İnsanlık 21. yüzyılın ikinci on yılı içinde bulunuyor. Geride bıraktığımız yüzyılın sonlarına doğru, kapitalizmin sağlamlığı ve sonsuzluğu, dolayısıyla insanlık için alternatifsiz tek sistem olduğu sistemin sözcüleri tarafından ilan edilmişti. Yeni yüzyılın daha başlangıcında ise onun karanlık geleceği ve bir sistem olarak kaçınılmaz çöküşü tartışılıyor. Ve yüzyılın ortalarına gelindiğinde ya barbarlık içinde çökeceği, ya da yerini yeni bir toplumsal sisteme bırakmak üzere sahneden silineceği iddiaları bile ileri sürülebiliyor. Birkaç on yıl önce sonsuzluğu iddia edilen kapitalizme artık böylesine kısa ömürler biçilebiliyor. Sorun elbette bunun ne zaman gerçekleşeceğinin ötesinde, kapitalizmin artık böyle tartışılıyor ve egemenleri tarafından bile “genel bir çöküş” tehlikesinden söz ediliyor olmasıdır. Bu “çöküş”ü önlemeye yönelik alternatifler ise yine sistemin sözcüleri tarafından “kapitalizmin reforme edilmesi”, “adaletli gelir dağılımı”, “refahın eşit paylaşımı” ve “insancıl kapitalizm” biçiminde sunuluyor.
Tüm bu tartışmalar, bugün kapitalist dünyada hızlanan çok yönlü olaylar, bunların yarattığı büyük toplumsal, siyasal, iktisadi, çevresel, insani yıkım ve felaketler, dolayısıyla kapitalist uygarlığın artık sürdürülemez olduğu üzerinden yapılmaktadır. Bunlar karamsarlık ifadesi fikirler değildir, sayısız olgusal veriyle desteklenmektedir. Bugün yaşananlar yalnızca gelecekte yaşanacak daha büyük sarsıntıların habercisi niteliğindedir. Çok yönlü bunalım içinde debelenen, onulmaz çelişkilerle ve çözümü olanaksız sorunlarla yüz yüze olan bu vahşi sistem ne yazık ki kendisiyle birlikte insanlığı ve doğayı adım adım tükenişe sürüklemektedir.
Kapitalizmin, kendi doğasında yatan onulmaz çelişmelerinin ürünü olarak, 1929’la kıyaslanabilen yeni bir “büyük bunalım”la yüz yüze olduğu ve bunu aşmaya yönelik tedbirlerin işe yaramadığı ittifak halinde kabul edilmiş durumda. Servet-sefalet kutuplaşması derinleşiyor, sosyal-siyasal istikrarsızlık büyüyor, beraberinde emperyalistler arası çelişkiler ve hegemonya mücadelelerinin keskinleşmesiyle yeni bir emperyalist paylaşım savaşı da aslında başlamış bulunuyor. Tüm bunların yarattığı sayısız sorun hızla büyüyor.
Bunalımın ağır faturası ve sosyal yıkım
Kapitalizmin iktisadi bunalımı ağır bir toplumsal fatura yaratmış durumda. Krizin yükünü işçi sınıfına ve emekçilere ödetmeyi amaçlayan neo-liberal saldırı politikaları on yıllardır tüm dünyada sistematik olarak uygulanıyor. Bunun sonucunda, iktisadi ve sosyal haklar birer birer tırpanlandı, ücretler düşürüldü, çalışma ve yaşam koşulları ağırlaştırıldı. Emperyalist savaşların faturasının emekçilere ödettirilmesiyle sosyal yıkım boyutlandı. Yüz milyonlarca insan işsizliğin, yoksulluğun, sefaletin, açlığın, vahşi bir sömürünün, konutsuzluğun, sosyal ve kültürel yıkımın, büyük bir cehalet ve toplumsal çürümenin kucağına itildi.
İktisadi ve mali bunalım ağır bir sosyal ve siyasal bunalımı da beraberinde getirdi. Servet-sefalet uçurumu alabildiğine derinleşti. Toplumsal eşitsizlik ürkütücü boyutlara ulaştı. Dünya Ekonomik Forumu (WEF) toplantısından kısa bir süre önce İngiliz yardım kuruluşu Oxfam tarafından hazırlanan bir rapor, kapitalizmin akıl dışılığını gösteren kimi çarpıcı veriler içeriyor. Rapora göre, dünyanın en varlıklı %1’lik bölümü geçtiğimiz yıl yaratılan toplam zenginliğin %82’sine sahip olmuş durumda. Bu bir yıllık süreçte iki günde bir yeni bir dolar milyarderi çıkaran kapitalizm, 2043 milyarder sayısı ile önceki yılların rekorunu da kırmış bulunuyor. Öte yandan yoksullar daha da yoksullaşmakla kalmamış, sayıları da büyük bir artış göstermiştir. Büyük bir zenginliğin biriktiği bugünün dünyasında, hemen tüm zenginlikler bir avuç milyarderin elinde toplanırken, dünya nüfusunun yarısını oluşturan 3.7 milyar insana bu zenginlikten hiçbir payın düşmediği açıklanıyor.
Özetle, emperyalist kapitalizmin saldırısı, işçi sınıfı, emekçi kitleler ve ezilen mazlum halklar için büyük toplumsal felaketler yaratmakta, onların ezilmişliğini, aşağılanmışlığını, sosyal yaşamın dışına itilmişliğini hızlandırmakta, onları adeta karanlığa mahkum etmektedir. Artık kapitalizm bir ölüm makinası gibi çalışmaktadır. İnsanları işsiz, yoksul ve aç bırakarak, temel tıbbi hizmetlerden yoksun bırakarak öldürmekte; savaşlarla, ulusal ve etnik çatışmalarla, ırkçılık ve faşizmle öldürmekte; doğayı tahrip edip ekolojik yıkımı hızlandırarak vb. öldürmektedir.
Dünya ölçüsünde ağırlaşan siyasal gericilik
Kapitalist krizin yükünü emekçilere ödetme politikaları olarak on yıllardır uygulanan, 2008 kriziyle birlikte çığırından çıkan neo-liberal saldırıların öteki yüzünde ise siyasal gericiliğin tırmandırılması vardır. Ardı arkası gelmeyen iktisadi ve sosyal saldırıların emekçi kitlelerde yaratacağı sosyal huzursuzluğu ve mücadele isteğini dizginleme ve mücadele dinamiklerini denetim altına alma ihtiyacı, burjuvaziyi siyasal gericiliği kurumlaştırma ve şiddet aygıtlarını tahkim etmeye yöneltiyor. Saldırılar karşısında emekçi kitlelerden gelecek direnci kırmak için baskıyı yoğunlaştırmak zorunluluğuyla yüz yüze kalıyor. “Teröre karşı mücadele”, “toplumun güvenliği” adı altında temel demokratik hak ve özgürlükler gasp ediliyor.
Gelinen aşamada burjuva gericiliği, emperyalist metropoller de içinde olmak üzere dünya ölçüsünde dizginlerinden boşalmış durumdadır. Bu durum, temel demokratik hak ve özgürlüklerin sistematik biçimde budanması, polis devleti uygulamalarının sistemleşip olağanlaşması ve kimi ülkelerde terör rejimlerine geçiş biçiminde kendini göstermektedir. Tırmanan yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve bir tehdit haline gelmiş bulunan sivil faşist hareket de siyasal gericiliğin araçları olarak etkin şekilde kullanılmaktadır. Bütün bunlar, sınıf mücadelesini dizginlemeye, işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketlerinin gelişmesinin önünü kesmeye yönelik siyasal saldırılardır.
Demokratik hak ve özgürlüklerin gaspını hedefleyen bu saldırılar, çıkarılan anti-terör yasaları, kapitalist metropollerde bile olağanüstü hal ilanları ve yeni düzenlemelerle pekiştiriliyor. Özetle, emperyalist burjuvazi neo-liberal saldırı dalgasıyla bir yandan krizin yükünü işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin sırtına yıkıp, onların temel iktisadi ve sosyal kazanımlarını yok etmeyi hedeflerken, öte yandan da tarihsel olarak kazanılmış temel demokratik hak ve özgürlüklere saldırarak siyasal gericiliği her alanda yoğunlaştırmaya çalışıyor. Gelinen yerde bu alanda önemli adımlar da atmış bulunuyor. Bu adımlar, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin daha da gelişip güçlenmesi kaçınılmaz olan mücadelelerine karşı emperyalist burjuvazinin siyasal hazırlığı anlamına geliyor. Bu da, burjuva demokrasisinin sahteliğinin ve ikiyüzlülüğünün daha geniş kitleler tarafından görülmesini kolaylaştıran bir rol oynuyor.
Gelişip güçlenen sınıf ve kitle hareketleri
Sınıf ve kitle hareketlerinin dünya ölçüsünde gelişip güç kazanması bugünün olgusal gerçeklerinden biridir. Ekonomik krizin ve neo-liberal saldırıların yol açtığı sosyal yıkım, siyasal gericilik, emperyalist saldırganlık ve savaşlar, yaşamı cehenneme çevrilen işçi sınıfını, emekçiler ve ezilen halkları mücadelelere yöneltmiş bulunuyor. Kapitalizmin sonu gelmeyen saldırılarına karşı emekçi yığınlar artık neredeyse gündelik olarak mücadele ve direnişler içerisindeler. Ekonomik bunalımlar sosyal bunalımları getirmiş, sosyal kutuplaşmaları devasa düzeyde büyütüp, sınıf çelişkilerini keskinleştirmiş, dolayısıyla yaygın sınıf ve kitle mücadelelerinin önünün açmış bulunuyor. Bunlar, on yıllarca süren durgunluğun ardından henüz ilk silkinişler ve yeni başlangıçlar olarak kabul edilebilir. Asıl önemli olan, bunların habercisi olduğu sert sınıf mücadeleleridir.
Dünyanın dört bir tarafında yaşanan bu mücadelelerin, kapitalizmin kendisini değil ama yarattığı sonuçları hedeflediği, hak ve kazanımlarını korumaya dönük olduğu, yeterli örgütlülük ve devrimci önderlikten yoksun olduğu sır değildir. Fakat oluşan nesnel zemin ve bunun üzerinde boy veren zengin sosyal mücadeleler tablosu, tüm bu zaaf ve zayıflıkların aşılmasını da kolaylaştıracaktır.
Bugünün dünyası artık kapitalist krizlerle, sosyal yıkım saldırılarıyla, siyasal gericiliğin yoğunlaşmasıyla, polis devleti uygulamaları ve terör rejimlerine geçişle, militarizm, saldırganlık ve savaşlarla, on milyonlarca insanı yerini terk etmek zorunda bırakan insanlık dramlarıyla, ırkçılık ve faşizmle, doğal kaynakların tükenmesiyle, ekolojik yıkımın hızlanmasıyla, insanların açlıktan ve hastalıklardan ölümüyle, yüz milyonların yoksullaşmasıyla ve elbette ki işçi mücadeleleri, kitle hareketleri ve yer yer halk isyanları ile karakterize olmaktadır. Tüm bunlar kapitalizmin tarihsel sınırlarına dayandığını göstermektedir. Tarihsel olan her şey gibi kapitalizmin de ömrü tükenmiştir.
Dolayısıyla, barbarlık içinde çöküş olasılığı bir yana bırakılırsa, insanlığın geleceğinde kapitalizmin kesin olarak yeri olmayacaktır. Zamanında insanlık tarihinde büyük ilerlemenin ifadesi olan kapitalizm, şimdi insanlığın gelişmesi önünde aşılması gereken bir barbarlıktır ve devrimlerle aşılması kaçınılmazdır.