- İçinden geçtiğimiz süreci, 15 Temmuz ile başlayan, OHAL ve KHK’larla devam eden saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında bu süreç, Türkiye’deki egemenler ile ezilenler arasındaki çatışmanın keskinleştiği, çatışmanın yoğunlaştığı bir süreç… Egemen sınıf bloğu içerisindeki çelişkiler de çok keskinleşti. Düne kadar “vesayet rejimini ortadan kaldıracağız, derin devleti tasfiye edeceğiz, demokratik sisteme geçeceğiz” diye bir program açıklayan AKP hükümeti ve Recep Tayyip Erdoğan iktidarı dün karşı çıktığı güçlerle ittifak halinde ve yine dün ittifak halinde olduğu güçlere karşı yeni bir saldırı dalgası içerisine girdi. Daha doğrusu bir çatışma dönemi içerisine girmiş durumda.
Siyasal iktidar bunu 15 Temmuz’da kendisine yönelik bir darbe teşebbüsü olarak yorumluyor ama ben bunun böyle olduğunu düşünmüyorum. Tabii ki kışkırtılmış, provoke edilmiş bazı unsurlar olsa da asıl olarak siyasal iktidar tarafından hazırlanmış bir darbe girişimi olduğunu söylemem daha doğru olur. Ben bunu 15 Temmuz’un bir hafta sonrasında yaptığım değerlendirmede de söylemiştim. Batıda söylerler: cui bono diye, yani “kimin yararına” diye… Şimdi bu darbenin kime yaradığına bakarak darbenin kimin tarafından hazırlandığını söyleyebiliriz. Ben şöyle değerlendirmiştim:
Öncelikle bu, Türkiye’nin Reichstag halidir. Almanya’da Hitler parlamento binasını yaktırdı ve sonra “bunu komünistler yaptı” dedi. Tarihte bu olay Reichstag yangını diye geçer. Bu olay üzerinden komünistlere karşı bir tutuklama furyası başlatıldı. 100 bin komünist tutuklandı. Dimitrov, bu meselenin Alman faşistleri tarafından planlandığını ve arka planında komünistlere karşı yapılan bir hamle olduğunu kanıtladı. Ama o zamana kadar iş işten geçmiş oldu. Yani “atı alan/çalan Üsküdar’ı geçti”, Recep Tayyip’in dediği gibi… Türkiye’deki durum da bence böyle bir şey. Yani buradan yola çıkarak Fettullah Gülen cemaati temiz midir, öyle bir iddiada değilim. Sonuçta örgütlü bir şekilde yargı organlarına, polise, orduya sirayet etmiş, ekonomik alanda palazlanmış bir yapılanma ve merkezi Amerika’da. Amerika’nın siyasal-ılımlı İslam projesinin bir parçası olarak Fethullah Cemaati örgütlendi bu ülkede yıllarca. Ama Cemaat’in iş ortağı yıllar boyu Tayyip Erdoğan’dı, onun iktidarıydı ve AKP’ydi. Abullah Gül’dü, Bülent Arınç’tı. Bu ittifak derin devleti tasfiye etme planında Cemaat’e inanılmaz olanaklar sunuldu. Onun orduya yerleşmesi (daha önce de yerleşmişti, o ayrı bir şey ama), en yoğun yerleştiği dönem Tayyip Erdoğan dönemidir. Erdoğan, kendi zırhlı aracını başsavcıya tahsis etmişti ve ben Ergenekon davasının savcısıyım diyordu. Şimdi daha önce kendi aracını tahsis ettiği savcıyı fellik fellik arıyor “Fetöcü” diye…
Yani bu, egemen sınıf içerisindeki çatışma sürecidir ama aynı zamanda bir yönetememe krizidir. Şimdi bu yeni siyasal kadro durumu nereye götürüyor, OHAL ve KHK’lar ile? Arada bir şöyle yandaş medyanın kanallarını gezdiğimde oradaki kalemşorlar açık açık söylüyorlar: Türkiye yeni bir kurucu sisteme, felsefeye gidiyor diye… “Bu kurucu felsefenin karşısında duran herkesi tasfiye edeceğiz, bunlar vatan hainidir” diyorlar. Peki, nedir bu kurucu felsefe? Bir kere bu iktidarın seçim ile gitme ihtimali görünmüyor. 7 Haziran seçimlerinde gördük, toplumu savaş içine çekti ve böyle bir ortamda sözde seçim gerçekleştirdi. Halk gerçekten özgür bir seçime gitse ben bu iktidarın geleceğini düşünmüyorum. Mesela son halk oylamasında aslında büyük çoğunluk bunları reddetti. Ama oyları çalarak, baskı yoluyla kendilerini iktidarda tutmanın yolunu yine buldular. Yani bunlar seçimle gitmeyecek. Bunları ya bir iç savaş götürecek, ya bir dış savaş...
Bunlar iktidarda olmak için her yolu deniyorlar, anayasa askıya alınmış durumda, bütün temel haklar askıya alınmış durumda. 12 Eylül darbe anayasası bile bugün bunlara yetmiyor. Bu kurucu felsefe tek din, tek dil, tek millet, tek bayrak, tek devlet ve tek şef… Sonuç itibarıyla ben böyle tanımlıyorum. Yerli ve milli diye bağırarak söylediği şey, biraz Abdulhamit, biraz İttihat ve Terakki. Tabii İttihat Terakki’nin darbeci kliği, 1908 devrimini yapan değil, devrimden sonra Ermeni soykırımına yönelen, ülkeyi telaşa sokan, ülkeyi 1. Dünya Savaşı’na sokan, Alman emperyalizmi ile birlikte savaşın bir tarafı yapan, biraz Enver, biraz Talat, biraz Hitler, biraz Musollini, biraz Saddam… Çünkü öyle bir kişilik ki, adam bir sabah kalkıyor “ben bundan sonra statlardan arena ismini sildim, bundan sonra arena kelimesi kullanılmayacak” diyor. Balkonunda sigara içen adamı azarlıyor, el ele tutuşan gençleri azarlıyor, insanların kaç çocuk yapacaklarına karar veriyor, bira içip içmeyeceklerine karar veriyor. Her şeye, hayatın bütün alanlarına müdahale ediyor. Hayatın bütün alanlarına müdahale eden ve her şeyi kendine bağlayan, şu Yüksel Caddesi’ndeki barikatın konup konmamasına bile doğrudan müdahale eden bir tek şef düzeninde yaşıyoruz. Tam bir kişi kültü ve şef kültü…
Fakat bu, kendi içinde de çok kırılgan, çünkü Cemaat’i tasfiye ediyor, tasfiye ettiği yerlere başka tarikatlar yerleştiriyor. Bunların her biri birbirinin ayağını kaydırmaya çalışıyor. Bunu şuradan anlıyoruz, bir gün 10 bin tane polis alıyor ertesi gün bunun 9900 tanesini Fetöcü diye geri atıyor. Bu durum içerideki iktidar çatışmasının çok açık bir örneği… Efkan Ala bile Fetöye karşı mücadelesinde bunların işine yaramaz hale geldi. Hatta bunun adına “metal yorgunluğu” dedi. Kendi getirdiği Efkan Ala’ya bile Fetö karşıtı mücadelede güvenemezken Süleyman Soylu’yu getirdi. Şimdi Soylu İçişleri Bakanlığını nereden bilir? Bilmez. Soylu, Mehmet Ağar’ın partisindendir.
Bu arada KHK’larla batıda emekçiler işlerinden edilirken, bir başka saldırı olarak Kürt illerinde de başka bir yok etme saldırısı yaşanıyor, sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Köyünde bir köylü tarlasına gidemezse ne olur? Açlık… Yani siyasal iktidar çok yönlü bir saldırı içerisinde. Bir yandan geniş bir soykırım-imha saldırısı varken, dış politikada da maceracı davranıyor. Tabii bu kırılganlık içerisinde tüm bu saldırılarda ne kadar başarılı olabilir bakacağız… Enver ile Talat’ın 1. Dünya Savaşı’na girmesinin sebebi de kendi iktidarlarını korumaktı. Talat Paşa’nın Amerikan elçisi Morgenthau’ya söylediği şeyler çok çarpıcı: “Biz Hınçaklardan (Paramaz ve arkadaşlarını kastederek) 120 kişi tutuklamasaydık onlar bizi devirebilirdi.” Onun için tutuklamak zorunda kaldı. Çarpıcıdır, 1. Dünya Savaşı 1914’te. İttihat ve Terakki savaşa girmeden önce Hınçak’ın önder kadrolarını tutukluyor. Bunlar da bu süreçte HDP’lileri, CHP’lileri tutukluyorlar. 6 milyon oy almış bir partiyi bu ülkeden silmeye çalışıyorlar. Güçleri yetse bunları yapacak.
Dış politikada da Kürt meselesi önlerini tıkayan ana meselelerden bir tanesi. Sınırları dışında Kürtlerin bir statü sahibi olması bu siyasi iktidarı çok ürkütüyor. Sadece Rojava değil, Barzani bile bu iktidarı ürkütüyor diye düşünüyorum. Ticari ilişkileri açısından söylüyorum. Sonuçta Rojava ve Barzani tarafı birer örnek olarak ortada duruyor ve bu durum bu tarafa yansıyor. Yani çok dillilik açısından, demokratik işleyiş açısından vb. Türkiye’de tek din, tek dil, tek millet, tek bayrak ülküsü ile insanlar uzun süre ayakta tutulamaz. HDP’nin seçimlerde başarı sağlamasının temel sebeplerinden biri de buydu ve iktidar bundan çok korktu. Ama artık ülkeyi Türk etnisitesinin egemen olduğu bir sisteme doğru yönlendirmeye çalışıyorlar.
İşin bir başka boyutu da Türkiye kapitalizminin kendini OHAL ve KHK’larla şekillendirmek istemesidir. Emekçilerin iş güvencesini ortadan kaldırmaya, çalışma sürelerini artırmaya çalışıyorlar. Daha az ücretle daha çok çalıştıran bir sistemin önünü açmayı amaçlıyorlar. Tayyip Erdoğan “daha 300 bin kişiyi işten atacağız” diyor. 1 Mayıs öncesi görüşmeye giden, “bizim 1000 tane üyemiz işten atıldı geri alın” diyen DİSK heyetine Süleyman Soylu, “orada durun, biz daha 300 bin kişiyi işten atacağız” demişti. Türkiye burjuvazisi öteden beri kamuda çalışan emekçilerin fazla olduğunu, onların ücretlerinin ve sayılarının azaltılması gerektiğini söylüyor. Bu KHK ve OHAL’e itiraz etmemesinin sebebi bu. Bu düzen Türkiye burjuvazisinin tam olarak işine geliyor. Ki egemenlerce ekonomik krizi aşmak da bu şekilde olacak…
- Bugün iktidarın saldırıları tamamen yanıtsız bırakılmıyor. Ülkenin kimi yerlerinde direnişler devam ediyor. Emekçiler böylesi bir iktidardan rahatsızlıklarını şu veya bu şekilde dile getiriyorlar. Peki, sizce bu saldırı dalgası nasıl püskürtülebilir? Yani bir mücadele programı, çizgisi anlamında soruyoruz. Ayrıca saldırılar karşısında KESK’in tutum ve durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında tek bir mücadele yöntemini kutsallaştırmamak lazım. Özünde genel bir direnişi örgütlemek lazım. Şimdi bazı (KESK içinde de örgütlü olan) siyasal anlayışlar var. Bunlar “OHAL koşullarında sokağa çıkamayız, işyerlerine dönelim, işyeri çalışması yapalım” gibi söylemler ile bahaneler üretiyorlar. Ben bu mantığı yüzde yüz eleştiriyorum. Bu söylem siyasal iktidarın kendi iç çelişkilerini çözmesine fırsat verir. Tam da bu dönemde fiili, meşru ve yığınsal olarak sokağı örgütlemek lazım.
Bir de böyle bir söylemi dile getirmeden pratikte aynı kapıya çıkanlar var. Lami Özgen’in çok güzel bir lafı var: “Ölü taklidi yaparak bu süreci atlatamayız. Bazı kuşlar avcılar geldiğinde ölü taklidi yapıyor, ama avcılar gelip taklit yapan o kuşu eliyle alıp götürüyor”. Şimdi Lami Hoca bu güzel sözün arkasından, bu güzel sözün gereğini yapmıyor. Lami Hoca direnişi örmek için karar alıyor ama direniş örmek için çaba harcamıyor. 21-22 Aralık’ta İstanbul’dan Ankara’ya yürüyeceğiz ve hiç arabaya binmeden bunu yapacağız dedi. Ben en hızlı adımlarla yürüyeceğimizi hesap ederek en az 15 gün süreceğini düşündüm ve sırtımdaki çantama bir yedek bot koydum. Ama biz iki km bile yürümedik. Tamam, saldırılar var ama yürüyebileceğimiz yerlerde bile yürümedik. Varsın yolumuzu kessinler, biz de yolu kapatırdık. Ama bunları yapmadık. Cumartesi eylemlerini KESK Şubeler Platformu yapıyor ama Şubeler Platformu’nun yöneticileri gelmiyor. Tek tük yöneticileri görüyoruz ama kadro olarak gelseler bir yekûn tutacak ve öyle olsa yanlarına kimi üyeleri de getirirler. Ama gelmiyorlar.
İhraç edilenler olarak biz birkaç kere toplandık, bazı kararlar alınmasını sağladık, ihraçlar kurultayı yapıldı ve oradan kararlar çıktı. O kurultaydan merkezi miting dahil birçok karar çıktı. KESK’in işyeri önünde eylem yapma kararı var. Acun, Cemal, ben, ESM’li arkadaşlar bu eylemleri yapıyoruz. Ama başka yapan yok. Siz KESK Genel Merkezi’ndesiniz, siz bu kararı alıyorsanız sizin arkanızdaki kitle nerede? Sizi oraya seçen kitle nerede? Demek ki ya bu kararları suya yazıyorsunuz, ya sizin kitleniz size uymuyor ya da samimi değilsiniz. Bunun başka bir izah tarzı yok. İşyeri eylemini şu an ben ve Cemal sürdürüyoruz. Özel olarak arayıp çağırmama rağmen daha bir kere Lami ya da Şaziye ve yönetimden herhangi birileri yanıma gelmediler. Hatta Şaziye telefonda dalga bile geçti, sana 40 yıl çalıştın diye sormuyorlar mı diye… Ki bu insan KESK MYK Eş Başkanı… Böyle bir anlayışla KESK yok olur gider. Sonuçta ben orada çalışmak zorundayım, maddi açıdan yani. Bilindiği gibi emekli olunca maaşın 1/3’ü gidiyor.
Şu anda yaptıkları tek şey ihraç edilen üyelere bir miktar para yardımı yapmak… Eylemsizliği besleyen ana şeylerden biri de bu. Dayanışma fonu amaç dışı kullanılıyor. Dayanışma aidatı-fonu mücadele eden kişilerin ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılır. Yoksa gidip evinde otursunlar diye para yardımı yapılmaz. KESK her ihraç edilen kişi işyeri önünde eylem yapacak diye karar alsa, çok fazla işyeri olduğu için çok ses getirir. Fiili-meşru mücadele yükselirse iktidar geri adım atmak zorunda kalır. 11 bin öğretmen açığa alındı ve bunun 10 bini KESK üyesi. O zaman bu insanlar merkezi bir mitinge dâhil edilseydi o siyasi iktidar o gün geri adım atardı. Ardından başka KHK’lar çıkmazdı.
Ayrıca bir toplumsal meşruiyet tartışması da var. Zamanında verilmesi gereken mücadele verilmediğinden biz toplumun geniş kesimlerine daha derdimizi anlatamıyoruz. Çevremizdeki insanlar “seni de mi Fetöden attılar” diyor. Biz daha Fetö ile ilişkimizin olmadığını anlatamıyor durumdayız. Dolayısıyla yapılması gereken susmak, ölü taklidi yapmak vb. değil, yığınsal ve sokakları mesken tutan doğduran mücadele biçimleri tercih edilmeli. Açlık grevi bunun en üst boyutu. Ben Nuriyelerle daha açlık grevi başlamadan 1 ay önce konuştum. Bu ülkede açlık grevinin sonuç getireceğine inanmıyorum. Nedeni ise bu ülkenin siyasal iktidarının sahipleri, değil iki insanın iki bin insanın ölümüne bile kendi çıkarları gereği göz yumarlar. Ama itiraf etmeliyim ki benim önerim işyerleri önünden bir eylemli süreç başlatarak merkeze doğru hareketi büyütmek yönlü bir görüşe dayanıyordu. KESK’in frene basmasıyla, kendini sokaktan çekmesiyle benim önerim boşa düştü. Ben bu halimle işyerimde ve Ankara’da çok fazla ses getiremezken, Nuriye Gülmen’in ve Semih Özakça’nın açlık grevi bugün sınırları aşmış durumda. Şu ana kadar Nuriye haklı çıkmış durumda, umarım ki bundan sonra da Nuriye haklı çıkar. Ve toplumsal vicdanın baskısı altında siyasal iktidar geri adım atar ve talepler gerçekleşir. Ve ben haksız çıkarım.
- Önümüzdeki haftasonu KESK Genel Kurulu yapılacak. Siz de üst delegesiniz. Kamu emekçilerine böylesi kapsamlı saldırıların olduğu bir süreçte illaki Genel Kurulun sırtındaki yükün de çok ağır olması gerekir. Sizin, Genel Kurula dönük bir çalışmanız, düşünceniz var mı? İhraç edilmiş bir üst kurul delegesi olarak sizce Genel Kurul nasıl geçer ve sizin bu Genel Kuruldan beklentileriniz nelerdir?
Açıkçası benim çok büyük beklentilerim yok. Ses Genel Merkez Genel Kurulu’na kadar umudum vardı. Orada seçim yöntemleri ya da başka şeyler bahane edilerek bu sendikada egemen olma yarışı içinde olan politik yapıların tutumlarını görünce umudum kırıldı. Bu sendikalarda yabancılaşma, yöneticilerin aldığı ücretlerin genel üyelerinkinden fazla olmaması ile ortadan kalkmıyor. Bu bürokrasi çok para alarak, yolsuzluk yaparak yürümüyor. Bürokrasi bilgi ve iktidar tekeli geliştiriyor. Buraları bilgili insanlar ele geçiriyorlar ve bir cazibe merkezi olarak kullanıyorlar. Bu bilgi ve iktidar tekeli aynı zamanda başka imkânlar da sağlıyor. İnsanlar buralardan hareketle milletvekili olabiliyor. Burayı bir sıçrama tahtası olarak kullanıyorlar. Hiçbir şey olmasa bile toplumda statü sahibi oluyorlar. Asıl bürokrasi politik yapıların istediği uyumlu kadroların yerleşmesi ile oluyor.
Eskiden A yapısından, B yapısından vb. yönetime gelen insanlarla kavga edilirdi. Ve bu kadrolar kendi politik yapılarının düşüncelerini içselleştirmiş olurlardı. Herhangi bir politik yapının içerisinde doğal bir işçi-memur önderi olmayan kişi yönetime gelemezdi. Fakat şimdi bakıyoruz, söz dinleyen, herkesle iyi geçinen ortalama insanlar geliyor ve bürokrasi böyle gelişiyor. Yani politik yapılar burada arkadan denetleyecekleri bir mekanizma kurdular. Seçim yöntemi ile de bu böyle. Şimdi nispi temsil ile belli bir çoğunluğu olmayan yapılar tasfiye edilerek seçimler yapılıyor. Ben üst kurul delegeliğine zar zor geldim, 28 yıldır sendikal mücadele içerisinde olan biri olarak… Veli Saçılık gibi bir arkadaş –ki dünyanın gözü önünde, mücadelenin odak noktasına oturmuş, tek kolu devlet tarafından koparılmış, mücadele etmek dışında bir yolu kalmayan, annesi yerlerde sürüklenen bir arkadaş SES Genel Kurulu’nda üst kurula seçilecek oyu alamıyorsa mücadele eden insanların etkili olabilme şansı yok demektir.
Görülüyor ki yeniden taban inisiyatiflerini geliştirmekten başka yolumuz yok. Politik yapılar sendikaları arka bahçe yapmaktan vazgeçmeliler. Onlar vazgeçmediği takdirde, KESK diye bir şeyin kalmamasının ötesinde, bu tutum bu politik yapıların kendilerini de bitirecek. Hiçbir şey yapmayan bir KESK’in bir KHK’lık işi var. Belediyelere kayyum atanıyorsa, HDP milletvekilleri tutuklanabiliyorsa, KESK’in de ömrü yok diyebiliriz.
KESK mücadele geçmişine sahip çıkmadığı sürece, yeni bir mücadele ilkeleri temelinde sokağa çıkmadığı sürece, işyerlerini örgütlemeye gitmediği sürece tekrar ayağa kalkamaz. Ki bu konuda ben “işyeri işyeri” diye tekrarlayan arkadaşlara da burada gönderme yapıyorum. İşte işyerinde direnenler ortada ama bu arkadaşlar bir kere yanıma gelmediler. Bu arkadaşların bir sendikadaki genel başkanları ihraç edildi, en azından onun için eylem yapsınlar. İşyeri deniliyor ama işyerinde de direnilmiyor. İhraç edilen arkadaşlarını dahi savunmuyorlar. Böylesi bir tutumla nasıl bir güven verilebilir? Kişisel olarak diyelim ki benimle araları iyi değil, o zaman başka direnenleri sahiplensinler. Seni destekleyen yurtsever emekçiler var, onlar için bir eylem ya da dayanışma yap. Bu pasiflik nereden geliyor bilemiyorum. Şu ya da bu yüzden eylem yapmıyorlar diyemiyorum, hükümetle anlaşmalılar diyemiyorum. Ama sonuçta bir şey yapmadıkları açık. Ortadaki olgu bu. Doğru kararlar alınıyor ama doğru kararlar yerine getirilmiyor.
Kısacası KESK arka bahçe yapılarak bu durum içselleştirilmiş durumda. Orada iktidar savaşı veren bütün politik yapıların sorumluluğu var. Ama bütün sendikalarda egemen ve belirleyici olan yurtseverlerin sorumluluğu hepsinden daha fazladır. Ve şöyle bir şey yapıyorlar: seçimlere giriyoruz, seçeceği kadroyu belirliyor ve yedek kadrosunu da belirliyor. Bari yedek kadroları doldurma. Ola ki bir tanesi emekli vb. olursa, onun yerine de benim anlayışımdan biri gelsin diye… Yabancılaşma dediğimiz şey, egemen sınıfın yönetim tarzını taklit etme dediğimiz şey tam da budur. Kendi inisiyatifi dışında hiçbir şeye izin vermeyen bir anlayış egemen oldu. Ve bu yapıların birçoğu da kendi iç dinamikleri üzerinden seçilmiyor. Birçoğu dışarıdan talimatlarla belirleniyor. Kimin başkan adayı olacağı belli değil. Adaylar ya da aday son gün bir yerlerden belirlenecek. Atama ile başkan gelmesi üzerinden KESK meşru bir sendikacılık yapamaz. Bu gidişle KESK kapatılır. Biz buna hazır olmalıyız. Yani sendikasız mücadele etmeye hazırlanmalıyız.
Biz bir ay kadar önce tabandan ihraçlar olarak zorladık. İhraçlar olarak bir araya gelip bir şeyler öneriyoruz ama şubeler platformu bunu uygulamıyor. Biz KESK’e sunacağımız önerilerimizi Ankara’da 70 kişinin katıldığı bir toplantıda belirledik. Hatta öneriyi de geçtim, bu yetmiş kişi içinden bir komisyon oluşturduk. KESK bu komisyonla ortaklık yapmayı kabul etmedi. Ana omurgası üç kişi üzerinden dönen bir dönem sözcülüğü var. Bu uzun yıllardır böyle. Niye bu üç kişi? Başka kişiler yok mu? Bu üç kişinin inisiyatifinde yapılan eylemlere baktığımızda polisin izin vermediği bir eylemin yapılmadığını görüyoruz. Polisle karşı karşıya gelmeme konusunda bir karar mı almışlar? Zaten bu, dünyada böyledir. Mücadele tek tek kişiler üzerinden şekillendiği yerde devletin onu bir biçimde entegre etmesi mümkündür. Ya para ile satın alır, ya iyice yükseltir vb.
KESK’in karar mekanizmalarının seçimden seçime uzun zaman aralıkları ile belirlenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Mesela KESK dışında Temsilciler Kurulu bir karar organıdır ve ayda bir toplanması gerekir. Ama aylardır biz Temsilciler Kurulu’muzu toplayamıyoruz. Genel Kurul’a geldiğimiz zaman bütün gruplar oy verecek kişileri topluyorlar, getiriyorlar oy verdiriyorlar ama bir temsilci Temsilciler Kurulu’na gelmiyor. Onu yönlendiren siyasi anlayış onu getirmiyor. “Nasıl olsa temsilcilik bizde, bizim arkadaşlarımız yönetimde vb.” mantığı ile hareket ediliyor. İşte “Temsilciler Kurulu’nda Mahmut gelecek bir şey söyleyecek, Veli gelecek bir şey söyleyecek ve bizim temsilcinin kafası karışacak” -böyle bir mantık var. Bürokrasi taban inisiyatifi ve böylesi mekanizmalar işletilmeyerek ayakta duruyor.
Tabii tabanın söz ve karar sahibi olduğu mekanizmalar bunlardan ibaret değil. İş yerinde bütün üyelerin, hatta üye olmayanların da katıldığı toplantılar düzenlense, birebir çalışanlarla bağ kurulsa bürokrasi gelişemez. Karar mekanizmalarının oluşması konusunda, tüzüğün oluşması konusunda çok mücadele verildi ve bu mücadeleye çok kişi katıldı. Bugün getirilmek istenen yapı aslıdan bizim taban inisiyatifini içeren önerilerimizi dışlama üzerinedir. Mesela KESK Meclisi, Merkez Temsilciler Kurulu 4 ayda bir tabanda seçilerek gelsin diye önerdik. Bu onların çıkarlarına uygun gelmedi. KESK Genel Kurulu’nda seçilmesini tercih ettiler. Ki bu durum yönetimi hantallaştırmak dışında hiçbir işe yaramıyor. Hâlbuki dinamik olan, hayatın içinden gelen bir tek kişi bile olsa daha farklı olur. Bizim bu önerilerimiz hâkim anlayış tarafından reddedildi.
Son olarak şunları söyleyeyim. Ben hayattan, mücadeleden umutluyum. İki insan bedenini açlığa yatırarak sesini bütün dünyaya duyurabiliyorsa; dışarıda iki insan, Acun ve Veli plastik mermilere ve gaza göğüs gerebiliyorsa, onların yanında duran insanlar baskılara rağmen direnişi ve umudu ayakta tutabiliyorsa, ben bunun toplumda yavaş yavaş yer eden tohumlar olduğunu düşünüyorum. Bu baskı mutlaka bir yerlerden kırılacaktır. Bu cendere sadece bizi değil, işçileri öğütüyor, farklı olan herkesi öğütüyor. Mesela Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü”nün bile toplumda bu kadar yankı bulması, kitlelerde arayış olduğunu gösteriyor. Rahatsız olan kitleler var. Ve yolunu bulduğunda bu patlayacaktır. Benim umduğum bunun tabandan ve örgütlü bir şekilde olabilmesidir. Ki örgütsüz ve dağınık olan kitleleri bastırma konusunda bu ülkenin egemenleri mahirdir. Örgütlü olursa bastırma imkanı yoktur. Ya bir devrimci dalga bu faşizan gidişi durduracak ya da faşizm bizi yok edecektir.
Kızıl Bayrak / Ankara