Ülke çapında yaygın gösterilere sahne olan 1 Mayıs, seçim sonrası dönemin çarpıcı bir provası olarak değerlendirmeyi hak ediyor. Gerek düzen cephesinin açmazları, gerekse sınıf ve kitle hareketinin birikimleri ve sorunları son olarak 1 Mayıs üzerinden yansımış oldu.
AKP’ye mecbur düzen cephesinin açmazı
Düzen cephesinin en temel açmazı, şüphesiz ki baskı, zorbalık ve şiddet dışında bir seçeneği kalmamış AKP’ye mecburiyetinin sürmesidir. Dinci-gerici iktidar, kendisine bir alternatif çıkarılamadığı, emperyalist merkezler ile tekelci burjuvazi halihazırda bu olanaktan yoksun olduğu ölçüde, saldırganlık siyasetinde tüm ölçüleri bir yana bırakmakta sakınca görmüyor. İç kavgaların ortaya saçtığı pisliklerin bugüne kadar geleneksel tabanında dağılma yaratmamasını en çok buna borçlu. Ölüm-kalım meselesi olarak gördüğü ve öyle de olan 7 Haziran seçimlerine de haliyle demagojilerin en çirkef biçimleriyle birlikte, baskı ve terörün dizginlerini salarak hazırlanıyor. Oy desteğini korumak için kutuplaştırmak, bu arada karşıtı olarak gördüğü her kesime polis ve yargı terörüyle saldırmak, kendi iç bünyesini hizada tutmanın ve geleneksel tabanını kemikleştirmenin işlevli bir aracı durumunda.
Bu politikaların geniş kitlelerde yarattığı öfke birikimi çoktandır umurunda değil zaten. Bunun tasasını en çok emperyalist efendileri ile Türk burjuvazisinin sınıf aklına sahip kesimleri duyuyor. Söz konusu umursamama hali, yalnızca seçimlere kadar işleri sıkı tutmak ihtiyacından da gelmiyor. Son iki yıldır açıkça görüldüğü üzere dinci-gerici iktidarın Türkiye’yi yönetme, kendi tabiriyle “yeni Türkiye” vizyonunda koyu bir baskı ve zorbalıktan başka bir şey yok. Zira seçimlerden sonra ayakta kalabilmesi de ancak bu yolla mümkün. Şu ana kadarki verileri altüst eden bir sürpriz yaşanmazsa, 7 Haziran’ın ufkunda iki seçenekli AKP hükümeti görünüyor ve iki durumda da işçi ve emekçileri zorlu günler bekliyor. Bu seçeneklerden hangisinin hayat bulacağını HDP’nin barajı geçip geçmeyeceği belirlese de, sonuç değişmeyecek. Zira meclis aritmetiği üzerinden görece zayıflamış bir AKP’nin de tersinden mutlak çoğunluk elde etmiş bir AKP’nin de varlığını sürdürebilmesi, despotizmin koyulaştırılmasından geçiyor.
Oysa Türkiye’nin politik açıdan dinamik kesimini oluşturan hayli geniş bir işçi, emekçi, gençlik kitlesinin tahammül kapasitesi çoktan aşılmış durumda. AKP’nin saldırganlık ve şiddetle karılmış kutuplaştırma politikası, sermaye düzeninin bekası açısından alabildiğine tehlikeli, her an patlamaya gebe olan tepkileri kışkırttıkça kışkırtıyor. 1 Mayıs üzerinden yaşananlar bunun güncel bir sahnesi gibiydi.
Faşist baskı ve gerici zorbalığa karşı 1 Mayıs
Gösterilerin yaygınlığı ve kimi yerellerdeki kitlesel katılımlar, dinci-gerici iktidarın gemi azıya almış baskı ve zorbalığına tepkinin artarak sürdüğünü gösteriyor. Nitekim yürüyüş ve mitinglerin ortak temalarından ilkini, AKP iktidarının faşist baskı ve gerici zorbalığına karşı protestolar oluşturdu. 2013 baharından bu yana oy desteğiyle kıyaslanamaz düzeyde gücünü kaybeden dinci-gerici partinin yanıtı ise bir kez daha faşist baskı ve terör şeklindeydi. Taksim 1 Mayısı’nı engellemek için elinden gelen tüm gerici ve faşizan hünerlerini sergilemek bile kendisine yeterli gelmedi. Hem 1 Mayıs günü İstanbul’da estirilen polis terörü, hem de düzen mahkemelerinin tutumu, “kamu güvenliği” gerekçesine dayandırılan İç Güvenlik Yasası’nın canlı bir uygulaması oldu. 400’ü aşkın insanın işkenceli gözaltı süreci ve ardından yaşanan tutuklamalardaki keyfiyet, zaten hallaç pamuğu gibi atılmış olan düzen hukukunda tüm sınırların hepten bir yana bırakıldığının teyidiydi aslında.
Yaşanan zorbalık ve keyfiyet karşısında sergilenen direnci ise şüphesiz devrimci kitle hareketinin bir birikimi saymak gerekiyor. AKP iktidarının özellikle son iki yıldır yoğunlaşan baskı ve terörü ilerici toplumsal dinamiklerde gerileme ve sinme yaratmak bir yana, daha büyük bir inatla direnmeyi kamçılıyor, daha geniş kitleleri militan mücadeleye kanalize ediyor.
İşçi sınıfı saflarında mayalanan mücadele
İşçi sınıfı cephesinden yaşanan gelişmeler ise bir başka kanaldan bu birikime eklenmektedir. Sınıf hareketi, şüphesiz genelde ağır çalışma koşullarına ve düşük ücretlere karşı sürekli bir örgütlenme ve hak arama eğilimiyle çıkış yolları bulmaya çalışıyor. Çoğunluğu örgütlenme girişimlerinin işten atma saldırısıyla bastırılması nedeniyle gerçekleşen direnişler olsa da parçalı fakat yaygın eylemlilikler durulmadı hiçbir zaman. 2013’ten bu yana ise hala parçalı ve mevzi ölçekli yapısını sürdürse de daha militan eylemler gerçekleşti, Greif, Seyitömer, Yatağan, Soma vb. gibi. Nihayet 2015’e Birleşik Metal-İş’te örgütlü işçilerin MESS’e satışlarına karşı dizginlenemeyen tepkisi grev iradesine dönüştü. İcazetçi bürokratik yönetimin isteksizliğine ve oyalamalarına rağmen başlangıcı yapılan grev, ancak yasaklanmayla, daha doğrusu erteleme karşısında meşru-militan mücadeleye yönelen işçilerin bizzat bürokrasi tarafından yatıştırılması ya da kırılmasıyla bastırılabilmişti.
Fakat işçi sınıfı içindeki tepki birikiminin yaygınlığı ve yoğunluğu Bursa’daki metal işçilerinin hareketiyle bir kez daha dışavurmuş bulunuyor. Halihazırda işçilere en ağır sömürü ve kölelik koşullarının dayatılabilmesinde başrolü oynayan Türk Metal ihanetiyle hesaplaşma sınırlarında seyretse de son metal hareketliliğinin kaynağında uzun yılların tepki birikimi var. Türk Metal’in tahakkümündeki işçilerin, ‘98 yılında yaşanan patlamadan sonraki bu ilk büyük çıkışı, tahammül sınırlarının işçi sınıfının geneli açısından da aşıldığını gösteriyor.
Nitekim 1 Mayıs eylemlerinin öteki ortak gündemi işçi ve emekçilerin, ağır sömürü ve kölelik koşullarına karşı yükselttiği tepkiydi. Taşeron köleliği, iş cinayetleri ve düşük ücret dayatmaları, belirgin işçi katılımının göze çarptığı kimi işçi havzalarındaki gösterilerin temel protesto başlıklarıydı. Üstelik bu işçi katılımları, bürokratik sendikal yönetimlerin ilgisizliğine rağmen gerçekleşti. Özellikle İstanbul 1 Mayısı oldukça çarpıcı bir tablo sunuyor. Örgütlü oldukları işyerlerinde nasıl bir hazırlık yaptıkları belli olmayan sendikal bürokrasi, 1 Mayıs alanlarına işçi taşımak için neredeyse kılını kıpırdatmamıştı. Örneğin, düzenin baskı ve tehditleri karşısında bir eylem mevzisine çevirmesi gerekirken binasını terk eden DİSK’in iki büyük sendikası, hani metal grevinin yasaklanması sonrasında keskin açıklamalar yapan Birleşik Metal-İş ve Genel-İş’in eylemlerdeki katılımı başka söze gerek bırakmıyor. Bu tablonun benzeri Gebze gibi bir sanayi havzası ile işçilerin korku duvarlarını yıkarak Türk Metal çetesiyle hesaplaşmaya giriştiği Bursa’da yaşandı.
Sınıf hareketinin önündeki engellerin son demleri
Bu yanıyla 1 Mayıs, işçi sınıfı saflarında mayalanan mücadele birikimine olduğu kadar, bu mücadelenin engelleri haline dönüşmüş her renkten sendikal bürokrasinin iflasına da yeniden ayna tuttu. Artık beylik açıklamalarla, yatıştırıcı vaatlerle işleri idare etmenin devri kapanmış durumda. Metal işçilerinin gerek 2015’in ilk aylarına damgasını vuran grev girişimi, gerek Bursa’daki metal işçilerinin Türk Metal ihanetiyle hesaplaşma iradesini kuşanmaları, günlerdir sürdürdükleri eylemlerin sıçrayıp büyümesi, sendikal bürokrasi şebekesinin zamanının dolduğunu gösteriyor. İşçi sınıfı çıkış yolu ararken, içgüdüsel olarak en başta bu engellerle hesaplaşmanın zorunluluğunu bizzat kendi eylemi içinde yaşayarak görüyor.
Özetle düzen cephesinden gerici baskı ve zorbalıkla, katmerli kölelik ve sömürüyle şekillendirilmek istenen yeni dönemi, işçi sınıfı da tüm engellere rağmen kendi yolunu çizmeye çalışarak karşılıyor. Sınıf hareketi korku duvarlarını yıkarak ilerledikçe, önündeki engelleri, en başta da sendikal bürokrasi şebekesini dağıtması işten bile değildir. Ve işçi sınıfı sermayenin gerici ideolojileriyle uzun yıllardır kirlettiği bilincini bu mücadele içinde arındırıp, devrimci sınıf bilinciyle kuşanmayı, bağımsız-militan mücadele örgütlenmelerini yaratmayı ve sermaye düzeniyle gerçek hesaplaşmanın yolunu tutmayı da başaracaktır.