Alman emperyalizminin “feminist dış politika kaşifi” Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock, Avrupa Birliği Komiseri Von der Leyen’i yanına alarak eski Alman sömürgelerinden biri olan Ruanda’ya bir ziyaret gerçekleştirdi.
Tarihsel bir arka planı da olan Almanya-Ruanda ilişkileri, önceki Başbakan Angela Merkel öncülüğünde Afrika kıtasına (Fransa ile birlikte) başlatılan seferberlikle yeni bir boyut kazanmıştı. Merkel’den sonra kurulan Üçlü Koalisyon hükümeti de (sosyal demokratlar, yeşiller, liberaller) Afrika’ya dönük ‘sömürgeci ilgiyi’ sürdürüyor. Mali’ye Fransa ile ortak askeri operasyon düzenlenmesi (bu arada Fransız birlikleri Mali’den çekilirken Alman askeri birlikleri halen orada bulunuyor), Kuzey Afrika Ülkeleri Tunus ve Libya’ya kurulan mülteci kampları, Avrupa Birliği sınırlarının korunması için Akdeniz’in kan deryasına dönüştürülmesi gibi icraatlar kıtaya gösterilen ‘ilginin’ mahiyeti hakkında fikir veriyor. Bunları tamamlayan diğer önemli hedef ise, kıtanın zengin yeraltı kaynaklarının yağmasından pay alma çabasıdır.
***
Ruanda’nın iki büyük etnik grubu ya da kabilesi ( Hutu ve Tutsiler) arasında 1994 yılında başlayan ve 100 gün süren çatışmalarda yaklaşık bir milyon insan katledilmişti. 1930’lu yıllarda Belçika sömürgesi olan Ruanda’ya yapılabilecek en büyük kötülük yapılmış ve ülkedeki iki büyük etnik gruba farklı kimlikler dağıtılarak büyük bir istikrarsızlığın temelleri atılmış, Hutu ve Tutsi kabileleri arasındaki rekabet, iktidar değişimi ve çatışmalar başlatılmıştı. Bu çatışma 1994 yılında emperyalistlerin gözü önünde cereyan eden korkunç bir Tutsi soykırımıyla sonuçlanmıştı.
Ülkeleri işgal etmek için ordusunu seferber eden ABD, soykırım gerçekleştirilirken oralı bile olmadı. Taraflara daha fazla silah satmak için çatışmayı fırsat sayan Fransa, İngiltere, Almanya üçlüsü ise soykırımı bir ortaoyunu gibi seyretmeyi tercih etmişlerdi. Buna rağmen bugünlerde Ruanda’ya yolu düşen emperyalist şefler, kaba bir riyakarlıkla soykırım anıtını ziyaret etmeyi bir tür “dini vecibe” haline getirmiş bulunuyorlar.
***
Alman Dışişleri Bakanı’nın Ruanda ziyareti oldukça manidar açıklamalar, yaptığı ve yapmak istemediği ziyaretlerin gölgesinde kaldı. Bu arada Annalena Baerbock da soykırım anıtını ziyaret ederek timsah gözyaşları dökmeyi bir görev bildi. Zira Ruanda’da yapacak işleri vardı.
Yakın dönemde İngiliz hükümeti ile Ruanda arasında yapılan anlaşma gereği; İngiltere’ye kaçak yollarla girmiş bulunan bütün mülteciler bir miktar para karşılığında Ruanda tarafından “misafir” edilecek ve kısa sürede “topluma entegre edilerek” Ruanda da “süresiz oturum” hakkı kazanacaklardı.
Bu anlaşma henüz pratik olarak hayata geçirilmemiş olsa da anlaşmanın cazibesine dayanamayan Avrupa Birliği’nin Muhafazakar Partileri “Ruanda Modelı”nin üstüne balıklama atlayarak, sığınmacılara ilişkin programlarına “modeli” dahil ettiler. Alman Hristiyan Demokrat Partisi (CDU) sözcüleri adına “Ruanda Modeli” değil de “Avrupa Birliği dışında üçüncü bir ülke” diyorlar. Adlandırmayı muğlaklaştırarak oluşabilecek tepkileri hafifletmeye çalışıyorlar. Ne var ki “feminist” dış politika mucidi Baerbock, Ruanda dışişleri Bakanı Vincent Biruta ile başkent Kigali’de yaptığı ortak basın toplantısında bu sığınmacı politikasını kabul etmedigini ve muhafazakar partilerin “Ruanda Modeli” kavramına uzak durduğunu ilan etti. Kendileri bu modelle isimlendirmektense “ortak çalışma” kavramını kullanmayı tercih ettiler. Ne de olsa “Ruanda Modeli” rahatsız edici ve kulağa hoş gelmiyordu.
Emperyalistlerin bu ilişkilenme biçimi Ruanda Dışişleri Bakanı Biruta’yı rahatsız etmedi. Aksine “sığınmacı sorununa yardımcı olduklarını ve bu sorunu ancak ortak bir çalışma ile çözebileceklerini” deklere ederek efendisine bağlılığını yüksek sesle dile getirmenin mutluluğunu yaşadı. Avrupa’nın korkulu rüyasına dönüşmüş bulunan mülteciler sorunu bir çırpıda Ruanda “hükümetinin alicenaplığı” ve Avrupadan akacak fonlamalarla bir “çözüme” kavuşturuldu.
Lakin Baerbock, ‘bin tepeli’ olarak da anılan Ruanda’ya “yeni müjdelerle” gelmişti. Bir yanında AB şefi Ursula von der Leyen diğer yanında Biontech şirketinin sahipleri Uğur Şahin ve Özlem Türeci ile ziyaretine bir dolu anlam katmıştı. Son yıllarda Afrika ülkeleri içinde gelişen ekonomilerden biri olarak gösterilen Ruanda’nın başkenti Kigali’nin sırtlarında bir yerlere aşı Laboratuvarları kurarak, zengin kuzeyin yoksul güneye uzatılmış merhamet eliyle süslenmiş bulunuyordu Baerbock’un ziyareti. Ne var ki ziyarete ilişkin tartışmalar bütün hızıyla devam ederken Avrupa Birligi Parlamentosu yeni mülteci yasalarını bir çırpıda karara bağlamış ve “Ruanda Modeli”ni yasalaştırmış bulunuyordu. Baerbock’un partisindeki muhalif kanadı teskin etmek için yasaya karşıymış gibi tutum alması kaba riyakarlıktan başka birşey değildi. Nitekim gerici sermaye basını bile Baerbock’un tavrını, “iki yüzlü bir tutum” olarak okumaktan geri kalmadı.
Pandemi döneminde, “elimizde olsa da aşı gönderebilsek” diyerek durumdan vazife yerine günah çıkaranlar, bugün Afrika Ruandasına aşı Laboratuvarları kurarak Kıta insanını “daha çok yaşatma” telaşına düşmüş görünüyorlar. Gel de inanma!
Yeni Mülteci yasalarıyla kendilerine sığınmış insanları uçak filolarıyla bir bilinmeze gönderenler, Ruanda’ya yapacakları bir iki yatırımla “hem işsizlik hem yoksulluk hem de sağlık sorunlarını çözmüş” olacaklar. Lakin “Birimiz güvende değilsek hiçbirimiz güvende olamayız” düsturuyla yol yürüyen Baerbock ve onun başında bulunduğu Alman Dışişleri politikası insanı merkeze aldığı için başka ne beklenebilirdi ki? Geriye birkaç mülteci kampının inşası kalıyor ki, onu da ‘Beton’ konusundaki deneyimlerini Ruanda’ya taşımak için hazır bekleyen Türk inşaat şirketleri ya da çeteleri kısa sürede halleder.
Dışişleri Bakanlarının basın toplantısından yansıyan dikkate değer bir başka gelişme ise Baerbock’un Ruanda demokrasisine ve özellikle Parlamento dağılımında kadınların %50’ye varan temsilinden ötürü duyduğu memnuniyeti “feminist bir Parlamento” sözleriyle dile getirmesiydi. Ayrıca Ruanda Devlet Başkanıyla bir araya gelmemek ve ortak bir fotoğraf karesinde bulunmamak için gösterdiği çaba da ‘taktire’ şayandır. Öyle ya geçmişi karanlık biriyle ne işi olabilirdi ki ‘insan hakları şampiyonu doğa sevici’ koca Alman Dışişleri Bakanının…
***
Afrika Kıtası, son yıllarda gerici emperyalist ülkeler arasında yeni bir rekabet ve çatışma alanı haline gelmiş bulunuyor. 17. yüzyıldan beri Fransa’nın 19. yüzyıldan itibaren İngilizlerin ve dört ülkeyle sınırlı olsa da 19. yüzyılın sonlarından itibaren Almanya’nın sömürmekle bitiremediği Kıta, günümüz dünyasının yeni emperyalist güç odaklarının da dahiliyle devasa bir rekabet alanına dönüşmüş bulunuyor.
Son yıllarda Çin’in bu alana yaptığı yatırımlar, Rusya’nın müdahaleleri ve ABD’nin operasyonel güç gösterileri ile egemenliğini pekiştirme çabaları bölgeyi hegemon güçlerin çekişme alanına çevirdi. Kıtanın, kapitalist ekonominin ve özellikle de günümüz teknolojisi için vazgeçilmez olan hammaddeler bakımından zengin olması, sorunu daha da karmaşıklaştırıyor. Tüm bunlara Avrupalı emperyalistlerin sığınmacılar için yeni yerleşkeler inşası da eklenince, Kıta “yenmez tadından” bir hal alıyor.
Alman emperyalizminin Afrika kıtasına olan bütün ilgisinin gerisinde de bu saikler ve daha fazlası var. Savunma hattını Hindukuş’tan başlatan bu gerici güç belli ki ekonomik istikrarın savunma hattını da Ruanda’dan başlatıyor. Bu retorik Alman emperyalizminin saldırganlığını anlamak açısından yeterince fikir veriyor. Dışarıda izlenen yayılmacı politikayı muhalif güçlere karşı gerici yasaların çıkarılması ve “Polis salahiyeti kanunu” ile içerinin düzenlenmesi tamamlıyor.