Tayyip Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarı, kirli suç ortaklarının 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimini “Allah’ın bir lütfu” sayıp, kendi siyasi hedeflerine yürümekte bir dönüm noktası olarak kullandı. Girişimin bastırılmasının ardından kendi faşist darbesini gerçekleştirdi. OHAL’in ilan edildiği 21 Temmuz 2016’dan sonlandırıldığı 17 Temmuz 2018’e kadar 36 KHK yayınladı. 2018 yıllında resmiyette sona eren OHAL, tek adam rejimiyle kalıcılaştı.
Bir gecede çıkarılan KHK’lar ile işlerine son verilen, özel sektörde çalışmaları dahi fiilen engellenen kamu emekçileri sosyal ölüler haline getiren tek adam diktası, işlerine dönmek isteyen emekçilere bütün hukuk yollarını kapattı. Ardından göstermelik bir komisyon kurarak, demokrasi kılıfı adı altında, OHAL saldırıları konusunda oyalayıcı bir iç hukuk yolu işletmeye başlattı. 23 Ocak 2017 günü 685 sayılı OHAL KHK’sı ile, iki yıl içinde kamudan ihraç edilmiş yüz binlerce kamu emekçisinin ihraç başvurularını değerlendirmek ve karar altına almakla yetkilendirilen OHAL İşlemlerini İnceleme Komisyonu emekçilerin karşısında adeta bir barikat oldu. Geçtiğimiz günlerde Resmi Gazete’de yayınlanan bir genelge ile OHAL Komisyonu’nun ömrü 1 yıl daha uzatıldı. AKP iktidarı böylelikle süreci kendi lehine işletmeye devam edeceğini sergilemiş oldu.
İhraç edilen emekçiler neyle suçlandıklarını bilmeden, aleyhlerine olan delilleri görmeden ve savunma haklarını kullanmalarına olanak tanınmadan OHAL Komisyonu’na başvuru yaptılar. Komisyon bu şekilde yapılan başvurular üzerinden kararlar verdi. Gece yarıları yayınlanan OHAL KHK’leri ile savunma dahi almadan hukuksuz bir şekilde gerçekleştirilen ihraçlarda oldukça hızlı davranılırken, komisyona yapılan başvuruların sonuçlandırılmasının yıllara yayılarak oldukça ağırdan alınması, tek adam rejiminin emekçiler için yıkım olduğunun dolaysız göstergesidir. Komisyona başvuruların neye göre reddedildiği veya neye göre kabul edildiği muamma olarak duruyor. Ayrıca komisyonun, kurulduğu günden bugüne, çoğu başvuruları reddettiği görülüyor.
OHAL Komisyonu 26 Aralık 2019 tarihinde yaptığı açıklamada, komisyonun karar vermeye başladığı tarihten bugüne, yani iki yıl içinde, 126 bin 300 başvurudan 9 bin 600’ü kabul, 88 bin 700’ü ret olmak üzere toplam 98 bin 300 başvurunun karara bağlandığını, kalan 28 bin başvurunun ise incelemesinin devam ettiğini duyurdu. Sürecin bu kadar uzatılmasıyla, AİHM’e gidilmesinin önüne de geçilmektedir.
KESK pasif bekleyişi bir kenara bırakmalıdır
“FETÖ terör örgütü”yle ilişkilendirilerek, binlerce emekçi görevinden ihraç edilirken, binlerce yurtsever, ilerici, devrimci emekçi de bu saldırıdan nasibini aldı ve işinden oldu. KESK, konuya dair yaptığı açıklamalarda, “ihraçlarının ana nedeni, anayasa ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan sendikal eylem ve etkinliklere katılmalarıdır” ifadeleriyle, üyelerinin ihraç edilmesinin haksız olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca komisyonun işlevsizliğini ve oyalayıcı tutumunu teşhir ederek, “OHAL Komisyonu’nun, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal kurumları olan mahkemeleri yok sayarak karar vermesi açık bir anayasa ihlalidir ve suçtur. Dolayısıyla yapılması gereken komisyonun görev süresinin uzatılması değil lağvedilmesidir. Hukuken suç olmayan gerekçelerle ihraç edilen tüm kamu görevlilerinin bütün haklarıyla birlikte derhal görevlerine iade edilmesi sağlanmalıdır.” demekte, burjuva hukukuna geri dönülmesi ve işlemlerin o çerçeve yapılması gerektiğinin altını çizmektedir.
Baskı ve saldırıların yoğunlaştığı, tek adam diktasının hüküm sürdüğü, diktatörün iki dudağına arasına sıkışan kararlarla yol yürüyen günümüz Türkiye’sinde demokrasi beklemek nafiledir. Rafa kaldırılan burjuva hukuku çerçevesinde sorunları çözmeye ve çubuğu hep o tarafa bükmeye çalışmak, en hafif tabirle kendini kandırmaktır. KESK’in saldırılara karşı bir mücadele programı oluşturmaması, yaptığı açıklama dışında süreci sadece izlemekle yetinmesi ise emekçileri farklı bir yolla oyalamaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
Yaratılan korku atmosferinde kendine adeta dikensiz gül bahçesi yaratan Erdoğan iktidarı, sendikaların ve ilerici kamuoyunun pasif tutumundan güç almaktadır. Özelikle kamuda örgütlü KESK payına “bu süreçte ne kadar az mücadele edilirse o kadar kaybımızı az olur” anlayışıyla hareket edilmesi, tüm emekçilerin ve dolayısıyla kendisinin ölümü olacaktır. Hangi dönemde olursa olsun saldırılara karşı mücadele edilmedikçe, burjuvazi işçi ve emekçilerin haklarını kendiliğinden takdim etmez. Tersine, karşısında örgütlü bir güç görmediği sürece saldırılarının sonu da gelmez.
Halihazırda başta ihraç edilen emekçiler olmak üzere tüm emekçilerin hakları için ortaya bir mücadele programı koymak ve fiili-meşru mücadele hattını izlemek, acil bir görev olarak orta yerde duruyor. KESK’in sorumluluğu, ileri çıkan mücadele dinamiklerinin önünde engel teşkil etmek değil, bu dinamiklere yol açmak ve tüm emekçileri mücadeleye kanalize etmek için elindeki olanak ve güçleri harekete geçirmektir. OHAL Komisyonu’nun varlığına son vermenin ve saldırıları püskürtmenin yolu buradan geçmektedir.