sosyalistlerini uyarmayı da ihmal etmez: “(…) ezilen ulusların sosyal demokratları, ezen ve ezilen uluslar işçilerinin birliğine ve kaynaşmasına büyük önem vermelidirler. Böyle yapmazlarsa, her zaman halkın çıkarlarına ve demokrasinin isterlerine ihanet eden ve kendi sırası geldiğinde, toprak ilhakına ve başka ulusları ezmeye, her zaman hazır olan kendi ulusal burjuvazilerinin istemeye istemeye dostu haline geleceklerdir.”
İkinci Enternasyonal eleştirisi
Lenin’in en önemli ideolojik tartışmalarından biri de 2. Enternasyonal’de açığa çıkan sosyal şovenist tutuma ilişkin olanıdır. Şöyle ki, 2. Enternasyonal’in Kasım 1912’de Basel’de yaptığı olağanüstü kongrede, Balkan savaşının ve dünya savaşı hazırlıklarının protesto edilmesi ortak amaç olarak belirlenmişti. Kongre, bütün ülkelerin sosyalistlerini “savaşın patlamasını önlemeye” çağıran bir kararı kabul etmişti. Ayrıca, “kapitalistlerin kazancı, hanedanların ihtirası ya da diplomatların gizli anlaşmaları uğruna, proletaryanın kendi kardeşlerine ateş açmayı bir suç saydığı” ilan edilmiş, savaş patlak verirse, “sosyalistler savaşın çabucak sona erdirilmesi için müdahale etmeli, savaşın yarattığı iktisadi ve siyasal bunalımı, halkı uyandırmak ve kapitalist egemenliğin çökmesini hızlandırmak için kullanmalıdır” kararı da alınmıştı. Ancak savaş başladığında 2. Enternasyonal önderlerinin çoğu bu karara ihanet ederek, kendi emperyalist hükümetlerinin yanında yer aldılar. Lenin önderliğindeki Bolşevikler, Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg, Clara Zetkin gibi Alman komünistleri ve öteki sosyalist partilerdeki gruplar ise Enternasyonal'in kararına bağlı kaldılar.
Lenin başta Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin önderi Kautsky olmak üzere Enternasyonal kararına ihanet eden diğer “sosyalist” önderlere karşı oldukça keskin bir mücadele yürütmüştür. “Ata topraklarını savunma” adı altında ulusal savaş yürütmeyi tercih edenleri ve “kendi burjuvazilerinin, sömürgeleri boyunduruk altına alma ve bağımlı ülkeleri soyup soğana çevirme ‘hakkı‘nı savunan sosyal-şovenizmi” sonuna kadar mahkûm etmiştir.
Emperyalist ekonomistlerle tartışma
Lenin, emperyalizm çağında diğer demokratik istemler gibi ulusal kurtuluş mücadelesini yadsıyan ve ulusların kendi kaderini tayini hakkını tümden gereksiz bulan emperyalist ekonomizmin temsilcileri ile de ciddi tartışmalar yürütmüştür. Rusya’da Buharin, Piyatakov ve Bosh tarafından temsil edilen emperyalist ekonomistlerle çeşitli dönemlerde tartışmaları olmuştur. Özellikle Lenin’in, “Emperyalist Ekonomizm-Marksizmin Bir Karikatürü” adlı eserde, savaşa ve “ata topraklarının savunulması”na ilişkin yürüttüğü teorik-ilkesel tartışmalar oldukça önemlidir.
Emperyalist ekonomistlerin savunduğu tezlerde, emperyalist çağda demokrasi için savaşım verilmesi yadsınıyor ve partinin ulusların kendi kaderini tayin hakkı istemi kabul edilmiyordu. Söyledikleri özetle şudur: “Kendi kaderini tayin hakkı kapitalizmde olanaksız, sosyalizmde gereksizdir!” Lenin bu görüşü teorik bakımdan saçma, pratik siyasal bakımdan şovenist olarak mahkûm eder: “Bu görüş demokrasinin önemini takdir etmez. Oysa demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü: (1) proletarya demokrasi savaşımı içinde, sosyalist devrime hazırlanmadıkça o devrimi yapamaz; (2) utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın, zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını getiremez. Kendi kaderini tayin hakkının sosyalizmde gereksiz olduğunu iddia etmek, bu nedenle, sosyalizmde demokrasinin gereksiz olduğunu öne sürmek kadar anlamsız ve deva bulmaz bir şaşkınlıktır.”
“Demokrasi savaşımı okulunda okumamış bir proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir” diye hatırlatan Lenin; “Marksistler demokrasinin sınıfsal baskıyı ortadan kaldırmadığını bilirler. Demokrasi yalnızca sınıf savaşımını daha doğrudan, daha geniş, daha açık, daha belirgin hale getirir” diye belirtir.
Lenin, Emperyalist Ekonomizm-Marksizmin Bir Karikatürü adlı eserde Kievski (Piyatakov) nezdinde emperyalist ekonomistlerin saldırılarını muazzam bir diyalektik-taktik kavrayışla yanıtlar. Kievski’nin, ulusların ayrılma hakkı ilkesini ve “ata topraklarını savunma” konusunu UKTH arasında zorlama bir bağlantı kurarak kabul etmemesini, savaşları sınıfsal mantığa ve siyasal içeriğine göre değerlendirememesini eleştirir: “Büyük Güçlerle ittifak halinde verilen savaş, emperyalist savaştır. 1914-1916 savaşı böyledir. Bu savaşta ata topraklarının savunulması, bir yalandır, savaşı haklı gösterme çabasıdır” der ve ekler: “Emperyalist, yani zulmeden devletlere karşı ezilen (örneğin sömürge) ulusların savaşı, gerçekten ulusal bir savaştır. Böyle bir savaş bugün de olasıdır. Zulüm gören bir ulusun yabancı bir zalime karşı verdiği savaşta ‘ata topraklarının savunulması‘ bir aldatmaca değildir. Sosyalistler böyle bir savaşta ‘ata topraklarının savunulmasına‘ karşı değildirler. Ulusal kaderi tayin hakkı, ulusal kurtuluş için, tam bağımsızlık için, ilhaka karşı savaşımla aynı şeydir; sosyalistler -sosyalist olmaktan vazgeçmedikçe- hangi biçimde olursa olsun, ayaklanma olsun, savaş olsun, böyle bir savaşımı reddedemezler.”
Emperyalist ekonomistlerle tartışmalar Ekim Devrimi sonrasında da devam etmiştir. 1919’da RKP(B)’nin 8. Kongresi’ne sunulan parti programı hakkındaki rapor tartışmalarında emperyalist ekonomistlerin temsilcisi Buharin, bu sefer meseleye oldukça “soldan” yaklaşır; “emekçi halkın tayin hakkını” öne sürerek, “Biz proleterciler, nefret ettiğimiz burjuvazinin kendi kaderlerini tayin hakkını mı tanıyacağız?” diyen sekter bir yaklaşımla, her ulusun kendi kaderini tayin hakkını tanımanın gereksiz olduğunu ifade eder.
Lenin, programda ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ tanımı yerine, ‘emekçi halkın kendi kaderini tayin hakkı’ tanımının konulmasını kesinlikle yanlış bulur, bu bakışı uluslar içinde proletaryanın farklılaşmasının tuttuğu zikzaklı yolu ve güçlükleri hesaba katmadığı için eleştirir.
Örneğin Özbek, Kırgız, Tacik, Türkmen vb. doğu halklarının kendi kaderini belirlemelerine ilişkin tartışmada Lenin; “söz konusu ulus gelişinceye, proletaryanın burjuva öğelerden kaçınılmaz farklılaşması gerçekleşinceye dek beklemek zorundayız” der, Buharin’in “sabırsız” tutumunu, ulusların eşitsiz gelişimini göz ardı etmesini mahkûm eder. “Emekçi halkın kendi kaderini tayini, çok karmaşık ve güç bir yolda ilerliyor. Emekçi halkın kendi kaderini tayini, başka hiçbir yerde değil, ama yalnızca Rusya’da görülüyor. Başka ülkelerdeki gelişme aşamalarını önceden görmekle birlikte, Moskova’dan herhangi bir karar yayınlayamayız. Bu önerinin ilke olarak kabul edilmezliğinin nedeni budur” diyen Lenin, her ulusun kendi kaderini tayin hakkını elde etmesinin, emekçi halkın kendi kaderini tayin etmesini kolaylaştıracağını söyler.
Öte yandan Lenin eğer ulusların kendi kaderlerini tayin ilkesi reddedilirse olabilecekler konusunda son derece gerçekçi bir politika izlemekteydi. Zira o, öncelikle Büyük Rus milliyetçiliğiyle yıllardır ezilmiş halkların güvenini kazanmanın zorluğunun farkındadır, diğer yandan da Sovyet Cumhuriyeti'ni karalamak için uluslararası burjuvazinin dolaşıma soktuğu “Bolşevikler kendi sistemlerini zor yoluyla kurmak istiyorlar” gerici argümanı karşısında daha dikkatli ve titiz bir politika izlenmesi gerektiğinin bilincindedir.
***
Lenin’in ulusların ayrılma özgürlüğünü proletarya enternasyonalizmi adına reddedenlerle yürüttüğü ilkesel tartışmaların bir diğer önemli örneği ise, Rosa Luxemburg ve diğer Polonyalı sosyal-demokratlarla yapılanıdır. Polonyalı sosyal-demokratların, Bolşevik programda yer alan Polonya’nın ayrılma hakkının tanınmasına ilişkin itirazları ile ilgili tartışmalar Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi programının kabul edildiği 1903’ten itibaren başlamış ve bu yönlü tartışmalar çeşitli vesilelerle tekrarlanmıştır. Ayrıca incelenmeyi hak eden Lenin’in bu tartışmaları, ezen ulus ve ezilen ulus devrimcilerine bırakılan önemli teorik miraslardan biridir. Lenin, “Başka herhangi bir ulusun ezmediği kadar çok ulusu ezen biz Büyük Ruslar, Polonya’nın, Ukrayna’nın, Finlandiya’nın ayrılma hakkını neden yadsıyalım? Bizden şovenist olmamız isteniyor” diyerek buradaki hatalı kavrayışa dikkat çeker. Meselenin özünü ise net bir şekilde şöyle formüle eder: “Yapılması gereken şey, Rusya’da, ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünü, Polonya’da ise, o insanların birleşme özgürlüğünü vurgulamaktır. Birleşme özgürlüğü, ayrılma özgürlüğünü de içerir. Polonyalılar birleşme özgürlüğüne ağırlık verirken, biz Ruslar, ayrılma özgürlüğünü vurgulamalıyız.”
***
Lenin “açık, kapalı bütün ulusalcılar” karşısında ulusların ayrılma özgürlüğü temel ilkesini savunmuştur. Lenin’in “incelmiş ulusalcılık” olarak tanımladığı “ulusal kültürel özerklik” savunucularıyla yaptığı tartışmalar da bunlardan biridir. Bu görüşün savunucuları eğitimin devletin elinden alınarak ayrı ayrı örgütlenmiş ulusal topluluklara verilmesini, bu “ulusal okullarda kendi ders programlarının” okutulmasını savunuyorlardı. Bu görüşü ulusal sorunu sınırlı burjuva anlayış çerçevesinde ifade ettiği için eleştiren Lenin, böylesi bir formülde ‘özerk’ bir ulus ile ‘egemen’ bir ulusun yararlandıkları hakların eşit olamayacağına dikkat çeker. Eğitim işlerinin, bu şekilde ulusal birliklere bölünmesiyle kendi ayrı eğitim bütçesi, ayrı müfredat vb. olacağına vurgu yapar. Öte yandan bu sloganın proletarya enternasyonalizmiyle çatıştığını, proletaryanın ve emekçi halk yığınlarının burjuva ulusalcılığının etkisi altına girmesini kolaylaştıracağını ifade eder: “Bir bütün olarak devletin A’sından Z’sine demokratik bir dönüşümden geçirilmesi amacından dikkatleri kaydırma gücündedir. Oysa ulusal topluluklar arasında (kapitalizm altında olabildiği ölçüde) barışı yalnızca bu dönüşüm güven altına alabilir” demektedir.
“Bu, işçi sınıfını yozlaştıran ve bölen bir incelmiş ulusalcılık planıdır. (Bundculara, tasfiyecilere ve narodniklere, yani çeşitli küçük burjuva gruplara ait olan) bu planın karşısına, marksistler, ulusların ve dillerin tam eşitliği ilkesini koyarlar ve resmi bir dile gerek olduğunu redde kadar giderler” diyen Lenin, “uluslar arasında olabildiği kadar yakın ilişkileri, bütün uluslar için bir örnek devlet kurumlarını, bir örnek okul yönetimlerini, bir örnek eğitim siyasetini (laik eğitim)” savunur.
Lenin’in son tartışması
Lenin için Sovyetler Birliği’nin ezilen uluslara yönelik temel ilkesel politikalarının tutarlı devrimci bir çizgide yürümesi çok önemliydi. Lenin, yaşamının sonuna dek bu yönlü mücadelesini sürdürdü. Yaşamının son zamanlarına denk gelen, Kafkasya ve Gürcistan üzerinden bir kez daha gündeme gelen ‘Büyük Rus milliyetçiliği’nin etkilerine karşı tartışmalara hastalığı nedeniyle yeterince müdahil olamamıştır. Ancak yine de mektup ve notlarla tartışmalara olan ilgisini kesmemiştir. 1922’de hastalığından kaynaklı katılamadığı bir toplantıya “ağır basan ulusal şovenizmle savaş konusunda siyasal büroya not” başlıklı kısa bir mektup göndermiştir. Bu notta ifade ettiği; “Ağır basan ulusal şovenizme karşı bir ölüm-kalım savaşı ilan ediyorum. Birlik merkez yönetim kuruluna, bir Rus’un, Ukraynalının, Gürcünün, vb. sırayla başkanlık etmesinde mutlak olarak ısrar edilmelidir. Mutlak olarak!” diye yazmıştır. Ağır basan ulusal şovenizme karşı bir ölüm-kalım savaşı bizlere bıraktığı son miras olmuştur.
***
Lenin ulusal sorunda Marksist bakışı geliştirmiş, emperyalizm çağına uygun teorik yenilenmesini sağlamıştır. Marx’ın “başka bir ulusu baskı altında tutan ulusun özgür olamayacağı” ilkesinden asla taviz vermemiştir. Tam eşitliğin, herhangi bir dil için her türlü ayrıcalığın reddini ve bütün ulusal toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkını içerdiğini, ulusların birleşip kaynaşmasını savunmanın ayrılma özgürlüğü tanınmadan elde edilemeyeceğini, aksi takdirde zora dayalı birlikten ve ilhaktan gönüllü birliğe geçilemeyeceğini yaşamı boyunca savunmuştur. Ekim Devrimi ve önderi Lenin’in ulusal soruna ilişkin bıraktığı miras kılavuzumuz olmaya devam etmektedir.
Kaynak: Ulusal Sorun Ve Ulusal Kurtuluş Savaşları- Lenin, Sol Yayınları
(*) wikipedia.org