“Mississippi Yanıyor” ve “nefes alamıyorum”

ABD’de olduğu gibi Avrupa’nın bir dizi ülkesinde de insanlar etnik kökenlerinden dolayı saldırıya uğruyor, işyerleri basılıyor ve kurşunlanarak öldürülüyorlar. Burjuvazinin insanlığa ve doğaya karşı tescillenmiş çağ ve insanlık dışı tutumuna karşı kararlı bir duruş sergilemek ve ‘yıkma hakkımızı’ kullanmak gerekiyor.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 02 Eylül 2020
  • 12:21

4 Temmuz 1776 yılında Amerika’daki 13 eyalet, Britanya (İngiliz) krallığına baş kaldırarak bağımsızlıklarına kavuştular. 1776’da yeni kurulan Amerika’nın 'Bağımsızlık Bildirgesi'nde ampirik bir yaklaşımla özetle şu satırlara yer verilir: 

“Aşağıdaki gerçekler bizim için gayet açıktır. Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır ve belli bazı vazgeçilemez haklara sahiptirler. Yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme hakları da bunların arasındadır. Bu hakları güvence altına almak amacıyla, insanlar kendi aralarında yönetimler kurarlar. Bu yönetimler gerçek güçlerini, yönetilenlerin onayından alırlar. Herhangi bir yönetim biçimi bu hedeflere ulaşmada köstekleyici olmaya başladığında, bunu yıkma hakkına sahiptirler.” (1)

Ne var ki, kuruluşundan buyana, bütün burjuva devletlerde olduğu gibi, ABD’de de sözü edilen eşitlik hiç gerçekleşmedi.

‘Nefes alamıyorum’

Geçtiğimiz aylarda George Floyd'un ABD'de polislerce ensesine bastırılarak katledilmesinin ardından, bütün bir ABD’yi kapsayan ve yüzbinlerin katıldığı “nefes alamıyorum” eylemleri gerçekleşmişti. Protesto eylemleri ABD sınırlarını aşarak, Avrupa başta olmak üzere, birçok ülkede yankı bulmuştu. ABD dahil, dünyanın birçok yerinde polis terörüne karşı öfke hala dinmemişken, ABD'de yine benzer şekillerde nefesler kesildi.

4 Ağustos 2020’de ABD’nin Phoenix kentinde 28 yaşındaki Ramon Tmothy Lopez 6 dakika boyunca polis tarafından sıcak asfalta yüzü bastırılarak öldürüldü.

21 Ağustos Cuma akşamı Louisiana eyaletinde 31 yaşındaki Trayford Pellerin adlı bir siyah kişi daha polis tarafından 11 kurşunla vurularak katledildi.

Ailenin avukatı Ben Crump, polisin tutumunu “pervasız” ve Pellerin'in ölümünü ise “trajik” diyerek yorumladı. Crump, polislerin bir an önce görevden alınması gerektiğini belirtti.

Daha bu haberlerin mürekkebi kurumadan 21 Ağustos’ta yine bir siyah olan Jacob Blake de yedi kurşunla eşi ve çocuklarının gözü önünde vuruldu. Blake hastanede ölümle pençeleşiyor ve felçli durumda. Jacob Blake felçli halde hastanede yatağa zincirlendi. Gelen tepkiler üzerine zincirler 27 Ağustos’ta ancak söküldü. Jacob Blake gözlerini açar açmaz başında bekleyen babasına, “bana niye o kadar kurşun sıktılar” diye sormuş.   

Benzer manzaralara Sadece ABD’de rastlanmıyor. Almanya’da da polis şiddeti benzer şekilde gittikçe artıyor. 14 Ağustos’ta Almanya’nın Düsseldorf kentinde 15 yaşındaki bir göçmen George Floyd benzeri bir müdahaleye maruz kaldı. Benzer bir olay Hamburg’da yaşandı. Daha bu olayların yankıları henüz dinmeden, benzer bir manzarada Frankfurt’ta yaşandı.

Müdahalelerin ölümle sonuçlanmaması tamamen tesadüf olsa da hepsinde mağdurların göçmen kökenli olması tesadüf değil elbette. Yaşananların ardından âdet yerini bulsun diye, polise göstermelik davalar açılsa da polisin haklı olduğuna vurgu yapma aymazlığından da geri durulmadı.

İki ayrı kıtada benzer şeylerin benzer biçimde yaşanması tesadüf mü? Ebetteki değil.

Daha yakın tarihte sömürgecilerin işgal ettikleri topraklarda yerli halklara nasıl baktıkları, Winston Churchill’in Filistin konusunu incelemek üzere kurulmuş Peel Komisyonu’ndaki şu sözlerinde açıkça görülüyor:

“Kulübesindeki bir köpeğin, orada uzun zamandır yaşamış olsa bile, kulübeye mutlak sahip olma hakkının var olduğuna inanmıyorum. Örneğin Amerika’daki Kızılderililere ya da Avustralya’daki siyahlara büyük yanlışlık yapıldığını kabul etmiyorum, çünkü daha güçlü bir ırk, daha kaliteli bir ırk ya da en azından, şayet böyle ifade edersek, geldi ve onların yerini aldı.”   

Bu yaklaşım tarzı beyinlerde öylesine yer etmişti ki, daha yakın zamana kadar trenlerde vagonlar, toplu taşıma araçlarında bölümler ve umumi helalar beyazlar ve siyahlar için diye ayrılmıştı.

Öyle ki, ABD’de bazı sendikalar yakın bir zamana kadar siyahları üye yapıp yapmama konusunda tartışmalar bile yürütebiliyordu.

Mississippi Yanıyor

Bundan tam 56 yıl önce, 21 Haziran 1964 günü ikisi beyaz biri siyah olan 20’li yaşlardaki üç genç, Andrew Goodman (20), James Chaney (21), Michael Schwerner (24) Mississippi eyaletinde katledildiler. 21 Haziran 1964 sabahı yerel polisçe gözaltına alan üç genç, karanlık çöktükten sonra serbest bırakıldı. Polis karakolundan birkaç kilometre ötede yollarını kesen ırkçı faşist Ku Kulux Klan çetesi tarafından kaçırıldılar. Kayıp üç genci arama çalışmaları sırasında Mississippili sekiz siyahın cesedi bulundu. Tam 45 gün sonra insan hakları savunucusu üç gencin de cesetlerini bir göletinin içinde bulundular. New Yorklu beyaz genç aktivistler Andrew Goodman ve Michael Schwerner’ın kafasına birer kurşun sıkılmıştı. Siyah genç aktivist James Chaney, korkunç işkenceden sonra kafasına sıkılan üç kurşunla öldürülmüştü.

Missisippi eyaleti adını, dünyanın dördüncü uzun nehri olan Mississippi Nehri’nden alıyor. Nehirin adı ise, Amerikan yerli kabilesi Ojibwe’lerin nehre verdikleri ulu nehir anlamına gelen ‘Misi-Ziibi’den geliyor. ABD’yi kuzeyden güneye boydan boya geçen bu görkemli nehir, Mississippi eyaletinin de batısı boyunca geçerek Meksika körfezine dökülüyor ve ABD’yi Missisippi’nin doğusu ve batısı diye ikiye ayırıyor. Nehrin yakınında ya da içinden geçtiği birçok eyaletin ırkçılık ve ayrımcılıktaki sicilleri oldukça kabarık.

Joel Norst tarafından kaleme alınan “Mississippi Yanıyor, Nefretin kökeni” (Mississippi Burning, die Wurzeln des Hasses) adlı roman ve aynı adı taşıyan Oscar ödüllü filmin senaryosu da Mississippi’de işlenen bu hunharca katliamın öyküsüne dayanıyor. 

Andrew Goodman ve Michael Schwerner Mississippi eyaletindeki siyahları seçme hakkına sahip oldukları konusunda bilgilendirmek ve seçmen kaydı yapmalarına teşvik etmek için eyalete akın eden ve ‘özgürlük işçileri’ diye nitelenen binlerce gönüllüden sadece ikisiydi. Onları New York’tan Mississippi’ye iten de ‘Özgürlük tutkusu’ idi. Kendisi de siyahi olan James Chaney ise zaten Mississippi’ de özgürlük mücadelesi gönüllüsü idi ve onlara orada katılmıştı. 56 yıl önce ABD’nin derinliklerinde ölümüne verilen bu özgürlük mücadelesi politik literatüre ‘Freedom Summer’ (Özgürlük Yazı) diye geçti.

Andrew Goodman, James Chaney ve Michael Schwerner dahil toplam on bir insanın katline sebep olan her ne kadar Ku Klux Klan çetesi olsa da esas katil, onları önce gözaltına alan ve gece karanlığında ırkçı, faşist Ku Klux Klan çetesinin saldırısına davetiye çıkaran, kendisi de Ku Kulux Klan üyesi olan kentin şerifi (Emniyet Müdürü) ve devletin kolluk güçleridir. 

Yapılan tahkikatlar neticesinde bu hunharca katliamın faili olarak 21 kişi suçlandı. Misssippi eyaleti adli yetkilileri, zanlılara herhangi bir soruşturma açmayı reddetti. Bunun üzerine göstermelik bir federal mahkeme kuruldu. Burada da zanlılardan sadece yedisine birkaç yıllık cezalar verildi.

1963’de gerçekleştirilen Sivil Haklar Yürüyüşü'nün ardından, Mississippi’ de hunharca işlenen ırkçı katliamdan on bir gün sonra, 2 Temmuz 1964 günü, dönemin ABD Başkanı Johnson’ın imzalamasıyla ‘Sivil Haklar Yasası’ yürürlüğe girdi. Yasaya göre, ABD’de ırk, etnik köken, renk, din, dil ve cinsiyete göre ayrımcılık yasadışı ilan edildi.

ABD’nin Bağımsızlık Bildirgesi’nden buyana tam 244, 1964’teki ‘Özgürlük Yazı’ ndan ve ‘Sivil Haklar Yasası’nın kabulünden bu yana da tam 56 yıl geçti. Irkçılık ve ayrımcılık 244 yıl önce yasaktı. 56 yıl önce bir daha yasaklandı. Lakin ırkçı saldırılar, 244 yıl sonra da George Floyd, Ramon Tmothy Lopez, Trayford Pellerin ve Jacob Blake örneklerinde görüldüğü gibi yaşanmaya devam ediyor.

Almanya’da da ırkçılık yasalar gereği yasak. Fakat Almanya’da da ırkçı saldırılar hep süregeldi. Solingen’ deki gibi, evler yakıldı, insanlar diri diri ateşe veridi. NSU örneğinde olduğu gibi, göçmenlere ait mekanlar kurşunlanarak insanlar öldürüldü.

Sadece ABD ve Almanya’da değil, birçok “ileri demokratik(!)” ülkede benzer olaylar hep yaşanageldi. Türkiye gibi toplu katliamlarla anılan “geri demokrasiler” de var elbette.

Kapitalist sistemde hukuk, burjuvazinin işine gelince işler ve “kanun karşısında boyun kıldan ince” olur, lakin kriz zamanlarında olduğu gibi, işlerine gelmeyince ise işlemez olur. Geçmişte durum ne idiyse şimdi de farklı değil. Halihazırda ABD’de olduğu gibi Avrupa’nın bir dizi ülkesinde de insanlar etnik kökenlerinden dolayı saldırıya uğruyor, işyerleri basılıyor ve kurşunlanarak öldürülüyorlar.

Winston Churchill’in heykeli Londra’da bütün bir ‘görkemi’ ile duruyorken, elbette ki sömürenlerin sömürülenlere reva gördüğü yaşamda da bir değişiklik beklenemez.

ABD’nin Kuruluş Bildirgesi’nde belirtildiği gibi, “...yönetimler özgürlüklere engel olmaya başladığında, insanlar bunu yıkma hakkına sahiptirler.”

Durumun tersine evrilmesi için yapılması gereken, kalp kanatan liberal söylemler ve ampirik yaklaşımlar değil, burjuvazinin insanlığa ve doğaya karşı tescillenmiş çağ ve insanlık dışı tutumuna karşı kararlı bir duruş sergilemek ve ‘yıkma hakkımızı’ kullanmaktır.

(1)     https://www.demokratiewebstatt.at/thema/thema-geschichte-der-demokratie/wie-hat-sich-die-idee-auf-der-ganzen-welt-verbreitet/die-unabhaengigkeitserklaerung-der-usa-1776