24 Haziran seçimleri yaklaşıyor. İşçi ve emekçilerin kendilerini yönetiyormuş gibi hissetmelerinin sağlanmaya çalışıldığı, yönetimde söz hakları olduğu yanılsamasının yaratıldığı bir ortamda burjuva parlamentosunda yerini alabilmek için binlerce aday adayı ortaya çıkıyor. Düzen partisine göre değişen aday adaylığı bağışları bir yana, adayların birçoğunun patronlardan, tüccarlardan, sermayedarlardan ve onların tarafında saf tutanlardan oluşması mevcut sermaye düzeninde hiç de şaşırtıcı değil. Madalyonun arka yüzünde ise işçi sınıfı adına söz söyleyenlerin meclise girmek için fırsat kollamasının bir gelenek haline gelmesi gerçeği yer alıyor. Bunun son örneğini DİSK Genel Başkanlığı’ndan istifa ederek milletvekilliği adaylığına hazırlanan Kani Beko oluşturuyor.
Sınıfını bil safa gel!
Kapitalist bir düzende, sınıflı bir toplumda yaşamaktayız. Emek-sermaye çelişkisinin temel çelişki olduğu, bütün siyasal gelişmelerin son tahlilde iki sınıfın karşıtlığı üzerinden anlam taşıdığı bir düzende iktidarda bulunan sermayenin kurumlarının sermayeye hizmet etmesinden daha doğal bir şey olamaz. Meclis de bunların başında gelmektedir.
Bu temel işlevinin yanı sıra meclise giren bütün milletvekilleri doğal olarak içinden geldiği toplumsal kesimlerin, sınıfın çıkarlarını savunmak için orada yer almaktadır. İşçi ve emekçilerin türlü vaatlerle kandırıldığı ve uyutulduğu bir ortamda işçi sınıfı hiçbir şekilde temsil edilmemektedir. Temsil edilmeyi geçtik, göstermelik dahi olsa düzen partileri işçileri aday dahi göstermemektedir. İşçi sınıfına “Yönetmek senin neyine!” mesajı verilmektedir.
Ancak işçilikten gelip sendika bürokrasisi içinde yer alan birçok sendika bürokratı, bürokrasinin en üst noktası olan konfederasyon başkanlığının bir adım üstü olarak milletvekilliğini görmektedir. Sendika bürokrasisi işçi sınıfını temsil etmek şöyle dursun, açıktan sınıf mücadelesinin önündeki engellerden birisine dönüşmüştür. İşçi sınıfı içinde, ellerindeki yetki, olanak ve güç ile adeta işçi sınıfının karşısında yer almaktadırlar. Açık bir sınıf tutumunun ifadesi olarak işçi sınıfının değil, burjuvazi cephesinde saf tutmaktadırlar. Dolayısıyla “Sınıfını bil, safa gel” çağrısı hiçbir şekilde onlara yapılacak bir çağrı değil, işçi sınıfına, emekçi kitlelere yapılan bir çağrıdır. Sınıfımızı bilmenin, safları güçlendirmenin zamanı gelmiş de geçmektedir.
Sözde sınıflar üstü siyaset aldatmacası
Burjuva siyaseti, meclisin sınıflar üstü olduğunu, herkesin meclisi olduğunu iddia etmektedir. Bu aldatmaca değil de nedir? Bütün bir varlığı sermayeye hizmet etmek olan, işçi ve emekçilerde kendi kendilerini yönetiyorlarmış yanılsaması yaratmaktan öte bir anlam taşımayan meclis açıktan sermaye devletinin meclisidir. Düzen partilerinin siyasal tutumu da ne derlerse desinler açıkça sermayenin çıkarlarını ifade etmektedir.
Siyaset kurumları toplumun bilincinde öyle bir noktaya getirilmiştir ki, işçi sınıfı 4-5 yılda bir sandığa gidip kendisini kimin sömüreceğine karar vermekten öteye geçemezken, siyaseti kendi dışında algılamaktadır. Zira güya birtakım düzen politikacıları çıkıp onun adına zaten siyaset yapmaktadır. “Siyaset işçilerin işi değildir!” teranesi ile işçilerin bilinci sürekli köreltilmektedir. Böylelikle de siyasetin yaşamın her alanında karşılarına çıktığını, fabrikadaki çalışma koşullarından gündelik yaşama değin her anlarını belirlediğini görmeleri engellenmektedir.
Düzen ideolojisiyle zehirlenen herhangi bir işçi, sınıf mücadelesini patronla kendi arasındaki bir tartışma olarak algıladığı yerde, büyük resimdeki sermaye düzenini haliyle görememektedir. Esasında siyasetin kendisi, hayatının ta kendisidir. Yürüttükleri veya yürütmedikleri hak alma mücadelesinden savaşa karşı tutumlarına işçiler bilseler de bilmeseler de siyasetin içindedirler. Ve maalesef ki mensubu oldukları sınıfın gerçek çıkarlarına, bir başka deyişle devrimci çizgisine genellikle uzaktırlar.
Siyasetin sınıflar üstü gösterilmesi, işçi sınıfını siyasetin dışına itmekle aynı anlama gelmektedir. İşçi sınıfının, kendisi için bir sınıf olamadığı yerde, onun adına söz söyleyenlerin arkasından sürüklenmesi çok doğaldır ancak kabul edilemezdir. İşçi sınıfı siyasal bir güç olarak sahneye çıkmadığı sürece bu aldatmaca devam edecektir.
Sendikacılar ve siyaset
Anlaşılacağı üzere tartışmamız sendikacıların siyaset yapıp yapmaması tartışması değildir elbette. İşçi sınıfının siyasal bir güç olarak sahneye çıkmasından bahsettiğimiz yerde bunun aksini savunmamız beklenemez. İşçi sınıfından kopmuş, sınıf mücadelesinin önünde bir engele dönüşmüş sendika bürokratlarının, mevcut konumlarını düzen partilerinden milletvekilliğine geçişte bir basamak olarak görüyor olması ile gerçek sınıf tutumlarını ortaya koyduğunu belirtmeye çalışıyoruz. Düzen partilerinden vekilliğe soyunan bir sendika bürokratı kuşkusuz safını bir gecede değiştirmiş değildir. Fakat bu son adımı mevcut konumuyla da zaten işçi sınıfından taraf olmadığını, vekil olduğunda yürüteceği siyasetin de işçi sınıfının siyaseti olmayacağını en açık şekilde gösterdiği için dikkate şayandır.
Sendikacılıktan vekilliğe soyunanlar...
Sendika koltuklarından düzen milletvekilliğine geçiş Türkiye’de bir gelenek aslında. 1966’da Türk-İş genel başkanı olan Şevket Yılmaz, ‘69’da Adalet Partisi’nden milletvekili oldu. ‘74’te sendikacılığa, TEKSİF başkanı olarak dönüş yaptı. 12 Eylül darbesinin hemen ardından ‘82’de yeniden Türk-İş’in başkanlık koltuğuna oturdu.
Bayram Meral de basamakları çıkar gibi Yol-İş Sendikası başkanlığından, Türk-İş genel başkanlığına oradan da 2002 yılında milletvekilliğine geçti.
Hak-İş’te de işler farklı yürümüyor. ‘81-‘95 arası Hak-İş genel başkanlığı yapan Necati Çelik, Refah Partisi’nden milletvekili seçildi. Hatta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yaptı. 1995-2011 arası Hak-İş genel başkanı olan Salim Uslu da AKP’den milletvekili oldu.
Aynı gelenek DİSK’te de var. Abdullah Baştürk ‘73’te CHP’den milletvekiliyken, ‘77’de DİSK genel başkanı oldu. 87’de tekrardan milletvekili seçildi.
Rıdvan Budak keza, 99 yılında DİSK genel başkanlığından milletvekilliğine geçen, ardından tekrardan DİSK Tekstil’in başına geçen bir bürokrat. Geçtiğimiz yıllarda yine CHP’den milletvekili adayı olmaya çalışsa da “başaramadı,”
Süleyman Çelebi ise Temmuz 2010’da TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner ile el sıkışıp, TÜSİAD’a “kadın eli değdikten sonra” DİSK ile TÜSİAD’ın daha yakın ilişkiler içinde olduğunu belirten bir bürokrat. Zaten bu ifadelerinin üzerinden 1 yıl geçmeden Haziran 2011 seçimlerinde DİSK genel başkanlığından milletvekilliğine geçti.
Sendika bürokratlığından vekilliğe soyunanlar elbette ki sadece genel başkanlardan ibaret değildir. Şu anda 550 kişilik mecliste 20’ye yakın sendika kökenli vekilin bulunması yeterli bir fikir verecektir. Peki bu zatların, işçi ve emekçilerin haklarını savunduklarını duyan var mı? Tersine, sendika koltuklarını işgal ederlerken yaptıklarının beterini meclis koltuklarında icra ediyorlar.
Meclise kapağı atmış sendika bürokratlarının sınıfa düşmanlıkta ne denli ileri gidebileceklerinin en çarpıcı örneklerinden biri 80 darbesinin ardından yaşanmıştı. Türk-İş genel sekreterliğinden Sosyal Güvenlik Bakanlığı koltuğuna geçen Sadık Şide, Mayıs 1983’te Milli Güvenlik Konseyi’nde, daha DİSK davası devam ederken, DİSK’in malvarlığına “sakatlar-korunmaya muhtaç çocuklar için kullanılmak üzere el konulması” önerisi yapıyor. Diktatör Kenan Evren şöyle yanıt veriyor: “Mahkeme kararı olmadan olmaz efendim. Çünkü, bu yeni bir düzen getirmiştir. Eğer bunlar mahkemece kapatılacaksa, Hazine’ye devredilirler.” Göstermelik dahi olsa düzen kurumlarının işlediğini göstermeye çalışan diktatörü bile solda sıfır bırakmak bu olsa gerek.
Düzen partileri işçi sınıfından devşirdikleri sendika bürokratlarını vekil yaparak işçi sınıfının içinden birileri de vekil olabiliyor demektedir. Ancak en sıradan bir işçi bile bunu yutmamaktadır. Zaten sendikacı olarak işçi sınıfının safında mücadele yürüten ve bundan geri durmayan birisinin düzen partileri tarafından aday gösterilmesi eşyanın tabiatına aykırıdır.
“Seçilmezsem köyüme döneceğim!”
Gelelim Kani Beko’ya... Geçtiğimiz haftalarda DİSK başkanlığından istifa etti. CHP’den milletvekili adaylığına hazırlandığını açıkladı. DİSK genel başkanlığı boyunca CHP ile temaslarını sürdüren, DİSK’i CHP’nin arka bahçesine çeviren, daha öncesinde başkanlığını yaptığı Genel-İş’in mücadele ile değil, CHP ile kurduğu yakın ilişkiler ile CHP’li belediyelerde “örgütlendiği” herkesin malumudur.
“Sorunların çözümü için önce halkımız, sonra partimiz görev verirse TBMM çatısı altında mücadelemi kaldığım yerden devam ettirmek istiyorum” diyen Kani Beko, milletvekili olduğunda işsizliğe ve iş cinayetlerine karşı mücadele edeceğini söylüyor. Şimdiye kadar 100 bine yakın üyesi olan bir konfederasyonun başkanıyken yaptıkları yapacaklarının teminatı olduğuna göre, sözlerinin hiçbir kıymeti kalmıyor. İzmir’de mitingde yuhalanmasını da bilinçli işçileri kandıramayacağının bir göstergesi kabul etmek gerekiyor.
“Seçilmezsem köyüme döneceğim!” diyen Kani Beko, “mücadeleyi” zirvede bırakma yanlısı olan bir bürokrat olduğunu gösteriyor. İşçi sınıfı için de en iyisi bu olacaktır herhalde. Bir bürokratın kenara çekilmesi sendikal bürokrasiye hiçbir etkide bulunmaz elbet. Ancak işçi sınıfının, sendika bürokrasisinden de meclisten de umut beklememesi gerektiğinin yeni bir örneği olacaktır.
Bir kez daha vurgulayalım ki işçi sınıfı siyasetin içindedir. Kendi sınıf siyasetini yapmadığı sürece burjuva siyasetinin etkisi altında kalmaya devam edecektir. İşçi sınıfı bir sınıf olarak sahneye çıkmadığı sürece de burjuvazinin bahçesinde işçiler adına söz söylediğini iddia edenlerden geçilmeyecektir.