El Nakba’nın 72. Yıldönümünde Kızıl Bayrak’ta çıkan yazıyı 75. Yılı vesilesiyle tekrar okurlarımıza sunuyoruz…
15 Mayıs 1948 Filistin halkının El Nakba (felaket) günü. 14 Mayıs’ta İngiltere Filistin’den çekildi. Aynı gün Siyonistler İsrail devletinin kuruluşunu ilan etti. İsrail devletinin ilanı, -Filistinlilerin reddettiği- 29 Kasım 1947 tarihli 181 (II) sayılı Birleşmiş Milletler (BM) kararına dayanıyordu. Bölünme, toprakların sadece %6,6’sına sahip olan Siyonistlere Filistin'in % 56,4'ünü veriyordu. BM, tarihinin en rezil kararlarından birini vermişti. Buna karşın Siyonistlerin hedefi Filistin’in tümünü gasp etmekti. 15 Mayıs’ta İsrail’in kuruluşunu reddeden Mısır, Trans-Ürdün, Irak, Suriye, Lübnan orduları Siyonistlere müdahale etti (1. Arap-İsrail savaşı) ancak sonuç tersi oldu. Arap orduları yenildi.
Bunu fırsata çeviren Siyonistler emperyalistlerin de verdiği mali-silah desteği ile gerçekleştirdikleri sayısız katliam sayesinde Filistin topraklarının %78’ini ilhak ettiler.
Bu yıl (2020) El Nakba’nın 72. Yılı. Ortadoğu tablosuna baktığımızda, 1948’de Filistin halkının El Nakba’sının, 2020 yılında Ortadoğu halklarının El Nakba’sı boyutuna vardırıldığını görüyoruz.
El Nakba hem bir sonuç hem bir başlangıçtı. Yarım asrı aşan İngiliz emperyalizmi güdümlü bir projenin ürünü olarak İsrail kuruldu. Siyonist hareketin çalışmaları Osmanlı döneminde başlasa da, belirleyici adımlar İngiliz manda yönetiminin düzlediği zeminlerde atıldı. Elbette her kritik aşamada Siyonistlere destek veren İngiliz manda yönetimi, Filistin halkının topraklarını savunma mücadelelerini ise vahşi bir şekilde ezmiştir. O dönem henüz emperyalist dünya jandarması olmayan ABD de Siyonistlerin önde gelen destekçilerinden biriydi.
Emperyalistlerin Ortadoğu’su
Osmanlı toprakları İngiliz sömürgeciler için her zaman iştah kabartmıştır. Zira, Akdeniz üzerinden Hindistan’a ulaşabilmek için bu toprakların bir kısmının işgal edilmesi gerekiyordu. Birinci emperyalist paylaşım savaşına Almanya safında katılan Osmanlı, son sıçrayışını ölüme doğru yaptı. Çöküş, parçalanmayı beraberinde getirdi. İngiliz emperyalizminin emellerine ulaşması için fırsat doğdu. Yüzlerce yıl süren Osmanlı istilasından sonra, Ortadoğu’da İngiliz-Fransız istilası başladı.
Ekim Devrimi’nden sonra gizli anlaşmaları açıklayan Sovyet İktidarı, Osmanlı topraklarının paylaşım planı olan “Sykes-Picot anlaşması”nı da dünyaya duyurdu. Görüldü ki, biri İngiliz (Sykes) biri Fransız (Picot) olan iki diplomat, masa başında sınırları çizerek Ortadoğu’yu paylaşmışlar. Irak, Filistin, Mısır hattı İngilizlerin, Türkiye’nin güney illeri, Suriye, Lübnan ise Fransızların payına düşmüştü.
Osmanlı egemenliğinin yıkılması halklarda bağımsızlık umudunu güçlendirse de, sonuç trajik oldu. Zira halk hareketleri henüz kendi bağımsızlıklarını kazanabilecek güçten yoksundu. Bu ise İngiliz emperyalizminden medet umanların alanını genişletti. İngiliz sömürgecilerine yamanan hareket, bağımsızlık beklerken ilk adımda hüsrana uğradı. Zira Osmanlı sömürgeciliği yıkılmış ama yerine İngiliz-Fransız sömürgeciliği geçmişti. Halklar özgürlüğü solumadan bir sömürgecinin hükmünden başkasının hükmüne geçtiler. Osmanlı’nın Ortadoğu’su yerini emperyalistlerin Ortadoğu’suna bıraktı. Bu ise felakete giden sürecin kapılarını açtı. Zira inisiyatifi ele geçiren İngiliz emperyalizminin ajandasında, Siyonist devletin Ortadoğu’nun kalbine saplanması hedefi de vardı.
“Yüce ülkü”den “sefil zorbalığa” Siyonist hareket
Baskıya, ayrımcılığa, katliamlara uğrayan Yahudilerin vatan arayışına girmeleri doğal haklarıydı. 1890’lı yıllarda zengin sınıflarla aydınların katılımıyla şekillenen Siyonist hareket, vatan arayışı tartışmalarını başlattı. Birinci Siyonizm Kongresi, 1897’de İsviçre'nin Basel kentinde toplandı. Kongre, 1896'da gazeteci Theodor Herzl’in Almanca yayınladığı Yahudi Devleti (Der Judenstaat) adlı bir kitapta ortaya konan fikirleri tartıştı. Yahudi devleti kurma fikrinde ortaklaşan katılımcılar, uygun yer arayışına geçtiler. Üç seçenek üzerinde duruluyordu: Latin Amerika, Filistin, Afrika. Yani henüz ortada “Vadedilmiş topraklar” zırvası yoktu.
O dönemde Filistin’e ilk göçler başlasa da, henüz kesin karar alınmamıştı. Osmanlı Padişahı Ahdülhamit’in göçe yeşil ışık yakması, Filistin’i Siyonistler için cazip kılmıştır. (Örneğin 1904 ila 1914 arasında gerçekleşen göç dalgasında 40 bini aşkın Yahudi Filistin’e yerleşti.) O dönem Yahudilerin nüfus içindeki oranı %5 civarındadır. Osmanlı’nın icazetiyle başlayan göç, emperyalistlerle ilişki içinde olan Siyonist şeflerin de teşvikiyle İsrail devletini Filistin’de kurma fikrini öne çıkartmıştır. İngilizler de baştan beri bu fikri destekledi. Zira, Siyonist hareketin bazı etkili isimleri İngiliz devletinde üst düzey görevlerde bulunuyordu. Süreç Filistin’in İngilizlerin işgaline uğramasından sonra hızlandı.
İngiliz sömürgeciler zaman kaybetmeden Siyonist projeyi geliştirmeye başladılar. 1917'de, İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Filistin'de Yahudi halkları için bir vatan kurulması sözü verdi. Siyonistlerin önde gelen şeflerinden Lord Rothschild'e gönderilen bir mektupta yer alan bu vaat, “Balfour Deklarasyonu” olarak anılıyor. El Nakba’ya giden süreç bu aşamandan sonra hızlanıyor. Avrupa’dan, Amerika’dan, Rusya’dan, Ortadoğu’dan, Kuzey Afrika’dan yapılan nüfus transferi yoğunlaştı. Çoğunluğu Doğu Avrupa’dan Filistin’e gelenlerin sayısı 1930’lu yıllarda yüz binlere ulaştı. Ribhi Halloum’un Belgelerle Filistin kitabında (Türkçesi Alan yayınları tarafından basıldı) belgelere dayandırdığı rakamlar, tabloyu net bir şekilde gözler önüne seriyor:
“1922 yılında Arap nüfusu 650 bin, Yahudi nüfusu 83 bin. 1943 yılında Arap nüfusu 1 milyon 150 bin, Yahudi nüfusu 502 bin. 1945 yılında Arap nüfusu 1 milyon 250 bin, Yahudi nüfusu 554 bin.”
Nüfus transferi hızlansa da tüm çabalarına rağmen Siyonistlerin ele geçirebildikleri toprakların oranı çok düşük kaldı. Osmanlı paşalarından toprak satın alan Avrupa ya da Beyrut’ta yaşayan birkaç zengin onlara toprak satmasa, bu oran daha da düşük olacaktı. Taksim planı gündeme geldiğinde Yahudilerin topraklarının toplam %6,6 olması bu konuda fikir veriyor.
Ellerinde mali imkanlar bulunmasına rağmen toprak satın alamayan Siyonist göçmenler, satın aldıkları topraklarda yaşayan Filistinlileri sürgün ediyorlardı. Feodal ilişkilerin egemen olduğu o koşullarda köylülerin yerinden yurdundan edilmesi, doğal olarak ciddi direnişlerin patlak vermesine neden oldu. Nitekim siyonistler, İngilizlerin yeşil ışık yakmasıyla ilk terör örgütü Hagana’yı 1920’ler kurdular. Siyonist projeyi hayata geçirmenin tek aracı silahtır. Nitekim köylüleri ancak şiddet yoluyla sürgün edebiliyordı. Elbette manda yönetiminin de katkılarıyla.
Hagana’yı Irgun, Zvai, Stern adlı terör örgütleri takip etti. Oysa teröre başvurmak “yüce ülkü”nün çöküşünün başlangıcıdır aynı zamanda. Zira vatan kurmak isteyenler, bir halkı yerinden yurdundan etmek için şiddet kullanmaya başladı. Siyonist hareket, bir güç olmaya başladığı andan itibaren bir halkı sürgün ederek yerine yerleşmeye çalıştı. Filistin halkının direnişi güçlendikçe, Siyonist hareketle işgalci İngilizlerin zorbalığı da arttı. 1948’e gelindiğinde ise vahşi katliamlar boyutuna ulaştı.
9 Nisan 1948’de Kudüs yakınındaki Deir Yassin köyünde gerçekleştirilen katliam, Siyonist zihniyetin Nazi zihniyetinden farksız olduğunu gözler önüne serdi. Köye giren siyonist terör örgütlerinin tetikçileri soğukkanlılıkla kadın ya da çocuk demeden 254 kişiyi öldürdü. Öldürdükleri insanların çoğunun gövdelerini parçaladılar. İsrail’in katliamları Deir Yassin’den beri devam ediyor.
Sonraki yıllarda terör örgütlerinin şefleri, İsrail devletinin tepesine kadar tırmandılar. Bu azılıların kurduğu bir devlet olan İsrail, terörü her zaman temel bir araç olarak kullanmıştır. Emperyalistlerin özel himayesine mazhar olduğu için ne uluslararası anlaşmaları ne uluslararası hukuku taktılar. Nitekim El Nakba’nın 72. Yılında Siyonist rejimin temel gündemlerinden biri Batı Şeria’nın bazı bölgelerinin ilhak edilmesi hazırlığıdır.
Bir asırlık direniş
Bazı ahmaklar, tescilli gericiler ya da Siyonizmin yardakçıları, Filistin halkının topraklarını sattığını iddia ederler. Oysa 1946 yılında Filistin’de 1 milyon 364.bin Arap, 608 bin Yahudi varken, toprakların %93,4’ü halen Filistinlilerindi. Yarım asırda Siyonistlerin ele geçirebildiği toprak oranı %6,6’dır. Üstelik İngiliz mandası tarafından desteklenen bunca zulme rağmen…
Siyonist yazında şu türden ifadelere sık rastlanır: “Arapları yerlerinden etmeden, toprakları müsadere etmeden ve onları dışarda tutmadan Siyonist yerleşim olmaz, Yahudi devleti olmaz.”
Ancak bu hedefe ulaşmak kolay değildi. Nitekim Yahudi nüfus transferine karşı ilk gösteriler 1921 gibi erken bir zamanda başladı. 1929 yılında büyük gösteriler gerçekleştirildi. İlk intifada ise 1930’lu yılların başında patlak verdi.
1933 yılında yapılan gösteriler ayaklanma noktasına vardı. Kadın-erkek isyan eden on binlerin öfkesi sokaklara taştı. Çatışmalar oldu. Hem Siyonistlerden hem Filistinlilerden ölenler oldu. Artık her isyan hem İngiliz sömürgeciliğine hem Siyonist yerleşimlere karşı biriken öfkenin dışa vurumuydu.
Asıl büyük ayaklanma ise 1936’da patlak verdi. Bütün Filistin’de ilan edilen genel grev altı ay sürdü. Arap egemenleri bazı vaatler karşılığında, Filistin halkından greve son vermelerini istediler. Oysa vaatler gerçekleştirilmediği gibi, sömürgeci zorbalık had safhaya ulaştı. Bunun üzerine genel grev ayaklanamaya dönüştü.
Filistin halkının isyanını bastırabilmek amacıyla vahşette sınır tanımayan İngilizlerle Siyonistler katliamlar, idamlar, ev yıkımları, köylerin haritadan silinmesi, nüfusun transfer edilmesi, gıda maddelerinin imha edilmesi gibi yöntemler kullanmalarına rağmen, ayaklanma 1939 yılına kadar sürdü. İngiliz emperyalizmi ayaklanmayı bastırmak için I. Dünya savaşına katılmış dört general komutasında 20 bin askerden oluşan bir takviye gücü Filistin’e taşımak zorunda kaldı.
Mücadele ikinci emperyalist paylaşım savaşında kısmen durulsa da devam etti. Manda yönetimi altında yaşayan bir halkın o yıllarda ortaya koyduğu direniş iradesi dikkate değerdir. Nitekim İsrail, ancak BM kararıyla kurulabildi. Bir çırpıda Filistin halkının toprakları %93,4’ten %43,53’e geriledi. BM kararın uygulanması felaketin doruk noktasıydı. BM kararını destekleyen Stalin liderliğindeki Sovyetler Birliği büyük hatalardan birine imza attı. Kimi iddialara göre Stalin, Siyonistler içinde kendine sosyalist diyen bir kesimin olmasından hareketle, kurulacak İsrail’in Sovyet çizgisine yakın olacağını var sayarak kararı destekledi. Bu iddia doğru olsa da olmasa, Sovyet yönetimi tarihi bir hata işleyerek batı emperyalizminin işini kolaylaştırmıştır.
El Nakba’nın yarattığı şok, katliamlar, sürgünler Filistin halkını darmadağın etti. Buna rağmen on yıldan daha kısa bir sürede direniş hareketi yeniden filizlenmeye başlamıştır. Nitekim son 60 yıl boyunca Ortadoğu’da Filistin direnişinin her zaman önemli bir etkisi olmuştur. Gerilla hareketleri, intifadalar, direnişler bu halkın teslim alınamayacağını pek çok kez kanıtlamıştır. Bu direniş Siyonizmi yenilgiye uğratamadı ama Siyonist planların hedefe ulaşmasına da izin vermedi. İsrail halen güvenli olmaktan, istikrardan, gelecek güvencesinden yoksun bir ülkedir. Bir bakıma Siyonizm, Yahudi halkın da felaketidir. İsrail halen dünyada “Apartheid” olarak tanımlanan tek rejim. Son kavga henüz verilmiş değil ama süreç o yönde ilerliyor.
El Nakba bölgesel boyut kazandı
İngiliz emperyalizmi Siyonist devletin kurulması için koşulları hazırladı. Bu devletin ilan edildiği gün ise işgal kuvvetlerini Filistin’den çekti. Siyonist rejim İngiltere, Fransa, ABD tarafından tanındı, korundu-kollandı. Elbette kirli işleri karıştıran bir maşa olarak da kullanıldı. 1950’lili yılların sonunda dünya jandarması ABD, İsrail’e özel himaye sağlamaya, silahlandırmaya, finanse etmeye başladı. Ortadoğu’nun bağrına saplanan bu zehirli hançerin sapı artık ABD’nin elindeydi.
Bu 60’yılda da Ortadoğu emperyalistlerle işbirlikçileri tarafından kanlı çatışmaların arenası haline getirildi. Bu savaşlarda her zaman Siyonist rejimin yayılmacılığının, güvenliğinin, yayılma palanlarının rolü olmuştur. Zaten bu rejimin misyonu da budur zaten. Siyonist hareketin şefleri, erken bir dönemde emperyalistlere şu mesajı verdiler: “Devlet kurmamıza yardım edin, sizin ileri karakolunuz olalım.” Siyonistler bu vaatlerine sadık kaldılar.
2020 yılında Ortadoğu’ya bakıldığında, El Nakba’nın bölgesel bir hal aldığını görüyoruz. Felaketin bu kadar yayılmasına neden olanlar yine emperyalist-Siyonist güçlerle bölgedeki suç ortaklarıdır.
Halkların kaderi birbirine bağlanmıştır
Bölgesel hal alan bir felaketin çözümü de bölgesel olmak zorunda. Filistin halkı bir asırdan beri direniyor. Ödediği ağır bedellere rağmen halen ayakta, halen haklarını, onurunu, geleceğini savunuyor. Dönemin İsrail Başbakanı Golde Meir’in, 15.6.1969’da Sunday Times’e verdiği demeçte “Filistinliler diye bir şey yoktu. . . mevcut değillerdi.” sözlerini sarf ettiğini dikkate alırsak, bu kadarı bile Filistin halkı için büyük bir başarıdır.
Bu halkın direnişi elbette farlı alanlarda devam edecektir. Buna rağmen tek başına Filistin sorununun çözümü diye bir şey olası değil artık. Filistin halkının felaketi olarak başlayan trajedi, bölge halklarının El Nakba’sı boyutuna ulaştı. Halklar felaketlerine ortak bir çözüm üretebildiklerinde ise, Filistin halkının El Nakba’sı da son bulacaktır.
Bölgede emperyalistler, siyonistler, cihatçı teröristler, işbirlikçi rejimler varken, halkların birleşik direnişini örgütlemek elbette kolay bir iş değil. Buna karşın son 100 yıllık olayların toplamı, başka bir çıkış yolunun bulunmadığını defalarca kanıtlamıştır. Engelleri aşmak kolay olmasa da, halkları özgürlüğe götürebilecek bir yol vardır:
“Ortadoğu, hemen tüm ülkeleriyle, bir farklı halklar, kültürler, dinler ve mezhepler mozaiğidir. Bu toplumsal-kültürel olgu, milliyetçi, dinci ya da mezhepçi akımların kategorik olarak bölge halklarının ortak çıkarları için olumlu bir alternatif olamayacağını gösterir. Farklı köken ve kültürlerden halkları emperyalizme ve yerel egemen sınıflara karşı ortak çıkarlar ekseninde birleştirebilmek için, anti-emperyalist, devrimci-demokratik-laik bir program ve stratejik çizgi, zorunlu asgari koşuldur. Bölge halklarının, özellikle de halen gerici iç boğazlaşmalarla kan kaybeden ülkelerin en büyük talihsizliği, böyle bir programa sağlam ve istikrarlı bir temel oluşturacak modern sınıfsal yapıdan yoksun olmalarıdır. Bu nesnel olgu devrim mücadelesinin ihtiyaçlarına bölgesel düzeyde bakmayı özellikle gerektirmekte, bölgede modern sınıf ilişkileri bakımından nispeten daha ileri, dolayısıyla daha gelişkin bir işçi sınıfına sahip ülkelerin devrimcilerine çok daha büyük bir sorumluluk yüklemektedir.” (TKİP V. Kongre Bildirisi)