Kapitalist devletler arası ilişkilerde esas olan ahlaki ilkeler, haklara saygı vb. değil kaba bir pragmatizmdir. Seremoniler eşliğinde anlaşmalar imzalanır ancak bunlar, koşullar ya da çıkarlarda öncelikler değişinceye kadar geçerli olur. Tarihin çöplüğü devletler arasında yapılıp yırtılan anlaşmalarla doludur. Örneğin Obama döneminde İran’la imzalanan nükleer anlaşmayı Trump başkan olunca geçersiz ilan etmiştir. Üstelik anlaşmada Rusya, Çin, Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkelerin de imzası yer almaktadır. Yani dünyanın en büyük emperyalist güçlerinin imzası bile güvence değildir.
Güç dengelerindeki değişim devletlerin de tutumlarına yansır. Dünya jandarması emperyalist güç zayıflarken başka güçler öne çıkmaya başlar. Emperyalistlerle bağımlılık ilişkileri olan bazı devletler, farklı güçler arasında yaşanan rekabetten-gerilimden faydalanmaya çalışırlar. Dengeler sarsılmasıyla bazı çatlaklar oluşur, bazı güçler bu boşluğu doldurmak için kıyasıya bir rekabete girişir. Yayılmacılık hevesleri yeni çatışmaları tetikler, vb…
İki ipte oynamak!
Dünyada değişen güç dengeleri bağlamında Türk sermaye devletinin dış politikasına bakıldığında, “çatlaklara sızma” hevesi açık bir biçimde dışa vuruyor. Dinci-faşist rejim iliklerine kadar Amerikancıdır. Buna rağmen “Avrasyacılık” pozları takınıyor. Rusya ile ilişkiler geliştiriyor. Çin’le ticareti artırıyor. Öte yandan da, “Türkiye bir NATO ülkesidir, taahhütlerine sonuna kadar bağlıdır” mesajlarını Washington’a gönderiyor.
Bu politika tutarsız gibi görünse de, kuşkusuz belli bir değerlendiremeye dayanıyor. Ortadoğu başta olmak üzere bazı bölgelerde güç dengelerindeki değişimden dolayı çatlaklar oluşuyor. Bu çatlaklara sızabilmek için AKP-MHP rejimi militarist aygıtını sürekli tahkim ediyor. Askeri gücü merkeze koyan agresif bir yayılmacı-fetihçi politika izliyor.
Bir yandan Washington’daki efendileriyle pazarlık gücünü arttırmak için Rusya ile ilişkiler geliştiriyor. Ama aynı zamanda Rusya’nın kösteklenmesi için de batılılarla işbirliği yapıyor. Suriye, Libya, Karabağ, Ukrayna-Kırım gibi sorunlu bölgelerde Rusya’yı rahatsız eden hamleler yapma fırsatını kaçırmıyor. Bu politika Türkiye’nin stratejik konumunun pazarlanmasıyla güçlendirilmeye çalışılıyor.
Bu saldırgan, kaba, tutarsız, kaypak politika “bozucu faktör” sınırlarında da olsa etkili oluyor. Ancak emperyalistler arası çatışma-gerilimlere oynayarak, Osmanlı’dan esinlenme yayılmacı-fetihçi politika izleyerek, sahte kabadayılık gösterileri yaparak hedeflilerine ulaşmaları olası değil. Bu gösteriler, “askıda ekmek” kampanyasının başlatıldığı yerde iç politikada da pek bir işe yaramıyor.
Rusya’dan uyarılar
Erdoğan’ın hem Putin hem Trump’la ilişkilerinin iyi olduğu söyleniyor. Kimi zaman “aptal olma” gibi aşağılayıcı tehditlere maruz kalsa da, ödediği rüşvetler karşılığında Trump tarafından kayırıldığı konusunda yaygın bir kanı var.
Ankara’daki rejimin oyunlarına en çok hâkim olan ise Putin yönetimidir. Putin Erdoğan’a zerre kadar güvenmiyor. Fırsatını bulduğunda ABD’nin kucağına atlayıp Rusya’ya diş göstereceğini biliyor. Buna rağmen ilişkilerin kopma noktasına gelmemesi için özen gösteriyor. Hem çıkarlarını korumak hem Türkiye ile ABD arasında yaşanan sorunları körüklemek için soğukkanlı davranıyor.
Karşılıklı güvensizliğe, kaba pragmatizme dayalı Rusya-Türkiye ilişkileri tek adam rejimine bir hareket alanı açsa da, bu alan sınırlıdır. “Kırmızı çizgiler” aşıldığında, Putin yönetiminin sert uyarılar yapmaktan kaçınmadığı birçok kez görüldü.
Türk Silahlı Kuvvetleri himayesinde olan cihatçı çetelerin Türkiye sınırındaki bir eğitim kampının havadan bombalanması, Erdoğan’ı arayan Putin’in Karabağ’a cihatçı transferi konusunda sert bir şekilde uyarması, Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın Ermenistan topraklarına saldırı olması durumunda her tür desteğin sağlanacağı yönünde yaptığı açıklama, geçtiğimiz hafta üst üste yaşanan gelişmeler oldu. Tüm bunlar Rusya-Türkiye ilişkilerinde ciddi sorunlar olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
İdlib’e askeri yığınak yapılması, Libya’da sağlanan ateşkesi sabote etme girişimleri, Rusya’nın dibine cihatçı transferi, Azerbaycan-Ermenistan arasında ateşkese engel olma çabası vb. hamleler, belli ki Putin için bardağı taşıran damlalar olmuştur. Tarafların karşılıklı hamleleri, bu tür gerilimlerin kaçınılmaz olduğuna, her an yeni sorunlara yol açabileceğine işaret ediyor.
Fetihçi histerinin bedelini emekçiler ödüyor
AKP-MHP rejimi için yayılmacı dış politika Erdoğan şahsında simgeleşse de, düzen cephesinden buna karşı anlamlı bir ses yükselmiyor. Ne düzen muhalefetinin ne sermaye örgütlerinin buna karşı ciddi bir itirazı var. Biçime, yönteme, araçlara dönük bazı eleştiriler olsa da, bunlar öze dair değil. Dolayısıyla bunu sermaye iktidarının bir yönelimi saymak gerekiyor.
Elbette Erdoğan’ın bölge lideri olma hevesleri, İhvancı (Müslüman Kardeşler) ideolojisi ekonomik, siyasi, diplomatik alanlarda sorunlara yol açıyor. AB ile gerilimi tırmandıran, göçmenleri bir “koz” olarak kullanan, cihatçıları ülkeden ülkeye taşıyan, Ortadoğu’da Katar emiri dışında dostu kalmayan bir rejim gerçeği var.
Rejimin izlediği fetihçi dış politika iki açıdan ekonomik krizi derinleştiriyor. İlki bütçenin önemli bir kısmı silahlanmaya, savaşlara, cihatçı çetelerin maaşlarına, militarist aygıtın tahkimatına harcanıyor. İkincisi, diplomasiden çok güç gösterisine dayalı tutumlarının birçok ülke ile sorunlar yaratmasıdır. Rejim sıkıştıkça Türk lirası değer kaybediyor, enflasyon yükseliyor, işsizlik dorukta, pandemiye karşı hiçbir önlem alınmıyor.
Yayılmacılık maliyeti yüksek bir politikadır. Osmanlı, işgal ettiği ülkelerin halklarından aldığı haraçlarla bunu karşılayabiliyordu. Oysa boyundan büyük işlere kalkışan, sık sık bölge gerçekliğinin duvarlarına çarpan dinci-faşist rejimin toplumun sırtına yüklediği faturalar günden güne ağırlaşıyor. Bunun bedelini ise işçi sınıfı ve emekçiler ödüyor.
Yayılmacı-fetihçi politikaları reddeden, krizin de savaşların da faturasını kapitalistlere ve onların rejimine ödetmeyi hedefleyen bir sınıf hareketi ve toplumsal mücadele gelişmediği sürece bu uğursuz çarkın kırılması mümkün değil.