Krizin yıkıcı etkileri her geçen gün daha da derinleşiyor. Yaygınlaşan işten çıkarmalar, ardı arkası kesilmeyen zamlar, eriyen ücretler, ücretsiz izinler, fazla mesai dayatmaları, kitlesel boyutlara ulaşan iş kazaları, iyice ağırlaşan çalışma ve yaşam koşulları...
İşçi hareketi ve sınıf kitleleri cephesinden bu saldırılara anlamlı karşı koyuş örnekleri henüz yok denecek kadar az. Bu durum esasen şaşırtıcı da değil. Zira işçi sınıfı krizi, bilinç ve örgütlülük düzeyi açısından en geri koşullar içinde karşılıyor. Krizin daha da şiddetlenmesi ve uzun vadeye yayılmasının bu durumda ne tür değişikliklere yol açabileceğini önden kestirmek ise çok mümkün değil. Ancak sermaye krizin faturasını işçi ve emekçilere çıkaran politikaları uyguladığı sürece, mücadele eğiliminin güçlenip yaygınlaşması güçlü bir olasılıktır.
Başta sol çevreler olmak üzere birçok kesim bu olasılık üzerinden krizi izliyor. Düzen muhalefeti de dahil birçok çevre, işçi sınıfının nihayet sahneye çıkıp yıkamasa da AKP’yi hiç değilse sallamasını, ona seçmen tabanı olmaktan çıkıp böylece oy oranını düşürmesini umuyor ve bekliyor. Bekliyor diyoruz, zira şu veya bu biçimde bu beklentiyi taşıyanların bu konuda yaptıkları çok az şey göze çarpıyor. Düzen solu ise neredeyse hiçbir şey yapmıyor. Kriz üzerinden izlediği “siyaset”in içeriği, düzen solunun sermaye sınıfının hizmetindeki konumunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Gene de, düzen partilerinin değilse bile tek adam rejimi karşıtı bazı kesimlerin ilgisini işçi sınıfı ve emekçilere çevirmiş olması olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmeli.
Sınıf hareketiyle bağını ne yapıp edip AKP’yi devirmek çizgisinin ötesinde tanımlayabilenler için durum biraz daha farklı kuşkusuz. Krizin işçi hareketini derleyip toparlamasını ve nihayet siyaset sahnesine çıkarmasını bekleyenlerin sayısı da kendi içinde az değil.
Derinleşen ekonomik krizin yol açacağı sonuçlar, AKP’nin oy tabanını belli oranda eriterek, birçok açıdan sıkışmış olan rejimin bir de buradan darbe almasına yol açar mı? Bu konuda elbette kesin şeyler söylenemez ama krizin sonuçlarının sınıf hareketinin on yılları bulan yapısal sorunlarını bir çırpıda çözemeyeceği yeterince açık olmalıdır.
Derinleşen ve belli bir zaman dilimine yayılan bir kriz durumu tabii ki sınıf ve kitle hareketinin gelişimi için önemli imkânlar ve dinamikler yaratıyor ve yaratacaktır. Mücadelenin tabanı genişleyecek, belki de geniş kitleleri mücadeleye sürükleyecektir. Ancak, gerçekleşmesi durumunda bile bunun kendiliğinden kararlı ve sonuç alıcı bir mücadeleye yol açacağını düşünmek, sınıf hareketinin ve işçi kitlelerinin gerçek durumuna gözlerimizi kapatmak anlamına gelecektir.
Sınıf hareketinin ve emekçilerin içinde bulunduğu cendere
Sınıf hareketimizin yapısal sorunları biliniyor. Belli çıkış arayışlarına rağmen sınıf hareketi içinde sıkıştığı kısır cendereyi uzun yıllardır aşamamaktadır. Yer yer kendini ortaya koyan güçlü mücadele örnekleri, ya hareketin genel tablosunda bir değişiklik yaratamadan kısmi kazanımlarla geri çekilmektedir ya da hareketin mevcut tablosu içinde hiçbir kazanım elde edemeden ezilmektedir. Genellikle yaşanan da bu ikincisidir.
Hareketin birleşik karakterden yoksun parçalı ve dağınık yapısı, ‘89 “Bahar Eylemleri”nden bu yana sürmektedir. Eylem kapasitesindeki darlık kendini sık sık dışa vuran militan mücadele örneklerine rağmen aşılamamakta, bilinç düzeyindeki gerilik alt edilememekte, neredeyse sınıfın tek örgütlülüğü olan sendikalardaki bürokrasinin bozucu etkisi sökülüp atılamamaktadır.
Siyasal baskı ortamının yarattığı ürküntü, dinsel gericiliğin geniş işçi kitleleri arasındaki genişleyen etkisi, toplumsal gerilimlerin ve siyasal süreçlerin yarattığı kutuplaşma, Kürt sorunu merkezli şoven-milliyetçi söylemlerin tahrip edici sonuçları vb., örgüt ve mücadele düzeyindeki geriliği tamamlayan ve gerisin geri bunu besleyen faktörler olarak varlığını sürdürmektedir.
Kriz karşıtı mücadelenin güncel tablosu
Kriz sürecinin kısa zamanda sınıf hareketinde ve işçilerin mevcut durumunda köklü değişikliklere yol açması beklenmemelidir. Krizin açığa çıkaracağı mücadele dinamikleri, bugünkü bilinç ve örgütlenme düzeyi düşünüldüğünde, ancak etkili bir devrimci siyasal müdahaleyle anlamlı sonuçlar yaratabilir.
Sol hareketin sınıf hareketi ile mevcut ilişkisi, bugünkü “sınıfa ilgi”nin gerçek sınırlarını da ortaya koymaktadır. Yazık ki tablo iç açıcı değildir. Söylemi ne olursa olsun sol hareketin sınıfa ilgisinin konjonktürel olduğu bir olgudur. Türkiye’de içine girilen yeni sürecin bu bağı güçlendireceği düşünülebilir. Ancak bunun gereken biçimiyle kurulabilmesi, sınıf hareketinin kendi iç gelişmelerinden çok sol siyasal yapıların kendi iç evrimleri ile mümkündür. Geleneksel sol hareketin kriz merkezli olarak sınıfa gösterdiği ilgi, sınıf merkezli bir siyasal mücadele kavrayışına dayanmadığı ölçüde, geçici olmaya mahkumdur. Bu konuda nispeten daha “kavrayışlı” ve ilgili görünen bazı reformist çevrelerin ise, mücadele şiddetlendikçe hızla hareketin gerisine düştükleri son dönemde yaşanan birçok örnekten biliniyor. Dahası, sendikal bürokrasinin en küçük bir hareketlenme gösterdiği her durumda, doğası gereği bu reformist çevreler derhal ve kolayca ona yedekleniyorlar.
Geçmiş yıllardaki kriz ve genel saldırı süreçleri düşünüldüğünde, tabandan gelen basıncın alt kademeden başlayarak sendikal bürokrasiyi harekete geçmek zorunda bıraktığı örneklere sık sık rastlanabiliyordu. Çoğu hava boşaltma niyeti taşıyan Ankara merkezli büyük işçi eylemleri bu basınçların ürünü olarak düzenleniyordu. Alt kademe sendikacılar tam da böyle dönemlerde, “tabanın sesini temsil” iddiasıyla üst yönetimlere bayrak açıp ayrı platformlar oluşturulabiliyorlardı. Bu platformlar bir yanıyla hareketin belli sınırlarda tutulması işlevi görseler de, öte yandan sınıf içindeki öncü kesimlerin toplandığı zeminler olarak mücadeleyi ilerletici bir merkez rolü oynayabiliyorlardı.
Sermaye uşağı kimliğini on yıllar içinde yeterince kanıtlamış üst kademe sendikal bürokrasiyi bir yana bırakalım. Ondan kopma gücünden yapısal olarak yoksun, bu nedenle temel davranış biçimleriyle onunla bütünleşen alt kademe sendikal bürokratlarının kriz karşısında yapabilecekleri de bir hayli tartışmalıdır.
Tüm bunları unutmamak kaydıyla, sınıf devrimcileri, sendikal ve siyasal alandan kriz gündemiyle bağlantılı her türlü mücadele arayışını dikkatle izlemelidirler. Mücadele arayışına yanıt oluşturmaya çalışan her anlamlı çaba desteklenip teşvik edilmelidir. Taban örgütlülüğü ve inisiyatifi, fiili-meşru mücadele çizgisi, kapitalizmin krizini çözmeye değil derinleştirmeye yönelen bir müdahale hattı ve nihayet sınıfın bağımsız siyasal bir tutumla mücadele sahnesine çıkmasını her şeyin önüne koyan bir bakış, temel hareket noktalarımızdır.
Krize karşı oluşan dinamikler, fabrika merkezlerine ve sanayi havzalarına dayalı belli örgütlenme biçimleri (birlikler, fabrika kurulları, işçi platformları, işyeri komiteleri) etrafında toparlanmaya çalışılmalıdır. Ancak sınıf hareketinin parçalı ve dağınık yapısı düşünüldüğünde, krize karşı mücadelenin esas alanının halen fabrikalar olduğu gerçeği bir an bile unutulmamalıdır.
Ekonomik-sosyal saldırılar ile demokratik hak ve özgürlüklerin gaspı arasındaki bağ döne döne işlenmeli, buna dayalı bir pratik mücadele hattı izlenebilmelidir.
Toplumsal kutuplaşma ve bunun beslendiği siyasal sorunlar konusunda gerçekleri dosdoğru ortaya koyan kapsamlı bir propaganda-ajitasyon faaliyeti, önümüzde duran görevlerden bir diğeridir.
Yaşanan ücret kayıpları ve artan hayat pahalılığı düşünüldüğünde, yaklaşan asgari ücret ve unutturulmaya çalışılan “Ocak zamları” dönemi, birçok fabrikada başlayacak olan sözleşme süreçleri, mücadelenin keskinleşeceği dönemler olmaya bugünden adaydır.
Devrimci sınıf çalışmamız mevcut temposunu adım adım yükselterek, bu süreçleri en iyi şekilde değerlendirmeye odaklanmalıdır.