Proletaryanın ayak sesleri!

İşçi sınıfı kitlesel eylemler gerçekleştirirken, devrimci partilerin henüz süreci kucaklama yeteneğinde olmadığı görülüyor. Bu ise sermaye saldırılarına ve krizin yüklerine karşı başkaldıran işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin radikal söylemlerle ortaya çıkan farklı politik hareketlere yönelmesine neden oluyor.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 03 Haziran 2023
  • 13:00

"Tartışma konusu tamamen bir ilke sorunudur: Mücadele proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf mücadelesi olarak mı yürütülmelidir, yoksa oportünist bir tavırla [...] hareketin ve programın sınıfsal karakterini, daha fazla oy, daha fazla ‘yandaş’ elde edilebilecek her yerde bir kenara bırakmaya izin mi verilmelidir?"

(Engels’in A. Bebel'e yazdığı 28 Ekim 1882 tarihli bir mektuptan...)

Lenin, Karl Marx’ın Das Kapitali’nin en temel öğretisinin, “proletaryanın tarihsel rolünün analizi” olduğunu vurgular.   

2023’ün başından bu yana dünyamız son yirmi yılın en kitlesel grev ve siyasi gösteri dalgasına sahne oluyor. Bazı ülkeler için bu eylemler, 1970’lerden bu yana işçi sınıfının sermaye iktidarlarıyla girdiği en şiddetli çatışmalar niteliğindedir. “Neo liberalizm” olarak adlandırılan ve ‘80’li yıllardan itibaren işçi sınıfının tarihsel kazanımlarını hedef alan sermayenin saldırısı birçok hedefine ulaşmış, bu süreçte sendikal örgütlenmeler dağıtılarak etkisini yitirmiş ya da düzene adapte edilmiştir. Sovyet sisteminin dağılmasına paralel şekilde sol, sosyalist hareketlerin örgütsel ve ideolojik güçleri önemli ölçüde zayıflamış, sosyalist ve komünist partiler de derin bir krize sürüklenmiştir. İşçi sınıfı o tarihsel dilimde politik önderlikten yoksun kaldığı için en zayıf dönemini yaşadı. Yeniden hareketlenen sınıf, yazık ki halen devrimci politik önderliğe kavuşmuş değil. 

***

İşçi sınıfının devrimci politika yürütmesinin temel koşullarından biri sınıfla bağlar kuran, sınıf eksenli çalışan devrimci partinin varlığıdır. Devrimci bir partinin varlığı olmadan devrimci bir sınıf politikası yürütmek olanaklı değil. İşçi sınıfı son yıllarda sürekli yerel, birbirinden kopuk, ama sert eylemler gerçekleştirdi. Ancak somut politik sonuçlar elde edilmeden bu hareketler geri çekildi. Buna karşın son otuz yılın saldırılarının yarattığı yıkıma karşı işçi sınıfı başta olmak üzere, bütün diğer alt sınıfların biriken öfkesi yine eylemlerle açık şekilde dışa vurmaktadır. 

Mayıs ayının ikinci haftasında İspanya’da şoförlerin grevi ulaşımı felç etti. Kitlesel katılım görkemliydi. İtalya, Yunanistan kitlesel işçi eylemlerinin sürekli olarak yaşandığı ülkeler arasında. Kitlesel eylemler farklı boyut ve biçimlerde birbirini tetiklemektedir. Molla rejimine karşı İran emekçi sınıflarının politik direnişinin de bu tarihsel dönemin diyalektik bağlamı içinde değerlendirilmesi gerekmektedir.

İngiltere’de çoğu kamu sektöründe çalışan yarım milyon kişi 1 Şubat 2023'te greve gitti. Grevciler, enflasyonun sonuçlarını ve hükümetin kemer sıkma politikalarını protesto etti. Ardından grev hareketleri ulusal sağlık sektöründe yoğunlaşmış, hemşireler, ambulans şoförleri ve doktorlar o günden bu yana grev ve eylemlerin merkezinde yer alıyor. Bu grevler öğretmenler, BBC muhabirleri ve diğer pek çok meslek grubunun -hatta polis ve vergi memurlarının- grevleriyle desteklendi. Bu kitlesel eylemler sadece ücret talepleriyle sınırlı kalmadı. Artan kiralara, artan enerji fiyatları ve yükselen faiz oranlarına karşı da güçlü bir tepkiye dönüştü. 

***

Sermayenin özelleştirme, piyasanın serbestleştirilmesi, sosyal hakların tasfiyesi gibi saldırılarına karşı biriken öfke sendikaların ve sol hareketlerin zayıflığı nedeniyle on yıllardır kendini dışa vuramıyordu. Ancak son gelişmeler bu suskunluk döneminin birçok ülkede aşılmaya başladığının işaretlerini veriyor.  

Bu süreçte (“sosyalistlerin” yönetimde olduğu) Portekiz’de öğretmenlerin grev ve eylemleri, Belçika ve diğer AB ülkelerinde gerçekleşen kitlesel eylemler gündeme damgasını vuruyor. Almanya’da hizmet sektörü sendikası (Ver.di) yılın başından bu yana posta, kamu hizmetleri ve perakende sektöründe çetin toplu sözleşme anlaşmazlıklarına karşı güçlü kitlesel eylemler gerçekleştirdi. Demiryolu çalışanları sendikası (EVG) ile Ver.di, mart ayındaki uyarı grevleriyle ülke genelinde demiryolu ve hava trafiğini felç etti.

Bu eylemlerde sağlık sektörü, kreş ve okullarda çalışan kamu emekçisi genç kadınlar genellikle ön saflarda yer aldı. Almanya’nın Marburg ve Gießen kentlerinde sağlık emekçilerinin grevi üç hafta sürdü. Özelleştirilen üniversite hastanesi, emekçilerin taleplerini karşılayan Toplu İş Sözleşmesi’ne imza atmak zorunda kaldı.

***

Son aylarda sınıf mücadelelerinin siyasi merkezi, Macron’un emeklilik politikasına karşı sendikaların öncülüğünde geniş bir kitlesel siyasi grev hareketinin devam ettiği Fransa’dır. Bu, emeklilik yaşının yükseltilmesine tepki olduğu kadar, açık bir siyasi güç mücadelesidir aynı zamanda. İşçi sınıfının direnişi, Macron’un parlamentoyu devre dışı bırakarak emeklilik yaşını 64’e çıkarmasına da yöneliktir. 

Macron bunu yaparken, 1958 yılında dönemin Fransa Devlet Başkanı General De Gaulle’ün iktidara gelmesi için bir başkanlık anayasası (Bonapartist bir “olağan üstü hal”) olarak kurulan V. Cumhuriyet Anayasası’ndan bir maddeye dayanarak kararlarını parlamentoya onaylattı! Bir anlamda parlamentoya bunu dayattı. Bu ise, emekçilerin öfkesini daha da arttırdı. 

***

2000’lerden bu yana işçi sınıfının kitlesel eylemlerinde gözle görülen gelişmeler egemen sınıfları ciddi şekilde endişelendirmeye başlamış görünüyor. Zira şimdiden işçi ve emekçilerin eylemlerine karşı (polis devletine zemin hazırlayan yasalar çıkararak, eylem hakkına saldırarak vb.) önlem almaya başladılar. Zira onlar da sınıf çatışmalarının keskinleşme sürecine girdiğini biliyor ve buna hazırlık yapıyorlar. 

“Neo liberal saldırıların hegemonyası” sınıfın bu çıkışlarıyla sarsılmış durumda. Bu arada neo-liberal politikalar da iflas etmiştir. Emperyalistler arasında artan çelişki ve çatışmalar, ekonomik ve sosyal krizler, finans sektörünün istikrarsızlığı, artan sosyal eşitsizlik, çevre ve iklim krizinin yarattığı zorluklar, kitlesel göç, nükleer savaş olasılığı ve salgın hastalıkların küresel yayılımı vs. yıkıcı sonuçlar yaratıp işçi sınıfı ve emekçileri harekete geçiren kapitalist sistemin derinleştirdiği bu sorunlardır.

İşçi sınıfı kitlesel eylemler gerçekleştirirken, devrimci partilerin henüz süreci kucaklama yeteneğinde olmadığı görülüyor. Bu ise sermaye saldırılarına ve krizin yüklerine karşı başkaldıran işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin radikal söylemlerle ortaya çıkan farklı politik hareketlere yönelmesine neden oluyor.

*** 

 2008-2009’daki büyük mali krizin ardından, “Arap Baharı”ndan Avrupa’ya ("Podemos" ve diğerleri), Hindistan’dan ABD'ye (“Wall Street'i işgal et”) uzanan dünya çapında kapsamlı protesto hareketleri gelişti. O süreçte İngiltere’de Jeremy Corbyn ile ABD’de Bernie Sanders başarılı seçim kampanyaları yürüttüler. Kapitalist eşitsizliğe, ırkçılığa, sosyal eşitsizliğe, milliyetçiliğe karşı eleştiri yöneltmeleri ve “işçi sınıfı haklarının savunucusu” olarak ortaya çıkmaları, “Azınlık için değil, çoğunluk için!” çağrılarıyla alt sınıflar üzerinde azımsanmayacak etki yarattılar. Fakat bu dalga uzun sürmedi. Zira vaatleri ile pratik tutumları arasında ciddi bir açı olduğu görüldü. 

İspanya’daki Podemos gibi hareketlerin izledikleri politikalar kitleler nezdinde inandırıcılığını kısa sürede yitirdi. Latin Amerika’da “sol dalga”nın yükseldiği ülkelerden biri olan Şili bu gerçeğin başka bir versiyonudur. Yunanistan’da hükümet kuracak düzeyde güç toplayan (oyların %49’nu kazandı) SYRİZA’nın iş başına geldikten sonra neo-liberal politikalar izlemesi ise, bir diğer çapıcı örnektir. Parlamenter zeminde siyaset yapan bu hareketlerin, alt sınıfların dipten gelen radikal taleplerini politik bağlamda kucaklayabilecek politik/programatik perspektiften yoksun oldukları pratikte bir kez daha görüldü. 

***

Tam da o dönemde daha bir ivme kazanan kitlesel göç, corona salgını ve peşinden kışkırtılan Ukrayna Savaşı’nın yarattığı sorunlardan dolayı alt sınıfların sosyal durumu daha da kötüleşti. Enflasyon, özellikle ev kiralarının çok yükselmesi, enerji ve temel gıda maddelerinin fiyatlarının artması sınıfın yeniden kitlesel direnişini tetikledi. Sınıf mücadelelerinin bu son dalgasını karakterize eden şey, giderek artan sosyal eşitsizliğin derinleşmesi, sosyal kazanımların adım adım tasfiye edilmesi, eğitim, altyapı, sağlık, yaşlılık güvenliği gibi güvencelerin riske girmesi ve buna karşı alttan yükselen sınıfın tepkisidir!

Bu dalganın en belirgin özelliği direnişin ve eylemlerin doğrudan sermaye devleti ve onun hükümetlerine yönelik olmasıdır. İngiltere, Fransa, Almanya gibi ‘demokratik’ ülkelerde sermaye hükümetlerinin grevleri yasaklama tartışmaları, gerektiğinde ordunun devreye girmesi ve buna olanak tanıyan yeni yasaların çıkarılması rastlantı değildir. Sermaye ile işçi sınıfı arasındaki bu uzlaşmaz çelişki önümüzdeki dönemde politik yaşamın ana temasını oluşturmaya başlayacaktır. 

Zira Rusya’nın Ukrayna’daki savaşının ardından silahlanma harcamalarının ağır yükü, militarizmin yarattığı toplumsal tahribat, emekçi sınıflar için yeni bir saldırı anlamı taşımaktadır. İşçi sınıfının dipten gelen bu mücadelesi artık Syriza, Podemos, die Linke gibi partilerin düzen içi parlamenterist çözüm programlarını aşan bir muhteva taşıyor. Sol adına reformist-parlamenterist politik önermelerin inandırıcılığı ciddi oranda sarsılmıştır. Emekçi kitleler son otuz yıldır bu deneyimleri yaşamış ve düzen içi çözümlerin kısır bir aldatma döngüsüne dönüştüğünü bilmektedirler. Bazı alt katmanların faşist hareketlerin görüntüde sistemi aşan sosyal demagojik söylemlerinin ardından gitmeleri şaşırtıcı değil. Devrim ve sosyalizm çağrıları bugün en acil gündemi oluşturmaktadır. Nitekim devrimci akımlar dünya çapında devrimci bir ayrışma ve program temelinde “Ya sosyalizm ya da barbarlık!” şiarıyla adım adım güç kazanmaya başladılar. Bu akımlarda geçmişin deneyimleri bağlamında yoğun ideolojik, politik-programatik tartışma ve saflaşma çok boyutlu bir şekilde yaşanıyor. Ülkemizdeki tartışmaları da gözeterek şu gerçeğin altını bir kez daha çizmek gerekir:

Kapitalizmin egemenliğinde tutarlı bir demokratizm mümkün değildir. “Demokratik cumhuriyet” hiçbir şekilde sermayenin sınıf egemenliğini ortadan kaldırmaz, aksine dolaylı olarak ama daha da güvenli bir şekilde yönetme imkanı sağlar. Engels’in deyimiyle o zaman ücretli köleler için daha fazla kırbaç, hukukun kitlesel direnişleri yasaklamaya hazırlanması, proleter sınıf mücadelelerinin akla gelebilecek her türlü, hatta en iğrenç araçlarla bastırılması, en özgür burjuva demokratik cumhuriyetin bile özü budur.

Yapılması gereken nedir? 

Dünya çapında proletarya ile emperyalist burjuvazi arasındaki çelişki/çatışma üzerinde yoğunlaşmak, bunu teorik olarak formüle etmek ve proletaryayı devrimci sınıf bilinciyle silahlandırmaktır.

Yalnızca proletarya devrimi burjuva egemenliğine son vererek insanlığa nefes alabilecek bir dünya yaratabilir. Dipten gelen bu dalgaya kulak verme zamanı!