Kriz, afet ve ölüm düzenine karşı mücadeleye!

İnsanlığın koronadan depreme doğal afetler karşısındaki çaresizliğini ancak işçi sınıfının devrimci iktidarı sona erdirebilir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 08 Kasım 2020
  • 11:36

Son Ege depremi sermaye düzenine ve tüm kurumlarına dair gerçekleri yeniden gözler önüne serdi. Tıpkı 1999 Marmara depreminden sonraki tüm depremlerde, sel vb. felaketlerde olduğu üzere… Son 20 yılda sermaye düzeni ve iktidarının, her afeti yalnızca işçi ve emekçilere yeni yükler bindirmenin, daha önemlisi de felaketleri ranta çevirmenin fırsatına dönüştürdüğü bir kez daha hatırlandı. Ege depreminin merkez üssü, İzmir’in Bayraklı ve Bornova ilçelerine 70-80 km uzaklıkta olduğu halde bu iki ilçede 18 bina enkaza döndü. 4 Kasım’daki son bilgilere göre çoğunluğu bu binalardakiler olmak üzere 114 insan hayatını kaybetti, 1035 kişi yaralandı.

Altında sermaye sınıfının, aynı anlama gelmek üzere onun sömürü ve rant düzeninin imzası olan bu aleni katliam, öncekiler gibi yine unutturulmaya çalışılacaktır. İlkokul çocuklarının dahi ezbere bildiği bir bilgi olarak, Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeği de öyle… Marmara depreminin üzerinden geçen 21 yılda onlarca, yüzlerce cana mal olan irili ufaklı çok sayıda depremin ardından yaşanan buydu. Bu depremlerin en büyükleri olarak kayda geçen 2003 Bingöl depreminde 177, 2004 Ağrı depreminde 18, 2010’da Elazığ-Karakoçan’da 41, 2011 Van depremlerinde 644, 24 Ocak 2020’de Elazığ-Sivrice’de 41 insan hayatını kaybettiği halde tablo değişmedi.

Geçtiğimiz 21 yılda yaşanan her deprem, aynı zamanda İstanbul’da beklenen büyük deprem için bir uyarıdır. Büyük bir yıkıma, kitlesel ölüme ve acılara yol açan Marmara depremi sonrasında hem deprem vergisi konularak hem de kentsel dönüşüm projeleriyle depreme hazırlık yapılacaktı. Tam da bu dönemde din istismarcısı gerici parti iş başına getirildi. Türkiye depremlerle geçen 18 yılını AKP iktidarı altında yaşadı. Bunun, ülkenin başına gelebilecek en büyük kötülüklerden biri olduğu her “doğal afet”te yeniden ve yeniden kayda geçiyor. Zira o, gücünü ve palazlanmasını en başta ölçüsüz çalıp çırpmaya, sınırsız yağma ve talana, “inşaat” adı altında yıllardır sürdüregeldiği vurgunlara borçlu.

Örneğin AKP iktidarı yönetiminde kalıcı hale getirilen deprem vergileriyle oluşan milyarlarca liralık (2020 Ocak rakamlarına göre 72 milyar TL’nin üzerinde) fon, emekçilerden kesintilerle oluşturulan diğer tüm kaynakların başına gelen akıbetten kurtulamadı. Paranın nereye gittiği güya bilinmiyor. Oysa AKP iktidarının yandaş sermayesine bakmak veya örneğin Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın günlük 10 milyon liralık harcaması paraların nasıl iç edildiğini yeterli açıklıkta gösteriyor. Keza bizzat AKP şefinin açıklamalarına göre, son deprem için İzmir’de çalışmalarında kullanılmak üzere devlet kurumlarına yalnızca sarayın 3 günlük harcaması tutarında bir miktar gönderilmesi 18 yılın nasıl geçirildiğine parlak bir ışık tutuyor. Fonun, duble yollara, asfaltlara döküldüğünü ise eski ekonomi bakanlarından biri açıkça dile getirmişti. Bir diğer deyişle yandaş sermayeyi semirtmek ve palazlandırmak için tepe tepe kullanıldığını itiraf etmişti.

Her türlü fonu salyalarla yağmalayan gerici-faşist zihniyetin, “kentsel dönüşüm” konusunda farklı davranması beklenemezdi. Kentsel Dönüşüm Projesi, başta AKP olmak üzere tüm düzen güçlerinin açgözlülükle nemalandığı bir rantsal dönüşüm olarak hayata geçirildi. Elbette en büyük lokmalar, hiçbir denetime tabi olmayan TOKİ gibi bir araçla iş yapan AKP-Erdoğan iktidarına düşecekti. 18 yıldır acımasız bir yağma, talan, rant çarkı dönüp duruyor. Gerici-faşist iktidarın en büyük sermaye dayanakları ve bunların hemen altında yer alan “taşeron” tabaka, din tacirlerinin bir numaralı sermaye-servet biriktirme alanı olan ve inşaat sektörü denilen bu çark sayesinde palazlanıp büyüdü. Emekçiler kentlerin dışına sürülürken, kentlerdeki deprem toplanma alanlarına dahi gökdelenler, AVM’ler dikildi.

Dini imanı para olan gerici zihniyetin temsilcileri bununla da yetinmediler. HES’lerle, termik santrallerle, olur olmaz yerlere verdikleri maden ruhsatlarıyla ormanları, suları, dereleriyle bilcümle doğayı acımasızca talan ettiler. İmar aflarıyla (son 11 yılda 7 kez çıkarıldı) hem kasalarını doldurdular hem de yerleşime aykırı yapılaşmayı teşvik ettiler. Bu nedenle sel, heyelan, göçük gibi felaketler sıradan olaylara dönüştü. Depremlerde bazı binalarda çatlak oluşmazken, bazılarının enkaza dönüşmesi şaşırtıcı gelmez oldu. Başta şefleri olmak üzere din istismarcısı iktidarın temsilcileri her felaketin suçunu ise hiç utanıp sıkılmadan fıtrata, kaza ve kadere atmaya devam ediyorlar.

AKP-Erdoğan iktidarının icraatları bununla da bitmiyor. İktidar temsilcileri son yıllarda yaşanan her felakette olduğu gibi, İzmir’deki afette de yine şov, yine ayrıştırıcı tutum ve söylemlerle politik rant peşindeydiler. Fakat bu kez, ötekileştirdikleri kesimlerin yardımlarını engelleyemedikleri gibi, şovları ve pişkinlikleri de pek itibar görmedi. Onlar yine de dosdoğru yapılaşmayla ilgili meslek odalarını, muhalif görülen kurumları olabildiğince dışlamaya devam ediyorlar. Toplumsal dayanışma duygularının kabardığı bir afet karşısında bile, aylardır süren ve giderek ağırlaşan korona salgını boyunca takındıkları rezil tutumdan vazgeçmiyorlar.

Bu da nedensiz değil şüphesiz. Gerici-faşist iktidarın elinde baskı ve zorbalık dışında kullanabildiği tek yönetme enstrümanı, oy devşirdiği yığınlarda yıllar içinde alıklaştırdığı kemikleşmiş bir kesimi, en değme yalanlarla, kin ve nefretle “iri ve diri” tutmaktan ibarettir. AKP iktidarı, Erdoğan’ı peygamber sayan bu kesimde belki de yakın tarihte hiç olmadığı kadar bir düşkünleşme, ahlaki-kültürel çürüme, kin ve nefret yaratmış olduğunu, her yeni olayda tekrar tekrar ispatlamaktadır. Gerici iktidar, yıllardır içini kemiren “İzmir’i ele geçirmek” ukdesiyle olsa gerek, bu kez bastırma ihtiyacı duymasa, yandaş basında, TV’lerde ve sosyal medyada boy atan troller ordusu kim bilir nefret dolu ne çirkefler kusacaktı.

Sermaye düzeni ve onun dümenindeki gerici-faşist iktidar nefes aldığı sürece, bu manzara değişmeyecektir. Doğal afetleri katliama dönüştüren odur. Çok kez afetin kaynağı bizzat sömürü ve rant düzeninin kendisidir. Bunu idrak etmek için ekonomik krizin yarattığı sosyal yıkımlara; işsizliğin, aşsızlığın, geleceksizliğin emekçileri ve gençliği sürüklediği uçuruma; intihar vakalarındaki artışa; kadınlara ve çocuklara yönelik şiddetin, cinsel saldırıların, cinayetlerin tırmanışına bakmak yeterlidir. Kapitalist ekonominin çarkları dönsün diye koronaya alenen yol veren bir düzen bu. Önlem yerine yeni torba yasalarla işçi sınıfı ve emekçilerin elindeki son kırıntıları çekip almak onun mayasında var. AKP şefinin gerçekte göbekten bağımlı olduğu emperyalist efendilerine ikiyüzlüce efelenmesinin, dış politikanın Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz ve Ege’de, Kafkaslarda dörtbaşı mamur fiyaskosunun bedellerinin işçi sınıfı ve emekçilere ödetildiği bir düzenle karşı karşıyayız.

Bu düzende barınma hakkı güya yasal güvencededir ama konut sorunu dendi mi acımasız bir sömürü ve rant çarkı dönmeye başlar. İnşaat aşamasından itibaren astronomik kâr yasası işler. Emekçilerin sürüldüğü kenar semtlerde dahi kiralar uçuk düzeydedir. Bu sömürü, yağma ve rant düzeninde herkese sağlıklı, yaşanabilir, depreme dayanıklı konutlar düşmez. O yüzdendir ki, yakın zamanda depremi doğru tahmin ettiği kayda geçen Prof. Dr. Ahmet Ercan’ın deyimiyle, “Depremde yoksullar ölür, zenginler ölmez. Hiçbir zenginin enkazdan çıkarıldığını duymadınız, duymayacaksınız.”

İşçi ve emekçiler kriz, afet ve ölüm üreten sermaye düzenine ve onun gerici iktidarına mahkum ve mecbur değiller. İnsanlığın koronadan depreme doğal afetler karşısındaki çaresizliğini ancak işçi sınıfının devrimci iktidarı sona erdirebilir. Bu hedefe doğru yol almak ise bugünden acilen atılacak adımlara bağlıdır. Dolayısıyla güncel planda ilkin, “afet” maskesiyle perdeleyip kitlesel cinayetlere davetiye çıkaranlardan hesap sormak; ikincisi, deprem vergileriyle biriken kaynağın beklenen büyük depremlere gerçek bir hazırlık için kullanılmasını sağlamak; üçüncüsü, her aileye sağlıklı, insanca yaşama uygun, depreme dayanıklı konut talebi için vakit yitirmeksizin mücadeleyi yükseltmek işçi sınıfı ve emekçilerin ertelenemez sorumluluğudur. Deprem gerçeğinin unutturulmaya çalışıldığı bir düzende bu mücadelenin süreklilik taşıması, afetlere karşı en büyük hazırlık olacaktır.