Geçtiğimiz günlerde İstanbul Beylikdüzü’nde iki çocuk domuz gribi şüphesiyle yaşamını yitirdi. Bu olay sonrasında eczanelerde belli ilaçların bulunmayışı tekrardan gündeme geldi. Eczanelerde ilaç yok çünkü Ocak ayının sonlarındayız, Şubat’ta yapılacak zammın ön günlerindeyiz. İlaç firmaları zammın oranını beklerken ilaçları depolara göndermiyor. Aynı şekilde depolardan da piyasalara verilmiyor.
İstanbul Eczacı Odası Başkanı Zafer Cenap Sarıalioğlu yaptığı bir açıklamada ilaçların yeterli gelmediğini; tansiyon, epilepsi, göz ilaçları ve yer yer ağrı kesicilerin bile bulunmasının zor olduğunu ifade etti. Kendi eczanesinde en çok kullanılan 150 ilacın olmadığını da ekledi.
Kış aylarında gripte artış yaşanıyor dolayısıyla ilaç talebi fazlası oluşuyor. Sağlık Bakanlığı ise ilaç stokunun yeterli olduğunu dile getiriyor. Ancak firmalar Fiyat Belirleme Komisyonu’nun 20 Şubat’ta belirleyeceği ilaç kuru zammını bekliyor. İlaçların yüzde 60’ı ithal ve fiyatlara yapılacak zamlar Avro kurundan hesap ediliyor. Geçen sene yüzde 20 oranında bir zam yapıldı, bu sene de yüzde 15-20 arası zam bekleniyor.
Sağlık bakanlığı ilaç stokçuluğunu açığa çıkarmayı tercih etmese de geçen yılın başında seçim propagandası amaçlı10 günde yapılan denetimler sonucunda; 42 üreticinin, 20 depocunun ve 32 eczacının ilaç stokladığı ortaya çıkmıştı. Sonrasında ise stokçulara fırsat verilmeyeceği iddia edilmişti. Bu senaryo her yılın başında tekrar ediliyor.
Sağlık alanının bir sektör olarak görülüp ticarileştirilmesi, bu anlayış üzerinden örgütlenmesi ilaçların ‘olmaması’ ve benzeri birçok sıkıntının yaşanmasına sebep oluyor. Devlet hastanelerinin sayısal olarak az olmasından, tedavi sürecinin yetersizliğinden şikâyetçi olmayan yoktur. Özellikle AKP dönemi ile birlikte had safhaya çıkan özelleştirme saldırısı sonucunda parası olan yaşam hakkını satın alabiliyor. Ancak yeterli parası olmayan ilaç bulamıyor, tam tedavi olamıyor, organ nakli sıralarında ölümü bekliyor. Ulaşımı zor, kent merkezlerinden uzak ve yandaş sermaye gruplarına rant kapısı açmak için planlanan şehir hastaneleri ise tüm bu sorunlara yeni boyutlar kazandırmış vaziyette. Devasa bütçeler bu sermayedarlara ayrılırken kamu hastaneleri biriken borçlarından dolayı sarf malzemesi alamıyor. Yeni doğan ünitelerinde, yoğun bakımlarda sorunlar yaşanılabiliyor. Ameliyathanelerde malzeme eksikliğinden kaynaklı ameliyatlar erteleniyor. Acillerde yatak yetersizliği sonucu hastalar bekletiliyor. Bütün bu sorunların aynı anda tek bir hastanede gözlenmesi düşük ihtimal olabilir ama toplamında ülke genelinde sağlık sistemi bozulmuş durumda, insan sağlığını esas alan mantıkla işlemiyor. Tersinden, her yerde özel hastanelerin veya kanser gibi hastalıkların belirli tedavi yöntemlerinin reklamları yapılıyor. Çünkü sağlık alanı bir sektör olarak işletiliyor.
İlaç kullanımının ne kadarı gerçekten ihtiyaç olduğu ayrı bir tartışmanın konusudur. Bilindiği gibi ilaç sektörü dünyada en çok kâr sağlayan sektörlerin başındadır. İlaç firmalarının temel gayesi olabildiğince çok ürünü piyasalarda satabilmektir. Bundan dolayı ilaç kullanımının nasıl olması gerektiği, kimyasallarla insan ve doğa sağlığının ne şekilde etkilendiği vb. konular ne kapitalist devletleri ne de üretici şirketleri ilgilendirmemektedir.
Halk sağlığının gözetilmesi tek başına ilaç kullanımı hakkında bilinçlendirme ile değil toplamında bir planlama yapılması ile gerçekleşebilir. Toplum sağlığı; hastalıkların tanımı, nasıl oluştukları ve bilimsel olarak nasıl tedavi edileceği, topluma sağlıklı yaşam tarzı alışkanlıklarının kazandırılması ve yaşam alanlarının buna göre düzenlenmesi, ulaşılabilir ve nitelikli sağlık kurumlarının açılması, denetimlerin ve eğitimlerin ciddiye alınması vb. yol ve yöntemlerle sağlık sistemini yeni baştan kurmakla sağlanabilir
U. Aze