Türkiye hapishaneleri yasa ve hukuk tanımayan, hiçbir hukuki normla açıklanamayan, vicdani ve etik ilkeleri ihlal eden şizofrenik bir bakış açısıyla idare edilirken, koşulları gittikçe ağırlaştıran uygulamalar ardı ardına devreye sokuluyor. Oysa ki ceza infaz sistemi, salt kapatılmanın doğası gereği oluşan mahrum kalma, acı ve ezayı arttırmamalı ve bir cezalandırma aracına dönüştürülmemelidir.
Foucault “Hapishanenin Doğuşu” adlı kitabında suçlu olarak addedilen kişilerin 18. yy’da akıl almaz işkencelerden geçirilerek bedene eza vermek suretiyle cezalandırıldığını ve bu cezalandırma yönteminin aleni olarak yapılmasıyla tüm topluma gözdağı verilmesinin amaçlandığını anlatmıştır. Foucault, siyasal iktidarların bu şekilde hem suçlu olarak addedilen kişiden intikam aldığından, hem de bu cezalandırma yöntemi ile toplum üzerinde baskı aygıtı oluşturduğundan bahseder. Modernizmin doğuşu ile ceza, insan bedenine uygulanmaktan çıkıp insan ruhuna uygulanmaya başlanmıştır. İşte tam bu aşamada hapishaneler ve kapatılma merkezleri inşa edilmiştir. 19. yy’da hapishaneler “tecrit edici, zorlayıcı, bireyci ve gizli cezalandırma modeli“ ile ortaya çıkmıştır. İzleme/gözetleme ve kontrol altında tutma hapishanenin iki temel özelliğidir. Ancak bunlar sadece hapishanelerde uygulanan yöntemler değildir. Siyasi iktidarlar “görünmezlik“ ilkesini 19. yy sanayi kapitalizminde fabrikalarda, okullarda, kışlalarda, adliyelerde, hastanelerde yaygın olarak uygulamıştır. ‘Görünmez iken gözetleyen’ hapishane modeli ile mahpuslarda sürekli olarak izlenme psikolojisi yaratılmıştır. Hücresinde bulunan mahpuslar, kapatılmanın yanı sıra ne zaman izlendiklerini bilmediklerinden, sürekli gözetim ve denetim altında olduklarından ötürü ruhsal bütünlüklerinde kapanmaz yaralar açılmış ve kişisel mahremiyetleri bu yolla parçalanmıştır. Foucault’a göre, artık beden ruhun değil, ruh bedenin hapishanesidir. Kapatılmanın asıl gerçekleştiği mekân insan ruhudur.
19. yy’dan bu yana değişen hiçbir şey yok. Türkiye’de siyasal iktidarlar kampüs hapishanelerle, ağır tecrit koşulları dayatan F tipi hücrelerle ve ağır ceza infaz sistemi ile tutuklanmanın doğası gereği oluşan başta mahrum kalma olmak üzere, acı ve ezayı arttırıcı yöntemlerle, tecrit ve tredman uygulamalarıyla yalnız bedenin değil düşüncenin de hapsedilmesi için her gün yeni cezalandırma araçlarını devreye sokmaktadır.
Adalet Bakanlığı’nın 2 Ekim 2017 tarihli son verilerine göre tutuklu ve hükümlü sayısı 228 bin 993’tür. Bakanlığın 27 Mayıs 2017 tarihli açıklaması ile 841 hasta tutsağın Adli Tıp Kurumu raporu doğrultusunda tahliye edilmeyi beklediğini, 1086 hasta tutsağın ise raporları mahkemece kabul edilmediği gerekçesi ile ölümü beklediğini öğreniyoruz. Toplamda 1927 hasta tutsak tedavi hakkı ve yaşama hakkı için gün sayıyor.
Yine Adalet Bakanlığı’nın 10 Ocak 2017 verilerine göre son 8 yılda 2300 tutuklu ve hükümlü “eceliyle” cezaevinde yaşamını yitirdi. Bunun kendisi tablonun yakıcılığını gözler önüne seriyor. Bu verilere işkence ve şaibeli ölüm verileri dahil değil. Yalnızca 2016 yılının ilk 6 ayında 195 ölüm gerçeklemiş. Salt bu sayı dahi hapishanelerdeki hukuka aykırı yöntemlerin ve hapishanelerin adeta bir ölüm makinesine dönüştüğünü anlamak açısından önemli bir veri olarak karşımızda duruyor.
Türkiye’deki tutuklu ve hükümlülerin en temel hakları ihlal edilmekte, başta yaşam hakkı olmak üzere, haberleşme hürriyetinden, sohbet-görüş hakkına ve tedavi olma hakkına kadar tüm hakları gerekçesiz ve keyfi biçimde elinden alınmaktadır. Ağır hastalığı olan tutuklu ve hükümlülerin tedavileri yapılmamakta, ağır hastalar siyasal bir ısrarla serbest bırakılmamakta; yaşam hakkını korumakla yükümlü olan siyasal iktidar hasta tutsakları adeta ölüm cezasına mahkûm etmektedir.
Türkiye hapishanelerinde tutuklu ve hükümlüler, en temel hak olan sağlık hakkından ve tedavi hakkından yoksun bırakılmaktadır. Hapishane reviri, doktoru ve psikologları hasta tutsakları tedavi etmekten uzak yöntemlere başvurmakta, ağrı kesici, kas gevşetici gibi ilkel araçlarla hastaların sorunlarını savuşturmakta ve tedavinin etkin olarak yapılması için hastaneye sevkini gerçekleştirmemekte, adeta hapishane idaresi talimatlarıyla çalışmaktadır. Hastaneye sevk edilen hasta tutsakların hastaneye sevki idare tarafından geciktirilmekte, sevk sırasında parmak izi vermeye zorlanmakta, hasta tutsaklar ring araçlarında ve hastanede jandarma tarafından darp edilmekte, ring araçları hastalığa uygun koşullara göre dizayn edilmemektedir. Tedavi amaçlı hastaneye sevk edilenlerin ise hekim ile hasta mahremiyeti hakları, tıbbi tedavisi ile ilgili kişiler dışında muayene ortamında kimsenin bulunmaması hakları 2011 yılında çıkarılan Üçlü Protokol gerekçe gösterilerek ihlal edilmekte ve birçok tutsak tedavi olamadan hapishaneye geri dönmek zorunda kalmaktadır. Hasta haklarını hatırlatan hekimler hakkında ise ceza soruşturmaları açılmaktadır. Hatırlayınız Muğla Tabip Odası Başkanı Dr. Naki Bulut hasta bir tutukluyu muayene etmek isterken odasından çıkmayan subaya TTB Hekimlik Meslek Etiği Kuralları, Hasta Hakları Yönetmeliği ve İstanbul Protokolü’nün açık olduğunu ve bu nedenle muayene ortamını terk etmesi gerektiğini hatırlattığı için yargılanmıştır.
Sonuç itibariyle kapatılan/tutuklanan hasta tutsaklar ağır ve sancılı bir hastalıkla mücadele ederken bir de hapishane idaresi ile mücadele etmek zorunda kalmakta ve bu uygulamalar nedeniyle adeta ölüme mahkum edilmektedirler. Tüm bu koşullar ve siyasi iktidarın tercihi ile oluşan bu siyasal tutum hasta tutsakların hapishaneden tabutla çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Hapishaneden çıkan en son tabut ise; Celal Şeker! Celal, %96 özürlü raporu ve cezaevinde kalamaz raporu olmasına rağmen mahkeme tarafından tahliye edilmemiş, Anayasa Mahkemesi tarafından da tedbir kararı sağlık hizmetlerine erişim imkanına sahip olduğu, hapishane koşullarının sağlığını bozmadığı gerekçesiyle reddedilmiş ve ölüme terk edilmişti. Beklenen oldu, yerel mahkeme ile Anayasa Mahkemesi el birliğiyle Celal Şeker’in ölümüne sebebiyet verdi.
Hasta tutsakların cezasının infazının durdurulması 5275 sayılı Ceza Ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’da düzenlenmiş, bu madde 6411 Sayılı Yasa’nın 3. Maddesi ile yapılan değişikle yeniden düzenlenmiştir. Hem kanun, hem de Hapis Cezasının Ertelenmesi Hakkında Genelge incelendiğinde “hapis cezasının infazı, hükümlünün hayatı için kesin bir tehlike teşkil ediyorsa tahliye edilir” şeklinde düzenlendiğini görüyoruz. Celal Şeker gibi tüm hasta tutsakların tahliye edilmesi gerektiğine ilişikin onlarca Anayasa Mahkemesi kararı, yüzlerce AHİM kararı var. Kanun bu kadar açık olmasına rağmen hasta tutsakların neden tahliye edilmediği sorusuna; burjuva hukukunun bir kez daha koymuş olduğu normlara uymadığını, hasta tutsakların kanun eliyle siyasi iktidar tarafından tahliye edilmediğini söylemek mümkün.
Kanunun emredici hükümlerine ve bilimsel raporlara rağmen hasta tutsakların tahliye edilmemesinin tek gerçek gerekçesi siyasi iktidardan alınan emir ve talimatlardır. Bugün mahkeme zabıtlarında; “hakimin takdir yetkisi ve vicdani kanaatini kullanarak hasta tutuklunun hapishane koşullarında tedavi edilmesi”ne ilişkin kararları görüyoruz. Bu kararların tamamı, ağır hasta ve yaşı ileri olan tutsakların vücudunda geri dönüşü olmayacak tahribatlar gerçekleştirdiği için işkence yasağının ihlali, hasta tutsağın ölmesi halinde de yaşama hakkının gaspı demektir.
Türkiye hapishanelerinde yaşanan bu hukuka aykırılıklar önümüzde duran karanlığı katbekat arttırmakta ve salt sayısal verilerin soğuk yüzü bile sorunun yakıcılığını ortaya koymaktadır. Tabutluk olarak bilinen hücrelere sağlıklı girip tabutta çıkan tutsaklar için acil mücadele hattı örülmelidir. Bu garabet uygulamalara bir son verilmeli, mahkemelerin bilimsel raporlar üzerindeki değerlendirme ve takdir yetkisi kaldırılmalı, rapor mahkemeye ulaşır ulaşmaz hasta tutsakların tahliyesi sağlanmalı, hasta tutsakların ölüm cezasına mahkum edilmesinin derhal önüne geçilmelidir.