KHK’larla kamuda gerçekleştirilen ihraçların ardından çeşitli kentlerde farklı zamanlarda direnişler başladı. Ankara’da başlayan direniş uzun bir süre yalnız kaldı. Ardından 686 nolu KHK ile yeni ihraçlar gerçekleştirildi. İkinci dalgayla KESK içindeki mücadeleci dinamiğin önemli bir kısmı da ihraç edilmiş oldu. Bunun üzerine ihraç edilen emekçilerin bir kısmı sendikaları üzerinde basınç oluşturarak direniş başlattılar. Sendika yönetimlerinin direnişlere yönelik “desteğinin” sınırlılığını direniş alanlarına baktığımızda dahi görebiliyoruz. KESK’e hakim anlayışlar direnişlerin bir parçası olmaktan ziyade destekçisi konumunda duruyorlar. (Bunu mücadele vurgusu yapan fakat pratikte bu tutumu sergilemeyen çeşitli kesimler için de diyebiliriz.) Hatta “bu direnişler nereden başımıza bela oldu” havasındalar. KESK’e hakim anlayışlar her şeyi o kadar referanduma endekslemiş durumdalar ki, referandumdan beklemedikleri bir sonuç çıkarsa adeta varlıkları bitecek gibi bir ruh hali içindeler. Fiili meşru mücadelenin önemini küçümsemek, mevcut saldırıları kabullenmek ve örgütlü mücadeleyi büyütmek için çaba sarf etmemek bu anlayışların temel sorunu.
Bugün sermayenin saldırılarına ve referandumla yapılmak istenenlere en güçlü yanıt her açıdan direniş alanlarından yükseliyor. Bulundukları yerde önemli bir meşruluk kazanan direnişçiler, buralarda örgütlenmenin ve mücadeleyi büyütmenin önemini emekçilere anlatıyorlar. Sermaye düzeninin keyfi saldırılarına karşı “alışmayacağız”, “itaat etmeyeceğiz” ,”teslim olmayacağız” şiarlarına hayat veriyorlar. Hem de referandumda neden ‘Hayır’ denmesi gerektiğini emekçilere etkili biçimde anlatıyorlar.
Özetle; KESK’e hakim anlayışların öve öve bitiremedikleri, fakat pratikte yakınından bile geçmedikleri KESK’in geçmiş anlamlı mücadele deneyimlerini ve ilkelerini olduğu kadarıyla direniş alanlarındaki emekçiler temsil ediyor. Bu değerleri, OHAL koşulları altında sahiplenme ve ileriye taşımanın onuru direnişçi kamu emekçilerine aittir.
Görülmeyen direnişler
Kamu emekçilerinin direnişlerini burjuva basın görmüyor. Direnişçiler direnişlerinin sesinin daha geniş kesimlere ulaşması için basını da göreve çağıran bir takım adımlar atıyorlar. İşin üzücü yanı ise direnişlerin bazı ilerici güçler tarafından dahi görmemezlikten gelinmesidir. Bu kesimlerin üniversitelerden ihraç edilen akademisyenleri sürekli olarak öne çıkarmasına rağmen, onlarla birlikte ihraç edilen ve aktif direnişi seçen emekçileri görmemesi ise manidardır. Çeşitli vesilelerle işçilere ve emekçilere direnmeyi, mücadele etmeyi öğütleyen bu kesimlerin çapsızlığı sergiledikleri tutumlarla ortadadır. Direniş alanları bu kesimlerin çapsızlıklarını ortaya koyduğu için, kendi gerçeklerini görmelerini sağladığı için bu tutumu sergiledikleri bilinen bir gerçektir. Hele de bu kesimler içinde kendilerini örgütlü ve Marksist olarak ilan eden bazı akademisyenlerin olması ise hepten düşündürücü bir durumdur. Hem örgütlü hem de Marksist olmak ileri doğru atılmış her adımın sahiplenilmesi ve güçlendirilmesi için çaba sarf etmeyi gerektirir. Hele de bu adımlar OHAL karanlığında atılıyorsa bu daha da elzem bir görev ve sorumluluktur.
Fakat bu kesimler ihraçlara karşı aktif mücadeleden yana tavır sergilemek yerine vicdanlarını rahatlatmak ve görüntüyü kurtarmak için pasif denecek bazı işler yapmayı kendilerine uygun görüyorlar. Bunu da her şeyin önüne geçirmeye çalışıyorlar.
Şunun altını kalınca çizmek gerekir ki, pasif bir takım yöntemler, mücadeleyle birlikte ele alındığında gerçek karşılığını bulur. Aksi halde birilerini pohpohlamak ve geri tutumlarını meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Bugün olan tam da budur. Böylece mücadeleye ve mücadele değerlerine hepten yabancılaşıyorlar.
Akademisyenlerin burun kıvırdığı gerçek akademi
Nuriye Gülmen’i dışta tutarsak sol, sosyalist, Marksist, feminist, anarşist olarak kendini tanımlayan akademisyenler karşı karşıya kaldıkları saldırılar karşısında güçlü duramamışlardır. Sol basının ve bazı ilerici kesimlerin ihraçlardan sonra özellikle akademisyenleri öne çıkarması çok da hak ettikleri bir durum değildir. Akademisyenlerin öne çıkarılması direnişlerin yok sayılması gibi bir sonucu da doğuruyor. Bu durumdan rahatsız olması gereken ilerici akademisyenler ise rahatsız olmak bir yana bu durumun bir parçası oluyorlar. Akademi önemlidir, buralarda ilerici akademisyenlerin yer alması da önemlidir. Fakat sermaye düzeni ilerici akademisyenleri sürekli olarak kontrol altında tutmak ve sınırlamak için elinden geleni yapıyor. Karşısında güçlü bir direnç görmediği için bunu başarıyor da. Bunu da unutmamak gerekir. Buna rağmen ihraçları gündeme getirmekten de geri durmuyor. Eğitimin ticarileştirilmesi, bilimsel araştırmaların sermayenin tekelinde olması, akademilerde gericiliğin önünün açılması, rektör atamaları, YÖK vb. kurumların varlığı zaten akademik özgürlüğün ortadan kaldırılması demektir. Bir de buna OHAL uygulamaları eklenince durum daha da vahim bir boyut kazanıyor. Bu saldırılara karşı akademinin ilerici bileşenlerinin yapması gereken ise direnmek ve mücadele etmektir.
Bugünün koşullarında gerçek akademiler Ankara'da, İstanbul'da, Aydın'da, Malatya'da… Tamamen emekçilerin iradesi ve inisiyatifiyle meydanlarda süren direnişlerdir. OHAL koşulları altında her türlü zulme ve saldırıya karşı baş kaldıran direnişçiler bu akademinin hocaları, eğitmenleridir. Buralar direniş akademisidir. Gericiliğin toplumun üzerine bir karabasan gibi çöktüğü bu günlerde direniş akademisini güçlendirmek kendini bilime adamış herkesin temel görevi olmalıdır. Başta ihraç edilmiş akademisyenler olmak üzere bütün ilerici akademi bileşenleri sokaklarda kurulan akademilerin parçası olmalıdır. Buraları görmeli ve görünür kılmalıdır.
Direnme iradesi gösteremeyen akademisyenler ve diğer kesimler de kendi gerçeklerini ortaya koymalıdır. Samimi olmalı ve direnişleri gölgeleyecek her türlü davranıştan sakınmalıdır. Direniş alanlarını görmeleri, ziyaret etmeleri, direnişçilerin sesini başka yerlere taşımaları bile direnişe sunulmuş önemli bir katkı olacaktır.