Toplumsal mücadelenin hareketli olduğu dönemlerde sanat ve kültür her zaman toplumun etkisinde kalmıştır. Bu dönemler, kendi eserlerini vermesiyle beraber sanatçılarını da üretmiştir.
Halk kendi içerisinden yeni sanatçılar çıkarır, bu sanatçılar ise halkın sesi, soluğu olurlar. Yılmaz Güney de bunlardan biridir.
Yılmaz Güney, lise sıralarında edebiyata son derece meraklı bir genç olarak şiir ve öykü yazıyor, buna yönelik üretkenliği o yıllarda anlaşılır bir boyuta ulaşıyordu.
Dergi çıkarıyor, türlü edebiyat dergilerine öyküler gönderiyordu. Zamanla bu öyküler film senaryosu oldu, roman oldu.
Ürettikleri her ne kadar konudan konuya atlıyor gibi görünse de ana teması her zaman aynıydı; yoksulların açlık ve sefalet ile boğuşması, diğer taraftan asalak zümrenin yozlaşmış ilişkileri. Bu orantısız çelişki her zaman Yılmaz Güney’in kaleminde yer buluyordu.
Bunun da özel bir anlamı var; Yılmaz Güney her şeyden önce bir komünistti ve kaleminden çıkan her satır bununla bir anlam buluyordu.
Yazdığı öykülere, senaryolara ve romanlara bakıldığında bir eseri, diğer eserini tamamlayacak nitelikte sayılır. Öyle ki, birkaç eserinde ana karakterler kendi bilincini sorgulayarak kendilerine fener olmaya çalışırlar. Daha sonra fark edilir ki, bu bilinç toplumsal bir aidiyet ile kazanılır ve toplumla beraber yaşamın içinde olmak gerekir.
Yılmaz Güney, bu bilinci yansıtarak halkın görüşüne ayna tutmuş ve bu düzenin insanlarda yarattığı ağır tahribatları teşhir etmiştir.
Güney, elindeki kalemi biledikçe düşman da ona yönelik baskılarını arttırmıştır. Gözaltılar, davalar, tutuklamalar… Elbette hiçbirinde yılgınlık göstermedi, mücadelesine devam etti Yılmaz Güney. Her yeni eserine yeni şeyler katarak, yarattığı değerlere sahip çıkarak…
Yılmaz Güney 9 Eylül 1984’te, sürgünde iken yaşamını yitirdi. Bedenen aramızda değilse de sanatçı komünist kimliğiyle ve yaşamın içinde var olan eserleriyle yaşadı, yaşayacak. Ölümünün 36. yılında onu saygıyla anıyoruz.
Esenyurt’tan bir Kızıl Bayrak okuru