Demokrasi sorunu ve mücadelesi, çok kapsamlı, çok boyutlu bir konudur. Öncelikle konunun öneminden başlamak istiyorum.
Çok kapsamlı bir konu olduğu ölçüde, doğal olarak önemi de çok boyutlu olan bir sorun. Sorunun programatik önemi, programla bağlantılı yönleri var. Bu çerçevede haliyle devrim stratejisiyle bağlantılı yönlen var. Emekçilerin devrimci siyasal eğitimiyle, devrime ve geleceğin devrimci iktidarına başarıyla hazırlanabilmesiyle bağlantılı yönleri var. Gündelik siyasal mücadeleyle bağlantılı yönleri var. Ve daha da ötesi, geleceğin toplumuyla, yani sosyalizmle, sosyalist demokrasiyle bağlantılı yönleri var. Bu son nokta çerçevesinde, doğal olarak sosyalizmin geride kalmış tarihsel deneyimleriyle bağlantılı yönleri var.
Dolayısıyla, bütün bu çok yönlü bağlantı alanları bile kendi başına bu sorunun kapsamını ve önemini göstermeye yeter.
Demokrasi sorunu ve devrimci program
Konu öncelikle Türkiye'de işçi sınıfı adına ortaya konulabilecek bir devrim programı bakımından önemlidir. Bu önem iki yönlüdür. Öncelikle işçi sımfı adma ortaya konulan, gerçekte ise küçük-burjuva bir konuma denk düşen geleneksel programların gerçek niteliğini kavramada demokrasi sorunu anahtar durumundadır. Zira bugüne kadar Türkiye'de kabul görmüş, geleneksel devrimci akımlar tarafından benimsenmiş programlarda, demokrasi sorununun demokratik devrim kapsamında çok özel bir yeri vardır. Bilindiği gibi demokrasi ve bağımsızlık istemleri eksenine dayalı bu program son otuz yıldır geleneksel devrimci harekete egemendir. Dolayısıyla, demokrasi sorunu geleneksel devrim stratejisine dayanak oluşturan bu programın temelsizliğini gösterebilmek bakımından önem taşıyan bir sorundur.
Öte yandan biz, bunun karşısında, Türkiye'nin mevcut toplumsal yapısını, gerçek sınıf ilişkilerini ve bu temel tarafından belirlenen siyasal ilişkilerini temel alan farklı bir devrim stratejisiyle, bunun dayandığı farklı bir devrim programıyla, sosyalist devrim programıyla ortaya çıkıyoruz. Ama bu, demokrasi sorununun taşıdığı çok özel önemi ortadan kaldırmıyor. Tam tersine, toplumun gerçek gelişme düzeyine, nesnel sınıf ilişkilerine dayanan bu program ve strateji içinde de demokrasi sorunu bütün önemini korumaktadır. Geleneksel programlarla bu noktada aramızdaki fark sorunun önemi alanında değil, fakat ele alınışında ortaya çıkmaktadır. Geleneksel programlarda temel eksen olan bu sorun, bizde sermaye iktidarını devirme genel stratejisinin bir alt öğesidir. Bunu konuşmamın daha ileriki bölümlerinde açacağım.
Dolayısıyla, demokrasi sorununu, bir yanıyla, geleneksel programların geriliğini ve tutarsızlığını kavrayabilmek bakımından doğru anlamamız gerekiyor. Ama öte yandan, kendi programımızın niteliğini ve kapsamını yerli yerine oturtabilmek için de bu sorunu marksist açıdan doğru kavrayabilmemiz gerekir. Eğer demokrasi sorununu demokratik devrim kapsamı içerisinde ele alırsak, bu Türkiye devrimini bir geriliğe, dolayısıyla sonuçta başarısızlığa mahkum eder. Türkiye'de bugünkü sınıf ilişkileri içerisinde demokrasiyi eksen alan, demokrasiyi kendi omurgasına oturtan bir program, devrimi başarıya götüremez. Bu devrim stratejisi, Türkiye'de siyasal sınıf iktidarı değişimi yaratamaz. Bu tür bir program, çıkışında devrimci niyetler ya da yönler taşısa bile, son tahlilde düzen içerisinde erir. Neden? Çünkü sermaye düzeni ve iktidarı koşullarında siyasal demokrasi eksenine dayalı bir program ve strateji, kapitalist düzenin sınırlarını aşamaz.
Bu bilimsel bir teorik gerçektir. Marksist bir bakışaçısıyla soruna yaklaşıldığında bu gerçeği anlamakta bir güçlük yoktur. Politik planda devrimci tutum, teorik plandaki tutarsızlıkların yaratacağı sonuçlarla zaman içinde kaçınılmaz olarak karşı karşıya gelir. Latin Amerika'nın güncel deneyimleri bu açıdan açıklayıcı ve öğreticidir. Aynı şekilde, Brezilya ve İspanya gibi ülkelerde siyasal demokrasi ve siyasal bağımsızlık eksenine dayalı programlarla hareket eden bazı devrimci partilerin üç-beş yıl önce aniden düzene kapaklanmaları da bu açıdan öğreticidir. Nihayet kendi ülkemizin deneyimleri var. '80 öncesinde devrimci iktidar sorununa bağlanan demokrasi eksenine dayalı stratejilerin sahibi akımların, yenilgi ortamının farklı atmosferinde nasıl kolayca düzen içi bir çizgiye kaydıklarını biliyoruz.
'80 öncesinde "devrimci halk iktidarı", "devrimci işçi-köylü iktidarı" diyenler, bugün artık "demokratik devlet", "demokratik ordu", "demokratik anayasa" diyorlar. Bu değişimi elbetteki karşı-devrimin basıncı yarattı, yenilgi sonrasında devrime duyulan inançsızlık yarattı. Fakat öte yandan böyle bir köklü değişimi bir hayli kolaylaştıran bir ön teorik temelin bunda oynadığı rol de açıktır. Örneğin TDKP, hemen 12 Eylül'ü izleyen günlerde, kalkıp "Avrupa'daki türden bir burjuva demokrasisi" diyebildi. Ortada henüz yenilgi ortamının yıkıcı siyasal etkileri bile yokken üstelik. Neden peki? Çünkü teorik bakışaçısı buna açıktı. Kendi ifadeleriyle "burjuvazili ya da burjuvazisiz, ama Avrupa'daki türden bir burjuva demokrasisi"! Kapitalist bir ülkede siyasi demokrasi sorununu devrim stratejisinin ekseni, omurgası olarak ele alan bir hareketin teorik mantığı bu tür bir değişime her zaman potansiyel olarak açıktır.
Çok taze ve canlı bir örnek olarak DHKP-C'ye de bakabiliriz. "Demokratik anayasa"da ısrar edilirse kaçınılmaz olarak varılacak yer şimdiden bellidir. Hiçbir pratik radikalizm, teorik kavrayıştan kaynaklanan bu politik savrulmaya bir güvence oluşturmaz. Sayısız tarihsel ve güncel deneyim ortadadır.
DHKP-C'nin bugünkü açılımları ne rastlantıdır ve ne de şaşırtıcı. Bu hareket böyle bir değişime uygun bir teorik temele dünden sahipti. Kapitalist bir ülkede siyasal demokrasi eksenine oturan bir devrim stratejisinin, aynı şekilde, anti-kapitalist içeriğinden kopartılmış bir siyasal bağımsızlık hedefine dayanan bir stratejinin gerisinde, kendine özgü bir teorik temel vardır. Bu küçük-burjuva teorik temel, her zaman ve her yerde, uygun tarihsel-siyasal ortamı oluştuğunda, düzen içi açılımlara zemin oluşturur ve düzen içi çözümlere kaymakla sonuçlanır.
Aynı konuda MLKP'yi bir başka örnek olarak verebiliriz. Düşününüz ki, bu hareket, daha düne kadar "demokratik kapitalizmi" ve özünde kapitalist ilişkiler temeline dayanan burjuva cumhuriyetten başka bir şey olmayan "küçük-burjuva demokratik cumhuriyeti" programatik hedef olarak formüle etmişti. İdeolojik basınç karşısında bugün bunların rötuşlanmış olması işin özünü değiştirmiyor. Zira aynı teorik temel olduğu gibi korunuyor. Bu açıdan bakıldığında, gırtlağına kadar tasfiyeci reformizme battığı bir sırada TDKP'yi hala "kardeş komünist örgüt" olarak görmesi ve onunla "parti birliği" umması hiçbir biçimde bir rastlantı değildi. Nitekim TDKP'nin tümüyle reformist bir çizgiye oturarak "kardeş komünist örgüt" olmaktan çıkmasından da MLKP'nin kendi dünkü tutumu hakkında çıkarabildiği herhangi bir ciddi sonuç olamamıştır. "TDKP Nereye?" kitabının oradan buradan ödünç alınmış eleştirilerden derlenmiş olması, ciddi herhangi bir teorik sonuç içermemesi bu açıdan rastlantı değildir. Aynı teorik temel ve sınıfsal karakter, uygun ortamı oluştuğunda, benzer sonuçlar doğrurur, benzer akıbetler hazırlar demiştim. Liberal Demokratizmin Politik Platformu'na, yazılan önsözde, "bugünkü TDKP", kendisiyle aynı ideolojik-politik geçmişi paylaşan bugünün bazı devrimci akımlarının yarınına ışık tutuyor denilmişti. Bu uyarıya hedef olanların DHKP-C'nin son adımlarından da çıkartacakları dersler olmalıdır. Unutmamak gerekir ki, DHKP-C daha düne kadar her alanda öykündükleri bir hareketti.
Sorunun kendi programımız için, bu program çerçevesinde taşıdığı çok özel öneme dönüyorum. Türkiye'nin bugünkü temel smıf ilişkilerini veri alarak, biz, devrimimizin burjuvazinin sınıf egemenliğini hedef alan bir devrim, bu yönüyle, bu karakteriyle, bu özelliğiyle de sosyalist devrim olduğunu söylüyoruz. Ama bu, demokrasi sorununu (parantez içinde hatırlatayım, burada demokrasi sorunu derken, dar anlamıyla, burjuva anlamıyla siyasal demokrasiyi kastediyorum) ortadan kaldırmadığı gibi, onun önemini de herhangi bir biçimde azaltmıyor. Tam tersine, eğer biz burjuvaziyi devirme stratejisine bağlanmış bir sosyalist devrimi başarıya ulaştırmak istiyorsak, demokrasi mücadelesini bütün bu kapsamıyla kavramak, ona gerekli önemi vermek ve pratikte de bu mücadeleyi başarıyla ilerletebilmek zorundayız. Demokrasiye endekslenmiş, demokrasiyi eksen almış bir mücadele, Türkiye'de devrimin başarısını gerçekleştiremez. Bu çok açık. Ama demokrasi mücadelesine gerekli önemi vermeyen bir sosyalist devrim stratejisi de Türkiye'de herhangi bir başarı şansı elde edemez. Bu açıdan bakıldığında demokrasi sorunu bizim hareketimiz için de son derece önemli bir sorundur ve bizim siyasal çizgimizde de çok belirgin bir yer tutmaktadır.
Bunun altını çiziyorum. Çünkü kendimizden kaynaklanan nedenlerle değil, ama Türkiye solunun bizi algılaması çerçevesinde, sosyalist devrim stratejisini savunduğumuz için, demokratik devrimi bir stratejik aşama olarak reddettiğimiz için, bizim demokrasi mücadelesini küçümsediğimiz sanılır. Siyasal sorunların, bu arada siyasal demokrasinin önemini gözden kaçıran, bunun bu toplumdaki varlığını ve devrim mücadelesi için taşıdığı önemi gözden kaçıran bir hareket zannederler bizi. Bu ciddiyetsiz ve dayanaksız düşüncenin gerisinde ya bir algılama darlığı ve çarpıklığı vardır, ya da ideolojik çaresizliğin getirdiği kasıtlı bir tutum sözkonusudur. Çünkü bizim daha çıkışımızda, temel bir belge olan Platform Taslağımızda, sorun tüm kapsamıyla ve son derece net bir biçimde ortaya konulmuştur. Sonrasında ise konu döne döne yayınlarımızda işlenmiştir ve pratik politikada hareketimiz siyasal özgürlükler uğruna mücadeleye hassasiyetle yaklaşmıştır. Başından itibaren bizim için ve elbetteki her gerçek marksist için, sorun ya da tartışma, Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin anlamı ya da önemi değil (bu anlam ve önem çok açıktır), ama bu mücadelenin nasıl bir çerçevede ele alınacağıdır. Devrim programının ve stratejisinin bütünlüğü içinde nasıl bir yere oturtulacağıdır.
Demokrasi bir siyasal sorundur ve her siyasal sorun kendi tarihsel somutluğu içerisinde ele alınır. Yarı-feodal bir ülkede demokrasi sorununun ortaya çıkışı başkadır. Kapitalist bir ülkede demokrasi sorununun ortaya çıkışı başkadır. Sosyalist devrimi yapmış bir ülkede demokrasi sorununun ortaya çıkışı başkadır. Zira demokrasi bir tarihsel kategoridir. Onun her tarihsel döneme, sınıf ilişkilerinin her düzeyine uygun tek bir anlamı ve çözümü yoktur. Tersine, her siyasal sorunda olduğu gibi demokrasi sorununda da, sorunu teorik olarak doğru kavramak ve pratikte yerli yerine oturtabilmek için, onun tarihsel niteliğini mutlaka göz önünde bulundurmak gerekir. Feodalizmden kapitalizme geçişte demokrasi sorunu vardır. Temel bir sorundur; ama anlamı, kapsamı, dolayısı ile konuluşu başkadır. Kapitalizmden sosyalizme geçişte bir demokrasi sorunu vardır. Önemlidir; ama bu evredeki anlamı ve kapsamı başkadır. Proletarya burjuvaziyi devirmeyi başardıktan sonra yine ciddi bir demokrasi sorunu vardır, ki bunu bize tarihsel deneyimler de gösteriyor; ama bu aşamada da, yine aynı şekilde, demokrasinin gerek anlamı, gerek kapsamı, dolayısı ile somut konuluşu daha başkadır. Bunlardan soyutladmız mı, bunlardan kopardınız mı, genel bir demokrasi sorunu olarak meseleyi algıladınız mı, meseleden hiçbir şey anlayamamış olursunuz. Bunu göstermiş olursunuz. Özetle genel, ya da soyut, ya da tarihsel dönemler üstü bir demokrasi sorunu yoktur. Tıpkı sınıf karakteri olmayan bir demokrasinin olmaması gibi. Zira o tarihsel evrelerin her biri, belli bir sınıf karakterine denk düşer. Sorun bu açıdan programı ve onun stratejik başarısını dolaysız olarak ilgilendiriyor. Sorunun taşıdığı çok özel önemin bir boyutu bu...
Demokrasi sorunu ve işçi sınıfının siyasal eğitimi
Sorunun, kuşkusuz bundan da kaynaklanan, bir başka temel yanına geçiyorum. Lenin, "Demokrasi mücadelesi okulunda okumamış bir işçi sınıfının burjuvaziyi devirmesi imkansızdır" der. Bu temel düşünce çok derin bir anlam taşımaktadır. Bu düşüncedeki gerçeklik, burada tanımlanan olgu* olağanüstü bir önem taşımaktadır. "Demokrasi okulu" burada siyasal mücadele sürecinin ta kendisidir. Proletarya temel demokratik siyasal haklar uğruna mücadele içinde gücünü ye bilincini geliştirir. Bu mücadele içinde demokratik mevziler kazanır ve bu mevzileri daha ileri bir mücadelenin dayanağı olarak kullanır. Aynı şekilde demokratik siyasal haklar uğruna mücadele, mücadelenin ortaya çıkaracağı kazanımlar, haklar ve kurumlar, proletaryanın siyasal eşitsizliğin gerisindeki gerçek sorunu, sınıfsal eşitsizliği, sınıfsal tahakkümü görmesini kolaylaştırır. Bu mücadelenin toplamı içinde işçi sınıfı siyasal bir eğitimden geçer ve burjuvazinin sınıf iktidarını devirme kapasitesine ulaşır. Gerek siyasal güç ve gerekse siyasal bilinç olarak... "Demokrasi okulunda okuma"nın tüm anlamı budur.
Ama ne yapıyor bizim ülkemizin ufku demokratizmi aşamayan geleneksel devrimci akımları? Alıyorlar Lenin'in bu temel düşüncesini, bir geriliğin dayanağı haline getiriyorlar. Lenin'in sözlerinden; burjuva-demokrasisi kurulmadıkça, siyasal özgürlük kazanılıp kurumlaştırılmadıkça, işçi sınıfı burjuvaziyi deviremez diye bir anlam çıkarılamaz. Böyle olsaydı eğer, teorik ve tarihsel olarak, menşevikler, yani Lenin'in işçi hareketi içindeki ideolojik karşıtları haklı olurdu. Bu doğru olsaydı, çağdaş dünya tarihinin en bilinçli işçi sınıfı örneğin İngiliz işçi sınıfı olurdu ve İngiliz burjuvazisini de çoktan devirmesi gerekirdi. Leninizmin bu çarpıtılmış menşevik ve kautskist yorumunun temelsizliğini gösterebilmek için bunu hatırlatmak bile kendi başına yeterli. Belki Rusya'nın kendine özgü toplumsal sorunlarının ve Rusya'nın toplumsal-siyasal yapısı temeli üzerinde devrim sorunlarının ele alındığı, örneğin İki Taktik gibi eserlerde bunu akla getirecek şeyler var. Ama Lenin'in özellikle emperyalist savaş dönemindeki teorik tahlillerinde bunu artık bulamazsınız. Savaş, yeni çağı bütün bir açıklığıyla ortaya çıkarmıştı; yani savaş, emperyalist çağın çelişkilerinin en ileri düzeyde açığa çıkması anlamına gelmekteydi. Birinci emperyalist savaşı kastediyorum. Lenin'in bu savaş ortamındaki yoğun teorik çabalarına, bu teorik çabalarının teorik sonuçlarına baktığımız zaman, gördüğümüz şey hiçbir yorum gerektirmeyecek denli açıktır.
Biz, diyor Lenin, bütün demokratik siyasal istemleri en tam biçimiyle formüle eder, bunlar uğruna en kararlı bir mücadeleyi yürütürüz, işçileri ve emekçileri bu mücadele içerisinde sistematik bir tarzda eğitmeye çalışırız. Ama bu istemlerin bir kısmı devrimden önce (yani proletarya burjuvaziyi devirmeden önce) elde edilebilir. Bir kısmı devrilme anında, yani devrim anında elde edilir. Bir kısmı da devrimden sonra elde edilebilir. Yani bunun nasıl olacağı, demokratik istemlerin ne kadarının ne zaman elde edilebileceği, her ülkedeki mücadelenin kendi tarihsel seyriyle bağlantılı bir sorundur. Ama hemen ardından en kritik noktayı ekliyor Lenin. Dediği şudur; öyle durumlar olabilir ki, proletarya demokratik siyasal istemler uğruna verdiği mücadelede hiçbir somut pratik sonuç elde edemeden, yani bu demokratik istemlerin hiçbirini somutta gerçekleştiremeden de pekala burjuvaziyi devirebilir. Bunda akla aykırı hiçbir yan yoktur. Ama diyor, demokrasi mücâdelesi içerisinde eğitilmemiş bir proletaryanın burjuvaziyi devirmesine de imkan yoktur. Yani demokratik siyasal istemler uğruna kararlı bir mücadele verildiği halde bu taleplerin hiçbiri elde edilmeyebilir. Ama bu talepler uğruna mücadele içinde siyasal eğitimden geçmiş ve güç biriktirmiş bir proletarya, buna rağmen de burjuvaziyi devirebilir.. Bizzat Lenin'in kendisinden okuyalım (okuyacağım Ekim 1915 tarihli bir polemik makalesidir):
"Şimdiye dek başarılmış demokrasiye dayanarak ve bu demokrasinin kapitalizmde tam olamayacağını gözler önüne sererek, yığınların içinde bulunduğu yoksulluğun ortadan kaldırılmasının ve bütün demokratik reformların tam ve her yönüyle gerçekleştirilmesinin gerekli temeli olarak kapitalizmin devrilmesini ve burjuvazinin mülküne el konmasını istiyoruz. Bu reformların bir bölümü burjuvazinin devrilmesinden önce, bir bölümü burjuvazinin devrilmesi sırasında, bir bölümü de devrildikten sonra yapılacaktır. Toplumsal devrim tek bir çarpışmadan ibaret değildir, ama ekonomik ve demokratik reformun bütün sorunları üzerinde, ancak burjuvazinin mülksüzleştirilmesiyle tamamlanan bir dizi çarpışmayı kapsayan bir dönemdir. Demokratik isteklerimizin her birini bu sonal amaç için a*dan z'ye kadar tutarlı devrimci bir yolda formüle etmeliyiz. Bazı ülkelerde, tek bir temel demokratik reform bile yapılmadan önce, işçilerin burjuvaziyi devirmelerinde akla aykırı hiçbir yan yoktur. Ne var ki, tarihsel bir sınıf olarak proletaryanın, en tutarlı ve kararlı devrimci bir demokrasi ruhuyla eğitilerek hazırlanmadıkça burjuvaziyi yenebilmesi aklın alabileceği bir şey değildir." (Devrimci Proletarya ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları içinde, Sol Yayınları, s.231)
Lenin'in bu makalesini, makaledeki bu yoruma özel bir dikkat çeken bir sunuşla birlikte daha Mart 1989'da yayınlamıştık. (O sıralar geleneksel halkçı hareketin temel programatik görüşlerine karşı sistematik bir ideolojik mücadele yürütüyorduk.) Üstelik bu tartışmayı ve polemiği kışkırtan bir sunuştu.* Fakat ilginçtir, bizim demokrasi sorununu küçümsediğimiz, geri ve tali plana ittiğimiz üzerine bugüne kadar tekrarlanan bıktırıcı iddiaların sahipleri nedense Lenin'in bu yaklaşımım alıp irdelemek yoluna gitmediler bugüne kadar. Buna şaşırmamak gerekir. Gidemezlerdi, zira bu onların demokrasi sorununa ilişkin burjuva demokrat (gerçekte menşevik-kautskist) önyargılarının çökmesi olurdu. Onları Lenin'in savaş dönemi teorik çabaları değil, 1905 döneminin ürünü olan İki Taktik'in geriye dönük yorumları ilgilendiriyordu.
İşçi sınıfı burjuvaziyi niçin devirmek ister? Burjuvazinin siyasal ve ekonomik iktidar tekelini parçalayarak, ekonomiye ve toplum yönetimine el koymak için... Ama el koyduğu ekonomiyi ve iktidar dümenine geçtiği toplumu yönetebilmesi için tam da demokrasi mücadelesi denilen okulda "okumuş", bu mücadele içinde eğitilmiş olması gerekir. Bu mücadele içerisinde eğitilmemiş, donatılmamış, bu mücadele içerisinde kendi demokratik geleneklerini, değerlerini, kurumlarını yaratamamış, bu mücadele içinde kendi gücünün bilincine varmamış ve güç biriktirmemiş bir işçi sınıfı, burjuvaziyi devirmek gibi ileri bir tarihsel davranışı zaten gösteremez. Kazara gösterse bile, devraldığı iktidar dümeninde kalmayı başaramaz, ya da çok büyük sorunlar ve sıkıntılarla yüzyüze kalır.
Dikkat edin, kolay devrimler, büyük sıkıntılarla ve sorunlarla karşı karşıya kalabilmiştir. Doğu Avrupa'nın bir kısım ülkesinde gerçekleşen halk demokrasileri bunun örnekleridir. Elbette tümü buna örnek değildir. Ama bir kısmının yaşadığı derin sıkıntıların gerisinde aynı zamanda bu vardır. Çünkü orada yığınlar kendi öz mücadeleleriyle, bu mücadele içerisinde kazandıkları eğitimle, yarattıkları değerler, ilişkiler ve kurumlarla burjuvaziyi, egemen sınıfı devirme kapasitesine ulaşmış değillerdi. Başka bazı kolaylıklar sayesinde iktidarı almışlardı. Ama ellerine geçen iktidan bir egemen sınıf olarak kullanabilecek donanımdan, tam da o ön mücadeleden geçememeleri ölçüsünde yoksundular. Demokrasi mücadelesi işte, hem proletaryanın burjuvaziyi devirmesinde bir kolaylıktır; ama hem de, burjuvazinin devrilmesinin ardından yeni düzeni kurmak için bir ön kapasitedir.
Demokrasi, burjuvazi devrildikten sonra farklı bir muhteva kazanacaktır. Sözkonusu olan artık sosyalist demokrasi olacaktır. Ama işte tam da siyasal demokrasi mücadelesi okulundan geçmemiş bir proletarya, sosyalist demokrasiyi de gerçekleştiremeyecektir. Kaldı ki, daha da önemlisi, bu durumdaki bir proletarya burjuvaziyi devirmeyi zaten başaramayacaktır. Elbetteki dış etkenlerin sonucu olarak iktidarı eline geçirebilir, burada özel tarihsel durumları saklı tutuyorum. Normal koşullarda, bir toplumun kendi iç dinamikleri üzerinden bakıldığında, demokrasi mücadelesi okulundan geçmemiş bir proletarya burjuvaziyi devirmek kapasitesi gösteremez. Proletarya ve emekçiler tabii. Burada iktidar alternatifi bir devrimci sınıf olduğu için, özellikle işçi sınıfının üzerinde duruyorum. Yoksa siyasal eğitim üzerine söylediğim şeyler, farklı yönleri saklı tutulmak kaydıyla, emekçi sınıflar için de geçerlidir.
Bu konuları konuşmamın ileriki bölümlerinde daha da açacağımı sanıyorum. Aslında burada bu meselelere biraz da zamansız olarak girmiş oldum. Ne var ki konunun önemini vurgulamak için bu bir yerde gerekliydi. Bu önemi, buradan hareketle güncelleştirmek, demokrasi sorununun güncel siyasal mücadele açısından taşıdığı özel öneme geçmek istiyorum.
Söyleyeceklerim şimdilik çok kısa ve biraz kestirme olacak. Ne yapmaya çalışıyoruz biz bugünün Türkiye'sinde? İşçi sınıfı ve emekçileri siyasal mücadele içerisinde eğitmek ve devrime hazırlamak istiyoruz. İşte bu eğitimde demokrasi mücadelesinin çok büyük bir önemi var. Yani bütün demokratik siyasal hak ve özgürlükler uğrıına yürütülecek mücadelenin çok ayri bir önemi var. Eğer biz bu sorunlara, bu sorunlar uğruna mücadeleye gerekli önemi vermezsek; bir, düzenin bütün bu çelişkilerini değerlendirememiş, dolayısıyla kitlelerin bütün hassasiyet alanlarını kullanamamış oluruz, iki, bu sorunlar temeli üzerinde yığınları eğitememiş oluruz. Üç, bu mücadele içerisinde yaratılmış çeşitli mevzileri ve kurumları devrim mücadelesinin yeni safhaları için bir imkana dönüştürememiş oluruz. Dolayısıyla, bu yönleriyle bakıldığında, sorunun günlük çalışma ve mücadele açısından son derece büyük bir önemi olduğu da açıkça görülür.
Demokrasinin tarihsel diyalektiği ve sosyalist demokrasi
Nihayet sorunun bir de geleceğin toplumuna ilişkin önemi var. Sosyalist demokrasi tartışması bu. Az önce söylediğimde vardı. Marksistler bunu önden de öngörmüşlerdi. Yani Lenin'in teorisinde bu çok açıktır, genel olarak Marksizm'de açıktır. Ne diyor Lenin? Proletarya burjuvaziye karşı başarılı bir demokrasi mücadelesi yürütmedikçe iktidarı alamaz; iktidarı aldıktan sonra ise, en tam bir demokrasiyi gerçekleştirmeden sosyalizmi kuramaz. Yani bu bir tarihsel diyalektiktir. Burada bir tarihsel-toplumsal formasyondan ötekine geçilirken, bir demokrasiden de bir başka demokrasiye bir geçiş yaşanır. Lenin'in demokrasi sorununa ilişkin en önemli pasajlarından biri bu tarihsel diyalektiği ortaya koyar. Okuyorum: "Demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü: 1) Proletarya demokrasi savaşımı içinde, sosyalist devrime hazırlanmadıkça o devrimi yapamaz; 2) Utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın, zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını getiremez" (Marksizmin Bir Karikatürü..., Sol Yayınları, s.92)
Siyasal demokrasi mücadelesi proletaryaya burjuvaziyi devirme imkanını verir. Ama burjuvazi devrildikten sonra kurulan demokrasi asıl anlamını sosyal içeriğinde bulur. Siyasal demokrasinin tarihsel bir dönüşüm sayesinde sosyal içerik kazanması, sosyalist demokrasiye ulaştırır bizi. Bu açıdan ele alındığında, demokrasinin bir tarihsel sürekliliği de var. Ama bu, diyalektik bir sürekliliktir. Yani birinden diğerine evrimsel ve doğrusal nitelikte bir geçiş değildir sözkonusu olan. Siyasal demokrasi mücadelesi burjuvaziyi devirme noktasına vardığı andan itibaren sosyalist demokrasi sorununa dönüşür. Ne anlamda? Siyasal demokrasi en tam biçimiyle gerçekleşse bile, işçi sınıfı ve emekçilere yalnızca yasa önünde eşitlik ya da daha genel kapsamıyla siyasal eşitlik verir. Ama iktisadi ve sosyal eşitliğin olmadığı bir durumda, ekonomik tekelin burjuvazinin elinde olduğu bir-noktada, üretim araçlarının mülkiyetinin, zenginliğin burjuvazinin elinde olduğu bir durumda, siyasal eşitlik kapitalist toplumun maddi temelini oluşturan ekonomik ve sosyal eşitsizlikle çelişir. Bağdaşmaz, bağdaşmadığı ölçüde ise ekonomik temel belirleyici etkisini gösterir ve sonuçta siyasal eşitlik de çarpık, güdük ve iğreti bir hal alır. işte tarihin diyalektiği o noktada kendisini gösterir. Siyasal eşitliği sosyal eşitliğe dönüştürmeyi gündeme getirir. Ya da daha doğru ve tam bir ifadeyle, siyasal eşitliğe iktisadi ve sosyal bir temel kazandırarak onu tarihte ilk kez olarak bir gerçek haline getirir. Burjuva aydınlanma döneminin ve klasik burjuva devriminin temel şiarları olan, "eşitlik, özgürlük ve kardeşlik" şiarları da işte tarihte ilk kez olarak sosyalist demokrasi sayesinde gerçekleşme sürecine girer.
Sosyalizm deneyimlerine biraz daha soğukkanlı bakıldığı zaman görülmesi gereken bir nokta var. Bunu bugünün avantajıyla tarihsel deneyime bakıldığında altı çizilmesi gereken bir nokta olarak da görebiliriz. Eski düzen devrilmiştir, mülk sahibi sınıfların ekonomik tekeli parçalanmıştır, zenginlik kolektif mülk haline getirilmiştir. Dolayısıyla sosyal eşitliğin ekonomik zemini hazırlanmıştır. Ama bu siyasal özgürlüğe sosyal bir içerik kazanmak olayı olmamıştır da, siyasal özgürlüklerin güdükleştirilmesi pahasına olmuştur. Bu bir anormallik. Elbette bu, şu veya bu kötü bireyin yarattığı bir anormallik değildir. Bu türden iddialar tarihsel materyalizm açısından bilim dışı saçmalıklardır. Biz bunun tarihsel nedenlerini çeşitli açılardan tahlil ettik. Rusya gibi geri bir ülkede devrimin gündeme gelmiş olması, sosyalizmi bu kadar geri bir iktisadi ve kültürel temel üzerinde kurmak zorunluluğunun yarattığı açmazlar, çelişkiler, sorunlar ve tuzaklar sözkonusudur burada. Bunları ayrıntılarıyla tahlil ettik, burada yeniden girmiyorum. Sorunu şimdi daha genel planda koyuyorum. Ama sonuçta baktığımızda sözkonusu olan şudur; sosyal eşitliğin iktisadi zemini sağlanmış, fakat bunun siyasal boyutu güdük ve çarpık kalmıştır. Yani sosyal ve iktisadi özgürlük sağlanmıştır, ama siyasal özgürlük sorunu, bu yeni tarihsel-toplumsal temel üzerinde gerekli anlamını ve uygulamasını bulamamıştır. Bunu soyut, burjuva anlamda siyasi özgürlük için söylemiyorum elbette. Burjuvazi devrildikten, kapitalist mülkiyet ve sömürü ilişkilerinin dışına çıkıldıktan sonra bu tür bir özgürlüğün tarihsel temeli ve anlamı kaybolur. Artık yeni bir tarihsel temel vardır ve bu temel üzerinde demokrasinin siyasal anlamı ve içeriği kökten değişir. Dolayısıyla ben sosyal özgürlüğe yedirilmesi ya da bu temel üzerinde gelişip serpilmesi gereken daha ileri bir siyasal özgürleşmeyi kastediyorum. Yığınlarm inisiyatifinde büyük bir artıştan, toplum yaşamına ve yönetim işlerine katılmada geniş bir inisiyatiften söz ediyorum. Eski toplumun yığınlar üzerinde yarattığı ve yüzlerce, binlerce yıldır yönetilmiş olmaktan gelen bütün o eski mirasının tasfiye edilmesi ve o yönetici sınıf kimliğinin sınıfın en geri katmanlarına, emekçilerin en geri katmanlarına kadar yaygınlaştırılması türünden sorunları kastediyorum.
Teorik bakışı bir an için bir yana bırakalım, emekçilerin somut deneyimine bakalım. Doğu Avrupa ülkelerinde siyasal özgürlük yoktur propagandasına kanan ya da kendilerine göre haklı nedenlerle buna inanan emekçiler, bu rejimlerin yıkılmasına seyirci kaldılar ya da hatta yer yer buna bizzat katıldılar. Ama bugün bu ülke emekçileri ne görüyorlar? Doğu Almanya örneğini alalım. Gördüğümüz nedir? Eski Doğu Almanya işçi sınıfı ye emekçilerinin bizzat kendi deneyimlerinin onlara gösterdiği nedir? Batı Almanya'nın burjuva demokrasisinin, tekellerin egemenliğine dayalı bu sözde demokrasinin emekçiler için somuta anlamı nedir? Konut sorunu büyüyor, işsizlik sorunu büyüyor, yoksulluk büyüyor. Sağlık, eğitim vb. sorunlar büyüyor. Sosyal haklar ve kurumlar durmadan tırpanlanıyor. Suç oranı görülmemiş boyutlara varıyor, insan ilişkilerinde büyük bir tahribatın doğduğunu, kapitalist bencilliğin ve bireyciliğin sosyal yaşamı tahrip ettiğini yapılan anketlerde bizzat bu emekçiler kendileri söylüyorlar. Emekçiler o zaman eski rejim dönemindeki sosyal kazanımlann değerini hatırlamaya başlıyorlar. Demek ki o sosyal ve iktisadi kazanımlar toplumun siyasal özgürleşmesiyle organik bir bütünlük içerisine girebilseydi, bu mümkün olabilseydi, toplumların gerçekliğinde eğer bu başanlabilseydi, sosyalizm kapitalizmi gerçek anlamda ve her alanda tarihsel olarak aşmış olurdu. Ve bu sonuç kapitalizmi bekleyen tarihsel akıbeti, onun kaçınılmaz yıkılışını hızlandırırdı.
Ama sosyalizmin gündeme geldiği ülkeler öylesine geri ülkelerdi ki, tam da sosyalist inşa için uygun iktisadi ve kültürel zemini yaratmak çabası, beraberinde, proletarya diktatörlüğü uygulamasının, giderek de kavramının zamanla çarpık bir içerik kazanmasını getirdi. Yığınların inisiyatifinin, dolayısıyla gerçekte yığınların siyasal özgürleşmesinin dumura uğraması sonuçlarını yarattı. Yozlaşmış bürokratik rejimler tanımı zaten bu sonucun bir başka türlü ifadelendirilmesinden başka nedir ki? Kapitalizm sonuçta bunu çok iyi değerlendirdi. Savaş sonrası toparlanma vb. türden başka bazı avantajları da vardı. Bu avantajlarını da kullanarak sosyalist rejimlere çok yönlü bir kuşatma uyguladı, içte biriken zaaf ve zayıflıklarla bu çok yönlü dış basınç birleşince, '89'da yaşanan çöküntülerle artık açık kapitalist biçimler alarak noktalanan süreçler oluştu.
Sorunun sosyalist demokrasi açısından taşıdığı önem hakkında şimdiden söylenebilecekler de bunlar. Şimdi konunun bu çok yönlü öneminden demokrasi sorununun kapsamına geçmek istiyorum.
Demokrasi sorununun kapsamı
Sorunun önemi kabaca bu unsurlardan oluşuyor. Peki sorunun kapsamı nedir? Demokrasi sorunu kapsam yönünden nedir? Bu soru öncelikle daha önce ifade ettiğim temel bir nokta yinelenerek yanıtlanmalıdır. Demokrasi soyut bir sorun değildir. Yani kendi içinde soyut bir demokrasi sorunu yoktur. Demokrasi, belli tarihsel koşullarda hep belli bir somut anlam ve içerik kazanır. 18. yüzyıl Fransa'sında demokrasi sorununun anlamı ve kapsamı başkaydı, bugünün Türkiye'sinde aynı sorunun anlamı ve kapsamı başkadır. Yüzyılın başındaki Çarlık Rusya'sında ise sorunun anlamı ve kapsamı daha başkaydı. Toplum hangi tarihsel gelişme aşamasmdaysa, nesnel olarak toplum hangi tarihsel görevleri çözmek sorunuyla yüzyüzeyse, demokrasi sorunu da bunun içinde kendi gerçek ve somut anlamını ve kapsamını bulur. Diyelim ki çarlığın egemen siyasal yönetim biçimi olduğu, soyluluğun egemen sınıf olduğu bir toplumda, 1900'lü yılların başındaki Rusya'da, demokrasi sorununun kapsamı ve anlamı başkadır. Bugün, burjuvazinin egemen sınıf, kapitalizmin egemen üretim sistemi ve toplum düzeni olduğu bir Türkiye'de, demokrasi sorununun anlamı ve kapsamı daha başkadır.
Öte yandan, sorunun kapsamı belli bakımlardan benzer gibi göründüğü halde, çözümü buna rağmen başka olabilir ya da önemli farklılıklar taşıyabilir. Egemen sınıf bir parça burjuvalaşmış da olsa esasta feodal soyluluksa, egemen siyasal biçim bu soyluluğun siyasal yönetim biçimiyse, toplumun dörtte üçü, hatta beşte dördü kırsal bir yaşamın içindeyse, yani serflik ilişkileri yaygın bir ekonomik ilişki biçimiyse, bu toplumda demokrasi sorununun kapsamı ve dolayısıyla çözümü başkadır. Ve bakıyoruz, devrim öncesi Rusya'da, ekonomik ilişkiler alanında güçlü ortaçağ kalıntıları var. Dönüp siyasal üstyapısına bakıyoruz; modernleşmiş biçimler almış olsa bile temelde bir ortaçağ yönetim biçimi olan çarlık rejimidir sözkonusu olan. Çarlık rejimi siyasal açıdan özünde feodal karakterde bir monarşidir. Böyle bir toplumda demokrasi sorununun çözümü elbetteki başkadır. Bu toplumda ezilen ulus sorunu var, bu toplumda toprak sorunu var, bu toplumda siyasal özgürlük sorunu var. Yüzeysel bir gözle bakıldığında, benzer sorunlar farklı ölçülerde de olsa bugünün Türkiye'sinde de var. Bizde de feodal kalıntılar var, dinin önemli bir etkisi var, ezilen bir ulusumuz var. Ve en önemlisi, toplumumuzda siyasal özgürlük yok ve hiçbir zaman da olmadı. Yani temel burjuva demokratik sorunlar, toplumumuzda şu veya bu ölçüde çözülmemiş olarak duruyor.
Ama nasıl bir toplum bu? Hangi temel sınıf ilişkileri egemen? Toplumsal yapıya hangi sınıf damgasım vuruyor? Burjuva demokratik gelişme kapsamına giren bir dizi sorun duruyor da, bunların çözülmesinin önünde bugün artık hangi sınıfın siyasal ve toplumsal egemenliği bir engel olarak duruyor? Rusya'da egemen yönetim biçimi çarlıktı. Feodal soyluluğun bu siyasal egemenlik biçimi ve kırsal yaşamdaki yaygın feodal ilişkiler, siyasal demokrasi kapsamına giren tüm sorunların çözümü önündeki temel engel durumundaydı. Türkiye'de siyasal özgürlük yok, tersine faşist bir siyasal rejim var. Ezilen ulus sorunu, Kürt sorunu var. Türkiye'nin toplum yaşamından feodalizmin iktisadi, sosyal, kültürel, ideolojik kalıntıları değişen ölçülerde bugün de yaşamayı sürdürüyor. Bunların tümü de bir gerçek. Ama toplum gerçeğimiz bundan mı ibaret? Dahası, tüm bu gerçeklerin de üzerinde hala yaşama imkanı bulduğu asıl zemin, belirleyci olan temel gerçek hangisi? Türkiye toplumuna bugün hangi temel iktisadi ve sosyal ilişkiler, hangi temel sınıf ilişkileri egemen? Ortaçağ'm geçmişten bugüne kalan tüm etkileri ve kalıntıları, bugün hangi sınıfın egemenliği temelinde yeni bir biçim kazanarak hala yaşama imkanı bulabiliyor? Daha basitleştirerek soralım. Bugün siyasal gericiliğin temel dayanağı hangi sınıftır? Siyasal özgürlüğü kazanmanın önünde hangi sınıfın siyasal ve toplumsal egemenliği bir engel olarak duruyor? Emperyalist egemenliğin iç toplumsal dayanağı nedir? Hangi iktisadi ilişkiler ve hangi sınıfın egemenliğine dayanıyor emperyalist hükümranlık? Kürdistan'daki sömürgeci egemenliğin, Kürtlere karşı yürütülen kirli yok etme savaşının gerisinde hangi toplumsal sınıf var? Daha da uzatılabilir bu sorular. Ama bu sorulardan çıkanlabilecek kısa, özlü ve herkesin anlayabileceği sonuç şudur. Demokrasi kapsamına giren siyasal sorunların varlığına işaret etmek, bu sorunların konuluşu ye çözümünde bizi bir santim bile ileri götüremez/Asıl sorun, bu sorunların hangi tarihsel gelişme aşamasındaki bir toplumda, hangi egemen ekonomik ve sosyal düzen tabanı üzerinde, hangi sınıfın toplumsal-siyasal egemenliği altında kendini gösterdiği, ya da hala varlığını sürdürdüğüdür. Demokratik siyasal sorunları salt kapitalizm öncesi, ya da yeterince kapitalistleşememiş toplumlara özgü sayanların bunu bir türlü anlayamamalarına ve sorunun bu kritik alanından kaçmalarına ileride yeniden değineceğiz.
Türkiye'nin bugünkü nesnel gerçekliklerine bakıldığı zaman, burjuva demokratik karakterdeki bütün sorunların çözümünün önündeki temel toplumsal-siyasal engel, sermayenin sınıf egemenliğidir. Ve eğer önündeki engel bu ise, siyasal gericiliğin asıl kaynağı burjuvazi ise, böyle bir toplumda demokrasi sorununun devrimci çözümü daha farklı bir içerik kazanır. Çünkü burada aslında bir önceki tarihsel döneme ait bir sorun, gelip bir sonraki tarihsel döneme ait bir sorunla yanyana düşmüştür. Bu kendine özgü tarihsel durumun ikili yönünü organik bir bütünlük içinde ele almayı başarmak durumundayız. Türkiye devriminin kendine özgü karakteri ve kapsamı bu doğru ele alışla ortaya çıkar.
Bir taraftan, egemen sınıf burjuvazidir; dolayısıyla gerçek bir devrim, ancak bu burjuva sınıf egemenliğinin ortadan* kaldırılması ölçüsünde mümkün olabilir. Burjuvazi devrilmedikçe siyasal sınıf iktidarının el değiştirmesi sözkonusu olmaz; dolayısıyla gerçek bir devrim sözkonusu olmaz. Öte yandan ise, geçmişten kalan bir dizi burjuva demokratik nitelikte sorun yaşadığımız toplumda hala çözülmemiş olarak duruyor. Bu sorunların çözümünü kapsamayan devrimci bir programın, bu sorunların yarattığı çelişki zenginliğini değerlendiremeyen bir devrimci stratejinin herhangi bir başarı şansı olamaz. Problem nasıl mı çözülür? Toplumsal düzenin belirleyici toplumsal-siyasal ilişkilerini gözeten bir ele alışla. Temel sınıf ilişkisi burjuvazi ile proletarya ilişkisidir, temel sınıfsal çelişki emek ile sermaye arasındadır diyoruz. (Yalnızca biz demiyoruz, bir-iki istisnayla bugünün Türkiye'sinde neredeyse tüm devrimci akımlar artık bunu böyle söylüyorlar.) Ve dolayısıyla doğru çözümün kritik noktası budur. Her toplumda gerçek bir devrim, topluma egemen temel çelişkinin çözümüdür, iktidarın bu anlamda el değiştirmesidir. Zira her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur, egemen sınıf iktidarının devrilmesi sorunudur. Dolayısıyla, bizim toplumumuzda demokrasi sorunlarını çözmenin, daha doğrusu bu sorunları köklü ve kalıcı bir biçimde çözmenin biricik gerçek yolu, egemen sınıf olan sermayeyi devirmekten geçer.
Elbette bu, bu sınıf devrilmeden bu sorunlardan her birinin şu veya bu ölçüde bir çözüm bulamayacağı anlamına gelmez. Bulur, kısmi ve iğreti de olsa bulabilir. Kürt sorunu bir "siyasal çözüme" kavuşur, bir ara çözüm ya da kısmi bir çözüm bulabilir. Ama burada toplumsal sınıf ilişkilerinde temel bir değişim meydana gelmez. Zaten sorunun bir başka kritik yanı da, teorik olarak kavranması gereken yanı da budur. Teorik olarak baktığınızda, siyasal demokrasinin tüm sorunları, burjuva toplumun sınırları içerisinde şu veya bu ölçüde çözülebilir. Teorik olarak, siyasal demokrasinin tüm sorunları, kapitalizmin sınırları içerisinde bir çözüme kavuşabilir. Bu mümkündür, bu olmayacak bir şey değildir. Ulusal sorun da belli bir çözüm bulabilir. Laiklik ya da din sorunu da kendine göre bir çözüm bulabilir, iktisadi alanda ise zaten bunun bir engeli yok. Kapitalizmin gelişmesi feodal kalıntıları sürekli süpürüp bir tarafa atıyor. Siyasal demokrasi şu ya da bu ölçüde kazanılabilir. Nitekim yakın geçmişte bir takım ülkelerde kısmen de olsa kazanıldı. İspanya'da, Portekiz'de, Yunanistan'da, başka bazı ülkelerde... Ama bu sınırlar içindeki çözümler bizim sorunumuz olamaz. Biz her zaman devrime dayalı çözümler için çalışırız. Oysa saydığımız örneklerde bir devrim sözkonusu değil. Ya da Portekiz örneğinde olduğu gibi, kurulu düzenin sosyal ve iktisadi sınırları içinde gerçekleşen bir rejim değişikliği anlamında bir devrim, sözkonusu.
Demokrasi sorunu denilince sorunun bir başka kritik yanı da işte budur. Yani aynı sorunu sen devrimci ve köklü bir çözümle bir sonuca bağlamayı hedefleyebilirsin. Başkası aynı konuda kurulu toplumsal düzeni aşmayan, onun siyasal ve anayasal yapısında bir değişim çerçevesine oturan bir çözüm hedefler. Demokrasi sorununun çözümüne sen liberal bir gözle de yaklaşabilirsin, devrimci bir gözle de... Örneğin Kürt sorununda devrime dayalı köklü ve kalıcı bir çözüm de hedefleyebilirsin; bazı tavizler, bazı kazanımlar temeli üzerinde bugün "siyasal çözüm" olarak tanımlanan türden geçici ve iğreti bir çözüm de...
Ama eğer sorunu işçi sınıfının bakışaçısından ele alacaksak, eğer sorunu devrimci açıdan koyacaksak, eğer toplumdaki şu ya da bu sorunun çözümünü temel soruna, iktidar sorununa bağlayacaksak, dolayısıyla her türlü sorunu devrim perspektifi içerisinde değerlendireceksek, o zaman bugünün Türkiye'sinde tüm demokratik siyasal sorunların gerçek, kalıcı ve köklü çözümünün ancak egemen smıf iktidarının devrilmesinden geçtiğini de biz bir an bile unutmayacağız. Demokrasi sorununu marksist bakışaçısından ele alarak bu biricik gerçek devrimci perspektifin içine oturtacağız.
Bugün sınıf iktidarına bakıyoruz, bu sınıf iktidarının net bir burjuva karakteri var. Bugünün Türkiye'sinde kapitalist tekellerin mutlak sınıf egemenliği var. Bu iki kere iki dört. Elbette arkalarında emperyalizm var. Ama deyim uygunsa emperyalizmin önünde de bizzat bu kapitalist tekeller var. Yani emperyalist egemenliğin yerli dayanağı tekelci burjuvazidir. Dün mesela feodallere dayanıyordu, ya da bugün bile hala bazı ülkelerde feodallere dayanıyor, işte Afganistan'da nelere dayandığı ortada. Ama bugünün Türkiye'sinde sermayeye, kapitalist smıfa dayanıyor. Yani emperyalizmin Türkiye üzerindeki köleci egemenliği, tekelci burjuvazinin ülkedeki toplumsal-siyasal egemenliğine dayanıyor. Yüzyılın başında buna dayanmıyordu. Yüzyılın ilk yarısında da henüz tam buna dayanmıyordu. Güçlü bir toprak ağaları sınıfı da vardı. Ama bu sınıf zaman içinde burjuvâlaştı, bu karakteri baskın hale geldi. Emperyalizm bugün artık toplum yaşamına egemen hale gelmiş kapitalist ilişkilere dayanıyor. Bu kapitalist ilişkiler üzerinde yükselen kapitalist bir smıfa dayanıyor. Dolayısıyla eğer mesele böyleyse, eğer toplumumuzun gerçekliği bu ise, demokrasi mücadelesinin çözümü de bu gerçeklik temeli üzerinde anlamını bulur, ya da sorun buna uygun bir anlam kazanır.
(Program Sorunları Üzerine Konferanslar, Demokrasi ve Devrim, I. Bölüm, s. 13-34 / H. Fırat)