Kapitalizm doğası gereği her alanda “kâr, daha çok kâr”ı hedefler. Bu uğurda hiçbir sınır tanımaz. Yağma ve talan saldırıları ile dünyadaki tüm kaynakları tüketir, doğayı ve insanı yıkıma uğratır. Kâr etme imkânı bulabildiği her alana uzanır. Bu çerçevede insan sağlığı da kâr etmenin bir aracına dönüştürülmüştür.
Sağlık alanında yaşanan sorunların gerisinde kapitalizmin dayattığı koşullar yatmaktadır. Toplumun sağlığını, kapitalist üretim ilişkileri, daha çok kâra endeksli sömürü sistemi bozmaktadır. Bilimsel sosyalizmin kurucularından Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı yapıtında, sağlık sorununun, etrafında barakaların kurulduğu fabrikalarda dayatılan sömürüden, bunun ürünü yoksulluk ve sefaletten kaynaklandığını göstermiştir.
Kapitalist sistem sağlık sorununu her geçen gün daha da derinleştirmektedir. Bir avuç azınlığın toplumun çoğunluğuna uyguladığı zor ve baskıyla ayakta duran bu sistem, sağlığı hak olmaktan çıkarıp para karşılığında alınıp satılan bir hizmete dönüştürmüştür. Sağlık, büyük kârların döndüğü bir “sektör” halini almıştır.
Kapitalizmde, ağır sömürü ve çalışma koşulları, işsizlik, her geçen gün boyutlanan ekonomik, sosyal, siyasal saldırılar sonucu insanların fiziksel ve ruhsal sağlığı sürekli daha kötüye gitmektedir. Ama bu sistemde bu kadarı “daha çok kâr” için yeterli değildir.
Kapitalizm “tedavi” adı altında açtığı pazarla da saldırıyı büyütür. Ya kendi eliyle hastalıklar yaratır ya da propaganda gücüyle hastalık var algısı yaratır. Bunun üzerinden satılacak olan sağlık hizmetidir, ilaçtır, tıbbi cihazdır. Ürünleri oluşturmak da yetmez, onları müşteriye (hastaya) iyi pazarlamak gerekir. Pazarlama ve reklam işleri için “sağlık” örgütleri kurulur.
Bunlara kapitalistlere ait vakıflar eliyle kurulan üniversiteler eklenir. Akademisyenler bu pazarda çalışan reklamcı ve pazarlamacılara döner. Böylece mesleki ahlak ve insani değerler çöpe atılır. Cepleri parayla doldurulan bu akademisyenler sözde “bilimsel” dergilerde yazdıkları makalelerle sermayenin çalışmalarını över, insanları sağlık hizmeti satın almaya teşvik ederler.
Bu pazarda en büyük paya sahip olanlar emperyalist tekellerdir. Amerikan Pfizer, Merck, Eli Lilly; Fransız Sanofi, Zentiva; Alman Bayer, İngiliz Glaxo Smithkline, İsviçreli Roche, Novartis, Sandoz en büyük kâr payına sahip firmalardır. Tekeller sağlık sektörünü baştan aşağı yönetmektedir. Hangi ilacın üretileceğine, hangi ameliyatta hangi tıbbi gereçlerin kullanılacağına onlar karar vermektedir. Bağımlı ülkelerde gerçekleşecek sağlık “reform”larını onlar belirlemektedir. Gerek IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist kurumlar, gerek FDA (Amerikan Sağlık Bakanlığına bağlı Gıda ve İlaç Dairesi) vb. kurumlar onlara hizmet etmektedir. Bu alanda kurdukları egemenlikle ilaç fiyatlarını istedikleri gibi belirlemekte, kârlarını katlamaktadırlar. 2017’de sadece Amerikan Pfizer ilaç tekelinin cirosu 52.54 milyar dolardır.
Sözde insan sağlığı için üretilen ilaçlar ve tıbbi cihazlar, yan etkileri anlaşılmadan, gelişmemiş ülkelerde çocuklar, kadınlar, yaşlılar üzerinde fütursuzca denenmektedir. Ölüm, sakatlama, hatta toplu kıyım kapitalist tekeller için sorun değildir. Uluslararası “sağlık” örgütleri, vakıflar, mahkemeler, vb. onların hizmetindedir. Dava açılsa bile para verilir dava kapatılır, kapitalist üretimine ve kâr etmeye devam eder. Özetle, hâkimiyeti eline almış bir avuç asalak, kâr uğruna insanların sağlığını tehdit etmeyi sürdürür.
Türkiye de bu çürümede geri kalmadı
Emperyalistlerin tüm dünyada dayattıkları neoliberal politikalar sağlık alanında da sonuçlarını gösterdi. Türkiye’de bu saldırı 2000’li yıllardan itibaren daha da hız kazandı. Bunun bir ayağı olan “sağlıkta dönüşüm”, zaten sınırlı olan hakların daha fazla gasp edilmesine yol açtı.
2006 yılında hayata geçirilen Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Kanunu bu düzenlemelerden biriydi. Bu kanun ile hastaneler birer işletmeye dönüştürüldü. Özel hastaneler pıtrak gibi çoğaldı. Devlet hastaneleri ağır borç yükü altına sokuldu. En temel insani hak olan sağlık hakkı, paran olduğu kadar yararlanabildiğin bir hizmet haline geldi.
Bu kadarı da yeterli değildi. Uluslararası tekeller daha fazla kâr için sağlık sektörüne para akıtarak üniversiteler açtılar. Yerli tekellerle ekonomik ortaklıklar kurdular ve bir süre sonra onları yuttular. Eczacıbaşı’nın Zentiva’ya, Yeni İlaç’ın Recordavit’ye satılması gibi.
Yanısıra, ilaç, tıbbi araç ve gereç üreten yeni fabrikalar açıldı. Türkiye pazarında emperyalist tekellerin payı sürekli büyüdü. Çalıştıkları ilaç temsilcileriyle, kendi kurdukları veya maddi destek sundukları hastane ve üniversitelerdeki “bilim” insanlarıyla çıkar ilişkileri kurdular. Hangi doktorun hangi ilacı yazacağı, ilaç şirketlerinin ilaç mümessili ile kurduğu çıkar ilişkisine bağlıdır. Doktorlar tıbbi araç-gereç üreten firmalarla da benzer ilişkiler içindedir. Alınan araç-gereçten herkes payına düşeni almaktadır. Bu sayededir ki, İstanbul’da EKG-MR cihazlarının sayısı, tüm İngiltere’de olanlara eşittir. Ya da bir kardiolog, yaptığı her kalp ameliyatında taktığı stent başına pay almaktadır. Dahası, tüccara dönen “doktor”, daha fazla kâr için, ihtiyaç olmadığı halde ameliyat yapabilmektedir.
Sermaye devleti bu yozlaşmanın üzerine gitmek bir yana, ortaya çıkan yolsuzluk ve hırsızlıkların üzerini kapatmaktadır. Çünkü uluslararası dev tekeller ile yerli işbirlikçileri, bakanıyla, bürokratıyla sermaye devletinin bizzat kendisi bu yolsuzluk çarkının içindedir. AKP iktidarının parlattığı şehir hastaneleri bu çarkın örnekleridir. Yapımından işletilmesine her aşamasına rant ve yolsuzluk düzeni damgasını vurmaktadır.
Bugün sağlık sistemi baştan aşağı çürümüş ve yozlaşmıştır. Ameliyatlarda ihmallerden dolayı insanların ölmesi, tıbbi atıkların çevreye zararlı olmasına rağmen izinsiz toprak altına gömülmesi, ilaç denemelerinde insan ölümleri, parası olmayanın sağlık hizmetinden yararlanmaması, asalak sermaye sınıfının ve devletinin umurunda değildir.
Bu tablo, sağlık hakkının temel bir insan hakkı olmaktan çıkmasının, hastanın müşteri olarak görülmesinin bir sonucudur. Bu sistemde hasta-doktor ilişkisi paraya dayalı bir ilişki haline getirilmiştir, bilim insanları tüccarlara dönüştürülmüştür.
Bu sorunun kaynağı emperyalist-kapitalist sistemdir. Sağlık hizmetini para ile alınıp satılan bir metaya dönüştüren, sağlığı paraya endeksleyen sistem, bilimi de, akademiyi de kâra dayalı mekanizmasının bir parçası haline getirmiştir.
Çözüm sosyalizmde!
Sağlığın kâra dayalı bir sektöre dönüştürülmesinin kaynağı kapitalist düzense, çözümü de ancak bu düzeninin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Kapitalistlerin kârlarını değil insanlığın ihtiyaçlarının esas alan bir toplumsal düzen, yani sosyalizm ancak bu sorunu çözebilir. İlaç satmayı amaçlayan tedavi anlayışı yerine halk sağlığının korunmasına dayalı önleyici sağlık hizmetlerini hayata geçirebilir.
Bu açıdan Ekim Devrimi’nin ardından atılan adımlara bakmak yeterlidir. Dünyada ilk olarak bağımsız bir bakanlık olarak sağlık bakanlığı Sovyetler Birliği’nde kurulmuştur. Sağlık hakkı para ile satılan özel bir hizmet olmaktan çıkarılmış, herkesin nitelikli ve parasız sağlık hizmeti alması sağlanmıştır.
Her alanda yıkım yaratarak insanlığı toplu bir yok oluşa sürükleyen kapitalist sistem alternatifsiz değildir. Yapmamız gereken, diğer taleplerimizle birlikte herkese eşit, parasız ve nitelikli sağlık hakkı için de bu düzenin temellerine karşı mücadeleyi büyütmektir. İnsanlığın her açıdan kurtuluşu sosyalizmdedir.
Ali Haydar Karaçam
Tekirdağ 1 No’lu F Tipi Hapishanesi