ABD Başkanı Donald Trump İran, Çin, Almanya, Fransa, Rusya, İngiltere ve ABD arasında Temmuz 2015’te imzalanan nükleer anlaşmadan tek taraflı olarak çekildi. Seçim kampanyasından bu yana “ABD tarihindeki en kötü anlaşmalardan biri” olarak gördüğü ve “felaket” diye nitelendirdiği anlaşmanın İran tarafından kendi amaçları için kullanıldığını iddia etti. Saldırgan, küstah ve kibirli bir dil kullanan Trump, İran’ın bir terör devleti olduğunu, yeni füzeler geliştirdiğini ve korkunç felaketlere neden olduğunu ileri sürdü. Muhataplarının çabalarını ve uyarılarını da hiçe sayan Trump, kararı, “Kısa bir süre içinde terörü destekleyen ülkenin eline dünyanın en tehlikeli silahları geçecek. Bu yüzden bugün ABD’nin İran nükleer anlaşmasından çekildiğini açıklıyorum” sözleriyle dünyaya duyurmuş oldu.
İran rejiminin anlaşmaya uymadığına ilişkin “net kanıtlara” sahip olduğu yalanıyla anlaşmadan çekilen Trump, 2015 yılında askıya alınan yaptırımların en üst seviyede yeniden uygulanacağını ve bunu yenilerin takip edeceğini söyledi. İran’ın nükleer silaha sahip olma çabasına yardım eden herhangi bir ülkenin de güçlü bir şekilde cezalandırılacağını küstahça dile getiren Trump, yaptırımların yeniden devreye girmesinin ardından İran’la iş yapacak olan ülkeleri de tehdit etti. Bunların yanı sıra İran’a yönelik yeni isteklerini de buyurgan bir dille açıkladı. İstekler arasında İran’ın kıtalar arası balistik füze geliştirmemesi, nükleer kapasiteli tüm füzelerini imha etmesi, Hizbullah ve Hamas’a desteğini kesmesi, “İsrail’i yok etme” hedefinden vazgeçmesi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi’nde seyir özgürlüğünü tanıması, “Yemen’de çatışmayı arttırmayı bırakması” ve “bölgeyi istikrarsız hale getirmemesi”, “ABD ve İsrail’e karşı siber saldırıları sonlandırması”, “insan hakları ihlallerine son vermesi” yer alıyor.
Trump’ın kararına İsrail ve Suudi Arabistan gibi uşaklar dışında destek veren herhangi bir ülke çıkmadı. Birleşmiş Milletler, derin endişelerini dile getirerek, tüm üye devletlere nükleer anlaşmaya destek verme çağrısında bulundu. Anlaşmanın altında imzası bulunan diğer ülkeler de anlaşmaya bağlılıklarını sürdüreceklerini belirtti. Daha dikkat çeken çarpıcı açıklamalar ise daha önce ABD Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapan Michael H. Fuchs ve Obama döneminde Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yapan Susan Rice’den geldi. H. Fuchs, The Guardian’daki köşesinde ABD Başkanı’nın ABD’yi, müttefiklerini ve tüm dünyayı direkt olarak tehdit eden yeni bir ulusal güvenlik krizi yaratmaya karar verdiğini yazdı. Rice ise The New York Times’taki yazısında, kararı, “Trump döneminin en aptalca kararı” ifadesiyle eleştirip, “sırada ne olduğu belli değil, ama kesinlikle bugünden daha kötü bir durumla yüzleşeceğiz” açıklamasında bulundu.
ABD-İsrail ortak yapımı tiyatro
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İran’ın “nükleer silah üretmek için” bir program yürüttüğünü İsrail gizli servisinin Tahran’daki gizli bir depoda elde ettiği on binlerce “gizli dosya”yla kanıtladığını, düzenlediği bir canlı yayında savaş kışkırtıcılığı edasıyla iddia etti. Söz konusu belgelerin İran’ın yapılan anlaşmaya hiçbir zaman uymadığı gerçeğini ortaya koyduğunu söyleyen Netanyahu, belgelerin ABD ile de paylaşıldığını ve BM’nin denetim organı olan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na da verileceğini açıkladı.
Netanyahu’nun, Trump’ın Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile bir araya geldikten ve Trump ile bir telefon görüşmesi yaptıktan sonra kameraların karşısına çıkması, yaptığı konuşmanın Trump yönetimiyle daha önceden planladığı iddia ve inancını gündeme getirdi.
İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, bu gerçeği, “Ne kadar da uygun. Yalancı çoban tarafından dile getirilen bu koordine istihbarat iddiaları 12 Mayıs’ın hemen birkaç gün öncesine denk geldi. Ama Trump’ın kutlamaya başlamaktaki aceleciliği tüm gizliliği ortadan kaldırdı” sözleriyle dile getirdi. Netanyahu’nun yaptığı konuşmadan kısa süre sonra, Beyaz Saray’daki basın toplantısında konuşan Trump, Netanyahu’nun tiyatrodan ibaret yaptığı sunumu kastederek, yapılan nükleer anlaşmayı “korkunç bir anlaşma” olarak kınamakla ne kadar haklı olduğuna ilişkin kendini övgülere boğmuş, İsrail’in sunduğu belgeleri “gerçek ve ikna edici” bulmuştu.
Netanyahu’nun adeta bir tiyatroya dönüşen sunumu, Colin Powell’ın 2003 yılında yaptığı ve ardından ABD’nin Irak’a karşı saldırısını meşrulaştırmak için kullandığı, Irak’ın var olmayan “kitle imha silahları”nı “kanıt” olarak tanımladığı yalanlarını akla getiriyordu. Nitekim Ortadoğu uzmanı Sami Ramadani de bu durumu ve Trump’ın konuşma tonunu, 2003’te Irak halkına yönelik barbarca bir savaşı başlatmak için yalanlar uyduran Bush’un işgal öncesindeki konuşmasına benzetti. Aslında söylenenlerin uydurma ve Netanyahu’nun kameralar karşısındaki şovunun bir saçmalıktan ibaret olduğu herkesçe bilinmektedir. Zira anlaşmanın uygulanıp uygulanmadığını denetlemekle görevli Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) şimdiye kadar İran’ın anlaşmanın tüm koşullarına uyduğunu saptamıştı.
Ortadoğu’da büyüyen bölgesel savaş tehlikesi
ABD’nin İran ile varılan nükleer enerji anlaşmasından çekilmesi uluslararası ilişkileri ve bölgedeki gerilimi daha da tırmandırdı. Yeni bir krize yol açan bu adımın, yakın vadede sıcak bir çatışmaya yol açıp açmayacağından bağımsız olarak, emperyalist sistem üzerinde etkiler yaratacağı, çatışma riskini tetikleyeceği ve patlamaya hazır bir bölgeyi daha da istikrarsızlaştıracağı kesindir. Nitekim Ortadoğu’yu daha şimdiden yıkıcı bir bölgesel çatışmaya doğru sürükleyen adımlar atılmaktadır. İsrail, İran ve Suriye’nin birbirlerine karşı füzeler fırlatması ve bombalar yağdırması, bunun ilk ve henüz küçük adımları sayılmakta, aslında Suriye üzerinden bir İran-İsrail savaşının daha şimdiden yaşandığı ileri sürülmektedir.
Sorun esas olarak İran’ın nükleer silah geliştiriyor olmasının ötesindedir. İran’ın nükleer silah geliştirmesini savaş gerekçesi kabul eden ABD emperyalizmi, İsrail’i tepeden tırnağa nükleer bir güç haline getirip, onu Ortadoğu halklarına ve devletlerine karşı bir tehdit, şantaj ve savaş gücü olarak kullanmayı sorun etmemektedir. Yanı sıra ABD, İsrail’in, öncesi bir tarafa, şu günlerde Filistin halkına karşı işlemekte olduğu katliamları cepheden desteklerken, onun hiçbir ölçü, kural, yasa tanımazlığını problem etmezken, İran’ı nükleer silahlara sahip olmaya çalışmasının yanı sıra zorbalıkla, uluslararası yasaları çiğnemekle ve özgürlükleri ezmekle suçlayıp cezalandırmak için çırpınmaktadır. On yıllardan beridir dünya ve Ortadoğu’daki her türlü kirli ve kanlı icraatların, barbarca savaşların, kanlı darbelerin, etnik ve ulusal boğazlaşmaların, katliamların, beyaz terörün baş aktörü olan ABD ve onun şimdiki densiz başkanı, bir mafya babası edasıyla “barış, huzur, adalet ve demokrasi” adına herkesi tehdit edebilmektedir. Dünyanın en büyük terörist devleti ve terör çetelerinin yaratıcısı olarak ABD, İran’ı ve uşaklığı kabul etmeyen ya da çıkarları önünde engel olan hemen tüm ülkeleri “Terörist ve dünyanın başlıca terör destekçisi devletler” olarak ilan etme yüzsüzlüğü gösterebilmektedir.
Demek ki sorun, iddia edilenin aksine, İran’ın başta Suriye olmak üzere bölgede artan büyük nüfuzu ve bunun ABD’nin bölgedeki çıkarlarının yanı sıra İsrail ve Körfez monarşileri üzerindeki etkileridir. Dolayısıyla, söz konusu olan, ABD emperyalizminin ve siyonist İsrail’in çıkarlardır. Zira bölgesel bir güç olarak İran, ABD emperyalizminin Ortadoğu üzerindeki egemenliği önünde bir engel olarak durmaktadır.
ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki güncel çabaları ve İran’a karşı saldırganlığı, onun yıllardan beri bu bölgede izlemekte olduğu çizginin bir sonucudur. Bu çizginin başlangıcı İran’daki Şah rejiminin yıkılışına kadar uzanmaktadır. Şah rejiminin yıkılışı ABD emperyalizmi için büyük bir darbe olmuştu. Zira ABD, Şah rejimi şahsında İran gibi çok önemli bir ülkeyi ve onun petrol kaynakları üzerindeki egemenliğini yitirmekle kalmamış, aynı zamanda, Ortadoğu’daki güçlü bir jandarmasını da kaybetmişti. Bu boşluğu doldurmak onun için vazgeçilmez bir ihtiyaçtı. Trump’ın İran nükleer anlaşmasından çekildiğini açıklayan konuşmasında 1979 Devrimi öncesi İran’ın “dünyanın saygısına sahip” olduğunu iddia etmesi ve bunu hatırlayıp hatırlatması dikkat çekici olduğu gibi, bitmeyen bir acının da itirafıydı.
ABD’nin özellikle de ‘90’lı yılların başından beri saldırgan ve savaşçı bir politika izlediği bilinmektedir. 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan saldırı ise yeni bir dönemeç oldu. Kendi emperyalist dünya hegemonyasının gitgide sarsıldığını gören ve karşısında yeni emperyalist güç odaklarının yükselmesinden büyük rahatsızlık duyan ABD, inisiyatifi kaybetmeden rakiplerini dizginlemek, hegemonya mücadelesinde üstünlük kazanarak uluslararası ilişkileri kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek yoluna gitti. Dolayısıyla 11 Eylül sonrası ilan edilen “uzun süreli” emperyalist savaşın asıl hedefi Ortadoğu’ydu. Nitekim Afganistan savaşından alınan ilk sonuçların hemen ardından, dönemin ABD başkanı yeni bir “şer ekseni” tanımlaması yapmış, Ortadoğu’nun iki ülkesi olan Irak ve İran sıradaki savaşın hedefi olarak gösterilmişti. Ardından ABD, Irak’a çullanıp Irak rejimini devirerek bu ülkeyi kendi kontrolü altına almış, bölgenin en büyük petrol üreticisi ülke üzerinde bu yolla hakimiyet sağlayarak, İsrail’i de büyük ölçüde rahatlatmıştı. Zamanın ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın, bu gelişmeleri “İsrail’in bir düşmanının daha ortadan kaldırılması” olarak ifade etmesi, Irak işgalinin İsrail açısından taşıdığı önemi anlamak bakımında çarpıcıydı.
ABD emperyalizminin bugün için İran’la didişmesinin en önemli nedenlerinden biri yukarıdaki tablonun içinde bulunmaktadır. Dolayısıyla İran şahsında uluslararası gündemin odağında ve emperyalist saldırının hedefinde bir kez daha Ortadoğu’nun bulunması şaşırtıcı değildir. İran, Ortadoğu’da ABD ve İsrail siyonizminin çıkar ve hedefleri önünde aşılması gereken bir barikat olarak görülmekte ve İsrail’in güvenliğini tehdit eden biricik düşman kabul edilmektedir. Bu yüzdendir ki ABD, İsrail ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği katliamcı ve yağmacı çetenin hedefi durumundadır. ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesi, İran’ın bölgedeki etkisini kırmayı amaçlayan ve İsrail’in güvenliğini güvencelemeyi hedefleyen adımlardan sadece biridir. Uygulanacağı ileri sürülen “yüksek düzeydeki” ambargoyla zaten ekonomik sıkıntılar içinde olan İran ekonomisini zayıflatarak, bunun yaratacağı etkilerle toplumsal hoşnutsuzluğu kışkırtarak ve farklı klikler arasında olduğu iddia edilen iktidar mücadelesini tırmandırarak rejim değişikliği ummak, ABD’nin hedefleri arasındadır. Elbette ki savaş da seçeneklerden biridir.
2008’den beri bir kriz yaşayan küresel kapitalizm, siyasal cephede de bir hegemonya bunalımı içinde bulunuyor ve emperyalistler arası hegemonya mücadelesi giderek daha sert biçimler alıyor. ABD uzun süre önce başlayan hegemonyasındaki çözülmenin derinleştiğinin, süreçleri eskisi kadar kolay yönetemediğinin ve rakip emperyalist devletlerin giderek sivrilip öne çıktığının farkındadır. Tam da bu nedenden dolayı çubuğu giderek “zor”a doğru büküyor ve savaş politikalarını daha yaygın bir şekilde devreye sokuyor.