Balkanlar’da büyüyen kriz ve savaş olasılığı - A. Serhat

Tamamlanmış gibi görünen parçalanma süreci, bağımsızlıklarını ilan eden devletler arasında on yıllarca sürebilecek çatışma risklerini de yaratmış görünüyor. Giderek de bir görüntüden çok akut bir sorun olarak kendisini dayatıyor ve çatışma öncesi işaretleri yoğunlaştırıyor.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 26 Mart 2017
  • 08:55

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve başını ABD ve Alman emperyalizminin çektiği müdahale süreciyle Yugoslavya’nın parçalanmasının üzerinden yaklaşık çeyrek asırlık bir zaman geçti. Emperyalist haydutlar tarafından yerle bir edilen eski Yugoslavya ve arkasından oluşturulan devletçiklerle bütün bir Balkanlar yalancı özgürlük ve barış demagojileriyle aslında geleceğin en temel kriz coğrafyalarından biri haline getirildi. 1990’lı yıllarda yaşanan onca acı ve trajediye rağmen, bölge halkları yaralarını daha sarma fırsatı bulamadan yeni bir kriz ve savaş olasılığı ile karşı karşıya gelmiş durumdadırlar.

“Ebedi barış ve özgürlük” yalanıyla parçalanma ve yıkım

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından 1945 yılında kurulan Tito önderliğindeki Yugoslavya, 1990 yılında başını ABD’nin ve dönemin Alman hükümeti olan SPD-Grüne’nin (Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller) çektiği gerici emperyalist koalisyonun müdahalesi ve yaşanan savaşın ardından 1992 yılında yıkıldı. Yaklaşık yüz bin insanın katledildiği, yüz binlercesinin yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldığı savaşın ardından sekiz ayrı ülkecik, bir dizi sınır sorunu ve halklar arasına serpilmiş düşmanlıklar geleceğe miras olarak bırakıldı. Bütün kusurlarına rağmen yaklaşık yarım asır bir arada kardeşçe yaşayan halklar “ebedi barış ve özgürlük” yalanları, bitmek bilmeyen gerici sermaye düzeninin hırsları ve kirli çıkarları uğruna düşmanlaştırılarak bir kriz döngüsü ile baş başa bırakıldılar.

Dağıtılan Yugoslavya’nın ardından oluşan, daha doğrusu oluşturulan devletler ya da bir başka anlama gelmek üzere bölgenin halkları arasındaki ilişkiler tarihin en kötü dönemini yaşamaktadır. Neredeyse bütün bir Balkan coğrafyasında iktidarı elinde bulunduran veya ele geçirecek potansiyeli olan bütün politik akımların milliyetçi-şoven söylemleri bu tehlikeyi daha da büyütmektedir.

Bir parça güvenilirliği olan uluslararası Heidelberg Çatışma Ölçüm Enstitüsü, Balkanlar’da yaklaşık 18 ayrı çatışma olasılığını sıralamakta ve tehlikenin büyüklüğüne dikkat çekmektedir. Yakın zamanda yayınlanan raporda, Balkanlar’da, özellikle de dağılan Yugoslavya sonrası oluşmuş devletler arasındaki ilişkilerin tarihin hiçbir döneminde hiç bu kadar kötü olmadığına ve halklar arası yeni bir boğazlaşmanın biriken emarelerine dikkat çekilmektedir. Rapor, özellikle de Sırbistan, Kosova, Bosna-Hersek ve Makedonya’da patlama dinamiklerinin nasıl biriktiğini ve giderek çatışmalı bir sürece nasıl adım adım yaklaşıldığını bütün bir somutluğuyla anlatmaktadır. Yine Brüksel Politik Bilimler Vakfı’nın Başkanı Dusan Reljic’in Deutschlandradio Kultur’a verdiği röportajda ve yaptığı son açıklamalarda aynı sorunlara vurgu yapması, Balkanlar’da güncellenen çatışma olasılıklarına dikkat çekerek, çeşitli uyarılarda bulunması tesadüfi değildir.

Gerek Dusan Reljic’in gerekse de Heidelberg Enstitüsü’nün yaptıkları açıklamaların ortaklaştığı nokta, milliyetçi şoven burjuva politikacıların daha çok da iç kamuoyuna dönük yürüttükleri sınır tartışmaları gibi görünüyor. Fakat aynı açıklamalarda, gerçek anlamda yaşanan sorunların bundan öte daha kapsamlı ekonomik ve sosyal bir karaktere sahip olduğu da satır aralarına serpiştirilen en temel gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Çatışma riskinin en yüksek olduğu dört ülkede (Kosova, Bosna-Hersek, Makedonya ve Sırbistan) ekonomik ve sosyal sorunlar toplumu bir veba gibi kuşatıp çürütmektedir. Ayrıca buna milliyetçi-şoven siyasal akımların kirli basıncı da eklenince ortaya iktisadi ve siyasal anlamda yönetilemez bir kriz döngüsü çıkmakta ve bu, her geçen gün biraz daha derinleşmektedir. Kısaca bu dört ülkenin içinde bulunduğu siyasal atmosfere ve ekonomik girdilerine göz attığımızda durumu daha iyi anlamış olacağız.

Düşmanlaştırılan halkların akıbeti

Sırbistan’ı bir parça dışında tutarsak, henüz dağılmadığı dönemde Yugoslavya’nın ekonomik anlamda en gelişmiş otonom bölgelerini tarihsel olarak da Slovenya ve Hırvatistan oluşturmaktaydı. Ülke ekonomisinin yoğunluklu olarak bu iki bölgede olması, dağılma sürecine can alıcı bir darbe olmuştur. 1980’li yıllarda başlayan ekonomik kriz, merkezi yönetimin basiretsizliği ve daha birçok farklı sebeple en temel malların ülkeye dağıtımı konusunda özellikle de Hırvatistan’ın gerici tutumu, dağılmada çok özel bir rol oynamıştır. Ekonomik olarak krizden çıkma şansı ya da olanakları kısıtlı olan Yugoslavya, yarım asırlık tarihi içinde Ortodoks Sırpları, Katolik Hırvatları, Müslümanları ve onlarca etnik kimliği ve dini barış içinde yaşatmayı başarmıştı. Bütün kusurlarına rağmen bir üst kimlik olarak Yugoslavyalı olmak bu toplumlar için ayrıcalıklı ve ilerici bir öğeydi. Henüz çatışmalı sürecin başlamadığı bir dönemde yapılan bir ankette insanların neredeyse tamamı önce Yugoslavyalıyım diyebiliyordu. Sonrası hepimizin malumu. 1990’lı yılların başında başlayan Yugoslavya’nın parçalanması süreci son olarak 1998 ve 1999 yılları arasındaki Kosova savaşıyla tamamlanmış oldu.

Ne var ki tamamlanmış gibi görünen parçalanma süreci, bağımsızlıklarını ilan eden devletler arasında on yıllarca sürebilecek çatışma risklerini de yaratmış görünüyor. Giderek de bir görüntüden çok akut bir sorun olarak kendisini dayatıyor ve çatışma öncesi işaretleri yoğunlaştırıyor.

Kosova, Bosna-Hersek, Makedonya

2008 yılında bağımsızlığını ilan eden Kosova durumun vahametini anlamak açısından en isabetli örnek olacaktır. Ekonomik olanakların sınırları ve ona bağlı olarak yaşadığı sosyal sorunlarla tam anlamıyla bir felaketin eşiğine gelmiş ve ayakta kalabilme şansı papatya falına kalmıştır. Hiçbir üretim kapasitesi olmayan ve ihtiyaç duyulan malların %90’ını dışarıdan alan bir ülke ekonomisinin ya da bir ülkenin varlığı ya da yokluğu Kosova halkı için ne anlam ifade edebilir ki? Öyle ki sözüm ona “devletin” yıllık gelirleri, yurtdışında çalışarak bu ülkeye döviz gönderen işçiler kadar dahi olamamaktadır. İşsizlik ülke genelinde %50’nin üzerine çıkmış, gençlerde ise bu oran %70’e varmıştır. Rüşvet, uyuşturucu, kadın ticareti ve haliyle mafya ülkenin en temel ve vazgeçilmez gerçeği haline gelmiş, toplumun bütün bir kültürel kodları çürütülmüştür.

Politik anlamda da farklı arayışların olduğu Kosova toplumu tam anlamıyla üçe parçalanmıştır: Avrupa Birliği’ne üyelik başvurularını kurtuluş olarak gören partiler ve onları destekleyenler, Kosova’nın Arnavutluk’a bağlanmasını savunanlar (muhalefetteki Pristina Partisi) ve Sırbistan’a bağlanmak isteyenler. Politik anlamda ekstrem boyutlarda üç parçaya ayrılan Kosova’yı bir arada tutmak için devlet başkanı sıfatıyla Hashim Thaci, Sırbistan karşıtı söylemlerini radikalleştirerek ülkedeki kaosu daha da büyütmektedir. 2016 yılında parlamento binasının muhalifler tarafından yakılması bunun en somut örneklerinden bir tanesidir. Ayrıca Sırbistan’a karşı gerektiğinde saldırgan bir tutum sergilemekten çekinmemesi gerektiği, bizzat NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in ağzından ifade edilebilmektedir. Jens Stoltenberg Sırbistan’a karşı Kosova’nın NATO güvenlik şemsiyesi altında olduğunu ve saldırgan politikalar izlemesinin bir sakınca yaratmayacağını, aksine tartışmalı sınır sorunlarının da ancak bu şekilde çözülebileceğini açıkça dile getirmektedir. Kosova’da NATO’ya bağlı KFOR adlı askeri üssün de kendileri için ayrıcalıklı bir durum oluşturduğunu ve bu olanağın kullanılması gerektiğini sıklıkla tekrar ederek, tam anlamıyla bir savaş kundakçılığı yapmaktadır.

Yaklaşık 25 yıldır bağımsızlığını ilan etmiş Bosna-Hersek de en az Kosova kadar büyük bir krizin içinde bulunmaktadır. 3,5 milyon nüfusa sahip olan ülkede yaklaşık 150 bakan, 600 milletvekili ve sayısı yüz binlerle ifade edilen bürokratın varlığı ve ülkedeki farklı etnik toplumsal gruplar arasındaki çatışma dinamikleri bu ülkeyi de hem ekonomik hem de siyasal anlamda bir iflasın eşiğine getirmiş bulunuyor. Büyük bir umut olarak gördükleri Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusu, tıpkı Kosova’nınki gibi kabul edilmemiştir. Savaşın yarattığı toplumsal travma ve büyük çöküntüyü, savaş sonrası on yıllardır büyüyen ekonomik ve sosyal sorunlar tamamlamaktadır. Ortaya çıkan garip, mafyatik, sürekli bir kriz döngüsüyle boğuşan, bozuk bir toplumsal sosyoloji bu toplumların kaderi haline getirilmiştir. Yine burada da EUFOR adı altında 600 askeri personelden oluşan bir askeri üs mevcuttur.

Yine Makedonya’daki siyasal atmosfer günden güne büyüyen bir iç savaşa evrilmekte ve dışarıdan yapılan müdahalelerle kapsamı genişleyen krizin kendisi bütün bir bölgeyi içine alabilecek bir çatışma riskini giderek güncel bir hale getirmektedir. Yakın zamanda Economist dergisinde çıkan bir makalenin ardından uluslararası haber ajanslarının da haber konusu ettiği Makedonya’daki gelişmeler bütün bir Balkanlar’ı içine alacak çatışma dinamiklerine dikkat çekmekte ve durumun her an kontrolden çıkabileceğine işaret etmektedir.

İki milyon nüfusu olan Makedonya’da yaklaşık 500 bin civarında Arnavut yaşamakta ve örgütlü bir toplumsal azınlık olarak Arnavutluk’a bağlanmak istemektedirler. Ayrıca küçümsenmeyecek oranda bir Rusya etkisi, muhafazakar ve sosyal demokrat partilerinin  politik ağırlıkları ölçüsünde AB ve ABD’nin müdahaleci tutumları ülkeyi tam anlamıyla bir kaosun eşiğine getirmiştir. 2016 yılının Aralık ayında yapılan seçimlerin ardından hala da hükümet krizinin sürüyor olması, bir yanıyla toplumdaki fay hatlarının kırılganlığıyla, bir diğer yanıyla da emperyalistlerin Balkanlar’daki jeostratejik çıkarlarının ortaklaşamıyor olması ile açıklanabilir. Devlet Başkanı Gjorge Ivanov, sosyal demokratların, Arnavut azınlığın üç partisiyle kurmak istediği koalisyona müsaade etmemekte ve buna gerekçe olarak da ülke güvenliğini göstermektedir. Ayrıca Arnavut azınlığa karşı ırkçı ve toplumdaki şovenist histeriyi tetikleyen söylemler siyasal atmosferi tam anlamıyla zehirlemiş görünüyor. Ekonomik olarak da büyük sorunlar yaşayan Makedonya tam anlamıyla bir barut fıçısına dönmüş durumdadır.

AB kapısındaki Sırbistan

Kısaca özetlemeye çalıştığımız devletlere nazaran daha köklü bir devlet deneyimi olan Sırbistan’ın içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal kriz de ne yazık ki çok farklı değildir. Ulusalcı partilerin ve söylemlerin prim yaptığı bu ülkedeki politik atmosfer de her geçen gün biraz daha kötüye gitmekte ve bir dizi çatışma riskini içinde barındırmaktadır. İktisadi anlamda yaşadığı sorunlar politik dilin bozulmasına ve milliyetçi önyargıların daha bir görünür hale gelmesine yol açmıştır. Özellikle de son on yıl içerisinde serbest piyasacı ekonomik reformlar ve Avrupa Birliği kriterlerine uyum yasaları en temel önceliğini oluştursa da, Avrupa Birliği kapılarında kendini beğendirmeye çalışan gelinlik pozisyonu, toplumda haklı olarak onur kırıcı bir durum olarak görülmekte ve böyle anlaşılmaktadır.

Brüksel’in dayattığı bütün uygulamaları istisnasız hayata geçiren Sırbistan hükümeti, Moskova’nın etki alanında olma bahanesiyle bir türlü Avrupa Birliği’ne kabul edilmemektedir. Oysa ki Sırbistan’ın Moskova’dan aldığı yıllık ekonomik destek 10 milyon doları bulmazken, Avrupa Birliği fonlarından aldığı parasal destek yaklaşık 190 milyon dolar civarındadır. Savaş sonrası yorgunluğunu tıpkı diğer halklar gibi üzerinden henüz atamamış ve yenilginin travmasını derinden yaşıyorken Sırbistan toplumundan Avrupa Birliği’ne üyelik sürecini desteklemesini beklemek naiflik olur. Bir parça tarih bilinci olan bir halkın kolayından Avrupa Birliği’ne evet demeyeceği neredeyse kesindir.

Bu gerçeği en iyi bilenler de başta Almanya olmak üzere bütün öteki Avrupalı haydut takımıdır. Yugoslavya’nın dağılmasının birinci elden müsebbibi olan bu haydut takımı bölge halklarına yaşattıkları acıların ardından istisnasız hepsini kendilerine bağımlı, kişiliksiz muz cumhuriyetleri haline getirmişlerdir. 600 bin nüfuslu Karadağ’ın (Montenegro) bağımsızlığını ilan etmesi ile Adriyatik Denizi ile bütün bir bağı koparılmış olan Sırbistan kolay bir lokmaya dönüştürülmektedir. Tabii ki Sırbistan’ın kuşatılmışlığı üzerinden asıl mesajın verildiği yerlerin başında Moskova gelmektedir. Emperyalistlerin bu süreci henüz kendi cephelerinden son noktaya vardırmadığı yakın dönem gelişmeleri üzerinden anlaşılmaktadır. Karadağ’ın NATO üyesi yapılması için görüşmelerin başlaması ve hızla buraya da bir NATO üssünün kurulmasına dönük adımlar bunu göstermektedir. Her halükarda başını özellikle de Almanların çektiği yeni operasyon ve onların kirli çıkarlarına hizmet edecek yeni bir jeopolitik düzenlemenin startı çoktan verilmiş görünüyor.

Yeniden savaş borazanları çalıyor

Bölge dinamikleri ve çatışma riskinin yüksek olduğu Balkan coğrafyası adım adım yeni bir krizin eşiğine gelmiş ya da getirilmiş bulunuyor. An itibariyle Kosova’daki gelişmeleri ve Kosova yönetiminin saldırganlığını kendisine karşı büyük bir tehlike olarak görmekte olan Sırbistan, her an Kosova’ya müdahale edebileceğini açıklamış durumdadır. Bizzat devlet Başkanı Tomislav Nikolie yaptığı açıklamada “Kosova’da Sırp azınlığa karşı Arnavut çoğunluğun saldırgan tutumu, bizim müdahalemizi gerektirebilir” diyerek olası bir çatışmanın kaçınılmazlığına işaret etti. Ne var ki işin aslı Kosova’da Sırp azınlığa karşı yapılanlar değildi. Ki bu olasılık ve tehlike her zaman için mevcuttur ama ondan bağımsız olarak, yakın zamanda Birleşmiş Milletler oturumunda ABD ve bazı AB ülkelerinin önerisiyle tartışmaya açılan Kosova’nın bağımsızlığı ve buna karşı Rusya’nın vetosu, Sırbistan’ı bu hamleyi yapmaya zorlamıştı.

Kısaca tablosunu özetlemeye çalıştığımız bölgenin dinamikleri ve sermaye gericiliğinin bu alanlara müdahale riski günden güne büyümekte ve özellikle de bölge halklarını yeniden “şeytanlaştırıcı” gelişmeler bütün hızıyla devam etmektedir. Bunun bir tarafını bu ülkelerde iktidarı ellerinde bulunduran “politik elit sınıf”, diğer tarafını da emperyalist sefil çıkarlar tamamlamaktadır.