Emperyalistler ile büyük sermaye tarafından iktidara taşınan dinci-faşist koalisyon, ülkeyi krizler girdabının içine sürükledi. Toplumsal meşruiyetini yitiren, hırsızlıkla-hileyle seçim kazanan, yağma-rant-talan-adam kayırma düzeni kuran bu iktidarın elinde, zulmün kamçısından başka etkili bir araç kalmadı.
31 Mart seçimlerinde yaşadığı hezimet, Perinçekçi Vatan Partisi destekli AKP-MHP koalisyonunun histeri nöbetlerini hem sıklaştırdı hem şiddetlendirdi. Seçim iptaliyle milyonlarca İstanbullunun iradesinin çiğnenmesi, biat etmeyen gazetecilerin ya hapse atılması ya linç edilmesi, katliam tehditleri savurulması, Kandil’in bombalanması, yalana-riyakarlığa dayalı kampanyaların yürütülmesi… Her biri rezaletin alası olan bu icraatlar, İstanbul seçimlerini gasp edebilmek için formül arayan saray rejiminin içine sürüklendiği hezeyanı gözler önüne seriyor.
İktidarın, demek oluyor ki rantın da kaynağının başında oturmaya devam edebilmek için her tür kepazeliği yapan T. Erdoğan’la suç ortakları, bedelleri işçiler, emekçiler, gençler, kadınlar tarafından ödenen krizleri derinleştiriyor. Sorun ülkenin ekonomik kriz batağına saplanmasından ibaret değil. Yanı sıra sosyal, kültürel, hukuksal, siyasal krizler de derinleştiriliyor. Bu krizlerin faturası işçi sınıfı ile toplumun ezilen-sömürülen kesimleri tarafından ödenirken, saraydaki sefahat-şatafat seremonileri devam ediyor.
AKP-MHP koalisyonunun ‘yağma-talan-sefahat’ çarkları dönerken işsizlik %20’lere yaklaşıyor. Milyonlarca işçinin aldığı asgari ücret açlık sınırının altında seyrediyor. Enflasyonda yükseliş, yani emekçilerin reel ücretlerinde-satın alma gücünde düşüş devam ediyor. İşsizlik fonunda biriken paradan işsizlerin ezici bir çoğunluğu yararlanamazken, milyarlar ya saray rejiminin kirli-sefih işleri için çarçur ediliyor ya da “teşvik” adı altında kapitalistlere peşkeş çekiliyor. Ekonomide daralma, yani işsizlikte artış devam ederken, seçimlerden sonra dinci-ırkçı rejimin, “yerli/milli” zırvalarını bir kenara atıp IMF kapılarına dayanması kaçınılmaz hale geliyor.
Dikta rejimin topluma kâbus yaşatan icraatları iç politikayla sınırlı değil. Saldırgan-yayılmacı dış politikayı esas alan bu zihniyet, halen Suriye’deki cihatçı terörün bir numaralı destekçisi/hamisi konumundadır. AKP-MHP koalisyonu, İdlib’in cihatçılar hakimiyetinde kalması için çaba harcıyor. Oysa Suriye ile müttefikleri İdlib’i cihatçılardan arındırma konusunda kararlılar.
Cihatçılara dayanarak Suriye topraklarının bir kısmını gasp etme hevesine dayalı bu politika, bölge halklarına karşı düşmanlığın yansıması olduğu gibi, felakete davetiye de çıkarıyor. ABD ile Rusya arasındaki hegemonya çatışmasından yararlanmak adına atılan adımlar ise hem ekonomik krizi derinleştiriyor hem ülkeyi emperyalistler arası çatışmanın arenası haline getirme riskini arttırıyor.
Aynı anda hem ABD’nin Patriot’larını hem Rusya’nın S-400’lerini satın almak isteyen saray rejiminin bu füze savunma sistemleriyle neyi-kimden koruyacağı belli değil. Oysa bu sistemler için silah tekellerinin kasalarına milyarlarca dolar akıtılacağı gibi, ülkeyi rakip iki gücün kullanabileceği bir aparat durumuna düşürüyor.
Gelinen aşamada, dinci-faşist iktidarı başa getirenler bile gidişattan memnun değiller. Emperyalistler de büyük burjuvazi de kimi tutumlarıyla rahatsız olduklarını dile getiriyorlar. Bundan dolayı tepe tepe kullandıkları bu rejimin kendisini değil bazı şeflerini değiştirmek istiyorlar. Yani onların istediği değişim, krizlerin çarkları arasında ezilen işçilerin, emekçilerin, gençlerin, kadınların sorunlarına çözümler içermiyor. Tek dertleri, kokuşmuş sistemin işleyişini zorlaştıran pürüzleri giderip işlerine bakmaktır.
Bu kokuşmuş rejim, sermaye sınıfının ihtiyaçlarının bir ürünüdür. Yandaş kapitalistler bir yana, TÜSİAD’ın yıllarca AKP’ye tam destek vermesi, bazı rahatsızlıkları olsa da düne kadar sessiz kalması bunu kanıtlıyor. O halde bu rejimin yıkılması ya da birtakım köklü değişimlerin gerçekleşebilmesi için başta işçi sınıfı olmak üzere, dinci-faşist iktidarın hışmına uğrayan tüm toplum kesimlerinin meşru/birleşik mücadelesinin geliştirilmesi şarttır.
Saray rejimi, sonunu getirecek mücadeleyi geciktirebilmek için fütursuzca kaba şiddete başvuruyor. Ama aynı zamanda dinciliği, mezhepçiliği, ırkçılığı rezilce kullanarak işçi sınıfını ‘alt kimlikler’ temelinde bölmeye de çalışıyor. Zira esas tehlikenin işçi sınıfının harekete geçmesiyle belirginleşeceğini onlar da biliyor.
Kapitalistler, işçileri ‘alt kimlikleri’ne göre değil ‘sınıfsal kimlikleri’ne göre sömürüyorlar. Saray rejimi de işsizliği, yoksulluğu, sefaleti dayatırken alt kimliği değil sınıfsal kimliği esas alıyor. Yani iktidarın her icraatı, iliklerine kadar sınıfsaldır; genel anlamda kapitalistlerin, özel planda yağmadan/ranttan semiren yandaşların sınıfsal çıkarlarını esas alıyor. O halde buna karşı mücadele de sınıfsal olmak zorundadır.
Kendilerini sömüren kapitalistler nasıl sınıfsal temelde örgütleniyorsa, işçiler de sınıfsal bilinçlerini geliştirmeli, buna dayanarak örgütlenmeli her tür sömürüye, ücretli köleliğe, zorbalığa karşı sınıf mücadelesini yükseltmelidirler. Hareket noktası ekonomik, demokratik, sosyal talepleri kazanmak olsa da bu mücadele üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, demek oluyor ki sömürüyü tamamen ortadan kaldırma mücadelesinin bir basamağı da olabilmelidir.