Virüs değil, AKP-MHP rejimi öldürüyor…

İktidar tarafından alınmayan her önlem gibi kullanılan her ayrıcalık da işçi ve emekçilerin yaşam hakkının ihlalidir. Yaşananlar; işçi ve emekçilerle birlikte yol alındığı iddia edilen gemide, can yeleklerinin zenginlere, iktidarın yandaşlarına verildiğini göstermektedir. Kapitalist sistemin temsilcileri ve bekçileri çoktan gemiyi terk etmiştir. İşçi ve emekçiler salgın okyanusunda yol almaktadır.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 22 Aralık 2020
  • 21:41

Yaşam hakkının ihlali sınıfsal bir sorundur

 

Kapitalist sistemin bekçileri tarafından on yıllardır işçi ve emekçilere söylenen sayısız yalan vardır. Ancak bunlar içerisinden en bilindik olanı kuşkusuz “aynı gemideyiz” aldatmacasıdır. İşçi ve emekçilerin alınteri ve kanı üzerinden palazlananların emekçiler ile aynı ortak çıkarları ve aynı amaçları olduğunu iddia etmek gülünçtür. Ne var ki, iktidar hiçbir dönem bu eski yalana başvurmaktan geri kalmıyor. Pandeminin dünyada etkisini göstermesi ile beraber başvurulan yalanların başında gelen bu teranenin ifşa olması elbette gecikmedi.

Hatırlanacağı üzere pandeminin resmi olarak ülkede görüldüğü tarihe kadar “Türk geninin mucizelerine” dair efsaneler medyada yer aldı. Toplum, korona vakalarını gösteren kıpkırmızı dünya haritasının ortasında yer alan, tüm ulaşım yollarının açık olduğu Türkiye’de korona vakasının olmadığına inandırılmak istendi. İnkâr taktiğini uygulayan iktidar artık gerçekleri gizleyemez duruma geldiğinde ise “ilk vaka” haberini paylaştı.

Ölümlerin başlaması ile birlikte inkâr yerini çarpıtmaya bıraktı. İşte bu noktada devreye kadim kurtarıcı girdi. “Aynı gemideyiz” yalanları eşliğinde korona virüsün sınıfsal ayrım gözetmediği, herkesin sorunu olduğu ve hep birlikte üstesinden gelineceği dillere dolandı. Öyle ki, sermayeye vergi indirimleri yapılırken ve emekçiler kısmi çalışma ödeneği ile asgari ücretin altında bir ücretle çalıştırılmaya başlanmışken, bir de bağış adı altında emekçilerden paralar toplandı. Evde kal çağrıları yapılmaya başlanmış ama diğer yandan işçi ve emekçilerin fabrikalara gidebilmesi için özel izinler çıkarılmıştı.

İlk aylardaki göstermelik önlemlerin ardından, yaz aylarında turizm sektörü başta olmak üzere sermayenin ihtiyaçları toplum sağlığının önüne konularak yetersiz olan kısıtlamalar toptan kaldırıldı. Artık o tarihten sonra işçi ve emekçilerin hayatı formaliteden de olsa korunmaktan vazgeçilmiş ve toplumun büyük bir çoğunluğu ölüme terk edilmişti. İnkarla başlayan süreç aldatmacalarla ve riyakarlıkla sürdürüldü, sürdürülmeye devam ediliyor.

Riyakarlıkta “ustalık dönemi”

Ancak iktidar her defasında riyakarlıkta kendi sınırlarını aşmasını bildi. Topluma yalanlar söylerken, kendi yandaşlarını, ailelerini ve yakınlarını koruma altına aldı. Hatırlanacağı üzere zorunlu karantinaya alınanları taşıyan otobüslerin önü kesilerek bürokratların çocukları karantina uygulamasından “kaçırıldı.” Devamında ise iş ifrata vardırıldı. İşçi ve emekçiler korona testi yaptıramazken AKP’li bürokratların düzenli test oldukları ortaya çıktı. Tam da aynı dönemde salgınla mücadelede ön cephede mücadele eden sağlık emekçilerinin temel taleplerinden biri yaygın ve düzenli test yaptırmak iken, hakların ve olanakların yalnızca ayrıcalıklı bir zümreye uygulandığı görülmüş oldu.

Sadece salgın değil, pandeminin derinleştirdiği ekonomik krizle de boğuşan işçi ve emekçiler gizlenen ölüm vakaları ve her geçen gün düşen alım gücünün belirsizliği ve çaresizliği içerisinde yaşama tutunmaya çalışıyor. İktidarın tüm desteğini sermayeye sunduğu, üstüne üstlük işçi ve emekçilerden para toplamaya çalıştığı günlerde, emekçiler devletten gelecek yardımdan ya da alınması gereken önlemlerden umudunu kesti. Tek umut olarak ufukta görülen aşı ise yeni tartışmalara yol açtı. Aşı çalışmaları üzerine yaşanan son gelişmeler iktidarın riyakarlıkta ustalık döneminde olduğunu gösterdi.

Aşıda da öncelik AKP’lilerde

Aşının güvenlisi ve etkilisini değil ucuzunu arayan iktidar, henüz tüm onaylardan geçmemiş olan bir aşının siparişini vermekle övündü. Aşı piyasasında yer edinme telaşı, aşı temin etme yarışına dönüşürken Çin kaynaklı aşının Türkiye’de deneneceği üzerine haberler gündeme geldi. Çernobil vakasının ardından çay içen bakanlar misali ilk önce sağlık bakanının aşı olacağı söylenerek topluma “güven” verilmeye çalışıldı. Şaibeli aşı üzerine yapılan tartışmalar daha soğumamışken aşının tüm topluma nasıl uygulanacağı sorunu gündeme geldi. Önce sağlık emekçileri ile yüksek risk grubunda yer alan kişilere aşı yapılmasına dair bir mutabakat olduğu öğrenildi. Fakat bu iyi niyetli dileklerin iktidarın riyakarlığı ile bozulması çok sürmedi. Henüz Türkiye’ye gelmediği söylenen aşının Erdoğan ve müritlerine yapıldığı ortaya çıktı. Tıpkı, koronavirüs testine ulaşamayan işçi ve emekçiler hastanelerde test sıralarında beklerken, test yapılan işçiler ailesinin yanına ve fabrikaya geri gönderilirken AKP’li bürokratların düzenli test yaptırmaları gibi, bu sefer de aşı olanağından ilk yararlananlar Saray’dakiler oldu. Sağlık Bakanı Koca’nın, aşının Çin’de eczanelerde satıldığını ve isteyenin temin edebileceğini söylemesi iddiaları doğruladı. Yani yine parası olan yaşama hakkını satın almış oldu.

AKP, yaşam hakkını ihlal ediyor

Pandeminin ilk aylarında dile getirilen virüsün zengin-fakir ayrımı yapmadığına dair aldatmacaya geri dönelim. Aradan geçen bir yıl göstermiştir ki, salgının yayılmasının ve yaşanan ölümlerin gerisinde kapitalist sistemin kendisi yer almaktadır. Yukarıda verilen örnekler, salgın sürecinde sınıfsal ayrımların daha da belirginleştiğini göstermektedir. İktidar tarafından alınmayan her önlem gibi kullanılan her ayrıcalık da işçi ve emekçilerin yaşam hakkının ihlalidir. Pandemi ile mücadelenin tüm insanlık yararına değil de ayrıcalıklı bir zümre adına yürütülmesi sınıfsal bir tutumdur. Yaşanan bu olaylar; işçi ve emekçilerle birlikte yol alındığı iddia edilen gemide can yeleklerinin zenginlere, iktidarın yandaşlarına verildiğini göstermektedir. Kapitalist sistemin temsilcileri ve bekçileri çoktan gemiyi terk etmiştir. İşçi ve emekçiler salgın okyanusunda yol almaktadır. Hiç şüphesiz bu karanlık sulardan kurtulmanın yolu, işçi sınıfının örgütlü mücadele ile dümeni eline almasından geçmektedir. Ölüme terk edilen işçi ve emekçilerin yaşam hakkını savunabilmesi de buna bağlıdır.