Hatay’ın Samandağı ilçesinde birçok noktada baş gösteren ve binlerce hektar alanı etkileyen, bazı yerleşim yerlerinin tahliye edilmesine yol açan büyük bir yangın yaşandı. Bu yangın sonucunda bölgede binlerce ağacın yanı sıra ormanların sakinleri olan milyonlarca canlı türü ve endemik bitki çeşidi de yok oldu. Yangının kim veya kimler tarafından çıkarıldığı konusunun çokça tartışıldığı sırada, yangın bölgesinin AKP-Erdoğan iktidarınca maden sahası olarak ruhsatlandırıldığı ortaya çıktı.
Resmi verilere bakıldığında Türkiye’de her yıl ortalama 8 ile 10 hektar (80-100 bin metrekare) orman alanı yangınlarda yok oluyor. Yangınların bu kadar yoğun olması akla kuşkuları ve soruları da peşi sıra getiriyor. Neden bu kadar yoğun orman yangını çıkıyor? Yangın bölgelerinin özelliği nedir? Yangınlara karşı verili iktidarın tutumu ve caydırıcılığı nedir? Bu yangınları söndürmek için itfaiye bünyesindeki personele yeterli eğitim veriliyor mu? Teknik altyapıyı, sorunların üstesinden gelecek donanımı geliştiren yatırımlar yapılıyor mu? Bu ve benzeri daha onlarca soruyu sıralanabilir.
Bu soruları tek tek makul şekilde yanıtlamak gereklidir. Ancak 18 yıldır iktidarda bulunan AKP-Erdoğan diktatörlüğünün bu yangınlara körükle giden yıkıcı, yağmacı siyasetini göz önüne alınca, bu yangınların verili iktidarın kasıtlı politikalarının bir sonucu olduğu kanaati kendiliğinden oluşuyor. Orman Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, sadece 2019 yılından bugüne kadar 1.377 orman yangını çıkmış ve 3.191 hektar zarar görmüş.
Çevre sorununun artık dünyada geri dönülmez bir noktaya doğru gittiği herkesin malumudur. Nitekim çevre hareketlerinin (ekolojik hareketler) çevre mücadeleleri dünyada büyük bir kitleselliği yakalamaları bundan bağımsız değil. Başta liseliler olmak üzere gelecek korkusu taşıyan geniş gençlik kesimleri bu mücadelenin öncüsü ve büyük oranda katılımcısı oldular. Bu eylemler, kapitalizmin dünyayı bir yıkıma, insanlığı ve canlı yaşamı bir yok oluşa sürüklediğinin SOS (acil yardım) sinyalidir aynı zamanda. Coşkulu, kitlesel olan bu hareketlerin politik ve örgütsel dokusunda eksik olan nokta sistemin yıkımını hedefleyen politik bakış açısıdır. Ekolojik yıkımın emperyalist kapitalist sistemin doğasında içkin olan yağmacı anlayışının bir tezahürü olduğu gerçeğinin idrak edilmesi konusunda hala ciddi mesafeler alınması gerekmektedir. Bu da ne yazık ki bu hareketleri tekrardan sistem içi konumlandırmaya götürmektedir.
İçerisinde yaşadığımız emperyalist kapitalist sistem artı-değer sömürüsüne dayanan, aşırı kâr güdüsüyle hareket eden, aşırı üretim ve tüketimi esas alan, insan ve doğa karşıtı politikalarıyla örülü kokuşmuş, çürümüş bir sistemdir. Meta üretimi için gereksinim duyduğu hammadde kaynakları için yağmaladığı yer ise, yaşamın devamı için olmazsa olmaz olan doğal-çevresel kaynaklar olmaktadır. Nehirler, göller, denizler ve okyanuslar, maden sahaları denilen dağlar, ovalar, ormanlar vb. her doğa parçası kapitalist üretimin yağma saldırısının hedefidir.
Türkiye’de AKP-Erdoğan zorbalığının insanların ve tüm canlıların yaşam alanlarına yönelik algısı maden ve paradan ibarettir. Kapitalizmin “ilksel sermaye birikimi dönemi” denilen, akıl ve izandan yoksun, barbar ve yağmacı süreci yaşıyoruz Türkiye’de. Diğer bir deyişle 200-300 öncesini yaşıyoruz. “Altına hücum” dönemi desek abartı sayılmayacaktır.
Son 17 yılda orman alanlarının çeşitli sebeplerle imara açılması için 6831 sayılı yasa AKP iktidarı tarafından 21 kez değiştirildi. “Şahsım” adı altında ülkeyi bir arpalığa çeviren Erdoğan, ihaleler yoluyla kendi çevresini ihya etmeye devam ediyor.
Gerici-faşist şef Erdoğan, Türkiye’yi “kalkındırma” iddiası altında ülkeyi bir yolsuzluk cenneti haline getirdi. Beton politikalarıyla şehirlerde yeşil alanlar yok edildi, tarım alanları yağmalatıldı ve sahil kentlerdeki ormanla kaplı koylar ve dağlar maden sahaları olarak ruhsatlandırıldı. Siyanürlü altın aramalarıyla yeraltı suları, akarsular zehirlendi. İhaleye çıkarılan yerlere bakıldığında bu söylediklerimiz detaylı görülecektir. Çünkü “kalkınma” yalanına dayalı bu siyasetin hedeflediği alanlar ülkenin ormanları, meraları, ovaları ve dağlarıdır.
Üretime dayalı bir siyaseti olmayan ve çevreyle barışık bir kalkınmayı gütmeyen yağmacı iktidar, ihracat gelirlerinin artırılması adı altında mera ve ormanlardan altın, gümüş, bakır, kurşun, mermer gibi ürünlerin çıkartılıp yurtdışına hammadde veya yarı mamul madde olarak satılması yolu ile yandaşlarını ihya etmeye son yıllarda hız verdi. İşçi-emekçi düşmanı Cengiz İnşaat vb. şirketler, holdingler doğrudan iktidarın sağladığı devlet imkanlarıyla aldıkları ihalelerle ihya oldu ve palazlandılar. Bu holdinglerin vergi borçları AKP iktidarınca bir çırpıda silinebildi. Her türlü taleplerinin karşılanması için tüm yasal kolaylıklar sağlandı ve sağlanıyor. AKP şefi Erdoğan, inşaat sektöründe ihtiyaç duyulan mermer, taş, çimento, demir, mıcır, bakır vb. madenlerin yasal düzenlemelerle rahatlıkla mera ve orman alanlarından çıkartılması için kararnameler çıkararak bir fiil önayak oldu. Toprağını satmayan köylülerin toprakları çıkarılan kararnameler ile gasp edildi.
Hatay yangını bu iktidarın çevreyle olan ilişkisinin resmidir. Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) Erdoğan’ın talimatıyla 68 ildeki 766 bölgede maden ruhsatı verilmesi için 24 Ağustos’ta ihale süreci başlattı. Ve bu 766 maden sahasının 9’u son yangınların kül ettiği Hatay’da yer alıyor. Yine bu yangınların sürmekte olan ihale sürecinin son günlerinde yaşanması çok manidardır. Nasıl bir tesadüfse, ihaleler 24 Ağustos ile 28 Eylül 2020 tarihleri arasında yapılıyor.
Türkiye genelinde 68 ili kapsayan bu ihalelerin kapsamı, 893 bin hektarlık alanı, yani Türkiye yüzölçümünün yüzde 1,14’ünü kapsıyor. Birçok il ve ilçeyi içeren bu listede maden sahası sayısı bakımından 73 alanla Sivas birinci, 56 alanla Maraş ikinci, 39 alanla Eskişehir üçüncü sırada yer alıyor. Örneğin bu ihalede Maraş yüzölçümünün yüzde 4,9’unun, Sivas, Erzincan ve Elazığ illerinin yüzde 3,7’sinin madencilik için ruhsatlandırılmış olduğu görülüyor.
Ülkenin dört bir yanını hedef alan bu saldırıların bin yıllık kültürel değerleri nasıl yok ettiğini gördük. Kürt illerinde 12 bin yıllık Hasankeyf şehri sulara gömüldü. Keza Dersim’de Munzur Gözeleri’nin Aleviler için kutsal mekan olması, milli park kapsamında bulunması AKP rejiminin yağmacı zihniyeti için bir anlam ifade etmiyor. Yine Türkiye’nin bir başka bölgesi olan Kazdağları korkunç bir sonla karşı karşıya bulunuyor.
Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı (TEMA), bu saldırı politikalarının ilk hedeflerinden biri olan Ege bölgesindeki Kaz Dağları yöresi üzerine bir rapor yayınladı. Yörede nasıl bir yıkımın yaşanacağını içeren 39 sayfalık “Kaz Dağları Yöresi’nde Madencilik” başlıklı detaylı rapor kuvvetli bir uyarı niteliğindedir. Kaz Dağları bölgesi Biga Yarımadası ve Kuzey Ege’yi kaplayan 1 milyon 697 bin 62 hektarlık doğa harikası bir milli park alanıdır. Kaz Dağı Milli Parkı’nda bilim insanlarınca bugüne kadar 101 familyaya ait 800 civarında bitki türü tespit edilmiş. Bu türlerin 77’si dünyada yalnızca Türkiye’de, 32’si ise dünyada sadece Kaz Dağları’nda bulunuyor. Bu kadar hayati bir bölgenin nerdeyse tamamı diyebileceğimiz 1 milyon 294 bin 335 hektarı MAPEG tarafından maden arama ve çıkarma adı altında ruhsatlandırılmış bulunuyor. MAPEG’in resmi verilerinden hareketle büyük bir yıkımın olacağına dikkat çekilen TEMA’nın hazırladığı raporda, “Bu yoğunlukta bir madencilik faaliyetinin yörenin tüm ekolojik, kültürel ve ekonomik yapısını büyük ölçüde tahrip edeceği açıktır” ifadeleri yer alıyor.
Tüm bu verilerin ışığında bakıldığında, sistemin doğayı hedef alan saldırılarının aslında yaşamı hedef alan saldırılar olduğu görülecektir. Doğa insana ihtiyaç duymaz. Ona muhtaç olan insanlar ve tüm canlılardır. Bu bilinçle sorunu ele almak, kavramak ve tüm bu saldırıları durdurmak için var olan çevre örgütlerini büyüten ve birleştiren, daha örgütlü bir çevre (ekoloji) mücadelesini örgütlemek yaşamsal bir sorumluluktur. Karadeniz’de, Kürt coğrafyasında, Akdeniz’de, Ege’de ve İç Anadolu’da süren çevresel yıkıma karşı direnişleri ortaklaştırmak, büyütmek elzemdir.
Tek merkezden gelen bu saldırıların ortak bir duruşla püskürtülebileceğini mücadele deneyimi göstermiştir. Ayrıca unutulmamalıdır ki çevre (ekoloji) mücadelesi yeni bir toplum, yeni bir dünya için Rosa Luxemburg’un dillendirdiği “Ya barbarlık ya sosyalizm!” şiarını eksen edinen sosyalizm mücadelesinden kopuk bir mücadele değildir. Çevre yıkımının nedenleri kapitalist yağma düzeninde yatıyor, ancak çözümü değil. Çözüm ancak bu sistemin yıkımıyla mümkündür. Doğanın yeşili emeğin kızıllığıyla yek vücut olduğunda, insan da dahil doğada bulunan tüm canlılar taze bir havayı soluyacak, doğa doğal yaşam döngüsüne yeniden kavuşmuş olacaktır.