Biz farklı sektörlerde çalışan işçileriz. Çiğli’de İşçi Kültür Sanat Evi Derneği bünyesinde bir süredir işçi arkadaşlar olarak bir araya geliyoruz. Hepimiz iş çıkışı dernekte buluşuyoruz. Bazen kimimizin üstü başı mermer tozu, kimimizin ise iplik parçalarıyla dolu oluyor. Bir demli çayımızı içip yorgunluk attıktan sonra çalışmalara başlıyoruz. Bizim için tiyatro “fazla mesai” oluyor ama biz bu fazla mesaiye gönüllü olarak kalıyoruz. Bu sebeple de tiyatro topluluğumuzun adını “fazla mesai” koyduk. Profesyonel tiyatro oyuncuları değiliz, işçiyiz. Biz bir işçi tiyatrosuyuz ve her şeyden önce kendimizi oynuyoruz.
Kızıl Bayrak okurlarıyla deneyimlerimizi paylaşmak istiyoruz ve basit bir soruyla başlamak istiyoruz: Bir işçi çalışma şartlarının ağırlığından, mesailerden ve maddi yetersizliklerden kaynaklı ne kadar sosyal aktivitelere katılabilir ki? Cevabı kendi hayatımıza ya da etrafımızdaki hayatlara bakarak hemencecik verebiliriz değil mi? Bir işçi için sosyal aktivite, ailesiyle beraber akşam evde televizyon izlemekten ibaret çoğu zaman. Televizyonda verilen diziler ve filmler de malum. Hepsi beyinleri uyuşturuyor. İşte bu yüzden bizim bir alternatifimiz var demek için biz “fazla mesai” yapıyoruz.
Oyunlarımızın konularını biz işçi ve emekçilerin sorunları oluşturuyor. Oyunlarınmızı doğaçlama olarak ortaya çıkarıyoruz ve diyaloglarını çıkarırken zorlanmıyoruz aslında. Çünkü bunlar bizim her gün fabrikalarda karşılaştığımız diyaloglar, olaylar... Sadece bu diyalogları eleştirel bir gözden geçirip içine mizah da katarak tekrar üretiyoruz. Aydın böbürlenmesine girmeden kolektif bir emeğin ürünü olarak oyunlarımız ortaya çıkıyor. Öyle ki, oyunlarımızın prova çalışmalarını Çiğli Fazla Mesai Tiyatro Topluluğu facebook adresimizden de paylaşıyor, oradan da yorum ve eleştirileri alıyoruz. Tiyatro çalışmalarımız tüm işçi ve emekçilere açık ve yine facebook adresi üzerinden sürekli duyurusu yapılıyor.
Genellikle eylem ya da etkinlikler için küçük oyunlar hazırlıyorduk. Bu esnada kendimizi tekrar tekrar üretiyorduk. Ancak en başta size sorduğumuz soruyu elbette ilk önce kendimize sorduk. Bu soruya bir de “peki tiyatroyla işçi ve emekçilerin eğitimini sağlayabilir miyiz, tiyatro bir propaganda aracı mıdır?” sorularını ekledik. Verdiğimiz cevaplarla birlikte kendi kabuğumuzdan sıyrılarak devrimci sanatı işçi ve emekçilerle buluşturmaya, bu yolla işçi kadınları ve erkekleri örgütlü saflarda bir araya getirmeye karar verdik. Bu gerçeklikten yola çıkarak biz de artık eylem ve etkinlik takvimlerine sıkışmayan sokak oyunları oynamaya, işçi ve emekçilerin olduğu her yere gitmeye başladık. Meydanlar, sokaklar, şantiyeler, organize sanayi bölgeleri artık bizim sahnelerimizdir.
Örneğin, bu kararla beraber biz son oyunumuzda kadın cinayetlerini işledik. Dedik ya, konularımız bizim sorunlarımız diye. Kadın cinayetleri de her şeyden önce aslında biz işçi ve emekçilerin sorunu. Evet, kadın sorunu toplumsal bir olgu. Ancak dönüp bakın, kadını ikinci cins olarak gören anlayışın kapitalist sistem tarafından tarihten devralınarak katmerleştirildiğini ve din, aile, töre gibi algıların, bunların yanında evde ve işte sömürünün işçi ve emekçi kadını kestiğini göreceksiniz. Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri de aynı düzlemde. Bir zengin kadın eşinden boşandığında “ne yapacağım?” diye düşünmez. “Baba evi kabul eder mi?”, “Konu komşu ne der?” derdi olmaz. Boşandığı eşi “namus” kurtarma derdine düşmez. Namus, töre, din zehriyle zehirlenenler hep bizler olduk. Zehirleyenler ise, biz bu “kader” denen aşılanmaya ve katliamlara boyun eğerken bizlerin sırtından saltanatlarını kurdular. Dönüp bakın kadın cinayetlerine kurban giden kadınların hemen hemen hepsi işçi ve emekçi kadınlardır. Töre cinayetlerine kurban giden bir burjuva kadın duydunuz mu ya da 13 yaşında evlendirilen bir zengin kız çocuğu gördününüz mü? Biz görmedik!
Hep biz işçi ve emekçiler bu sorunlarla boğuşuyoruz. Bizi yönetenler, patronlar, için ne cins ayrımı var ne din ne de ulus’. Onlar, iş bizi sömürmeye geldiğinde, “kadın bu işi yapamaz” demiyorlar. Ama söz konusu işçi kadınlarsa,“onlar çalışamaz, üç çocuk doğurmalı” diyorlar. Bu konudaki samimiyetsizlikleri, daha doğrusu ikiyüzlülükleri kadın cinayetleri noktasında tam bir tiksinti boyutuna varıyor. Siz kadının ölmesi için tüm toplumsal şartları sağlayın, öldüreni koruyup kollayın sonra da timsah gözyaşları dökün.
Aynı zamanda kadın cinayetleri sadece işçi kadının sorunu değil, insanlıktan çıkarılan işçi erkeklerin de sorunudur. Arkasında ekonomik sıkıntılar, yerleşmiş önyargılar ve gerici bakış olabilir ama sonuçta erkek bu sistemde insanlıktan çıkarılmaktadır. Bu cinayetlere karşı mücadelede erkek işçiler, kadın işçi arkadaşlarının arkasında değil, yanında olmalıdır. Bir cins ezilirken, katledilirken bir diğer cins de insanlıktan çıkarılmaktadır. Bu hepimizin sorunudur. Olaya erkek düşmanlığı olarak bakılırsa asıl kaynak gözden kaçırılır. Zaten beyinleri uyuşturmaktaki amaçları da bu değil mi? Kaynağı gözlerden uzak tutmak. Bu bizim sorunumuzsa, bu soruna en fazla biz sahip çıkmalıyız. Kaldı ki, bu cinayetleri ortadan kaldıracak olan da biz işçilerden başkası değil. Bu sistemi alt etmeden, bu sistemin ürettiği pislikleri de temizleyemezsiniz.
Oyunumuz da bu bakış açısıyla çıktı ortaya. Derdimiz salt kadın cinayetlerine dikkat çekmek değil, derdimiz işçi kadın ve erkeği bu soruna karşı eğitmek, örgütlü mücadele saflarına çekmek. Elbette bunu kaba ajitasyonla değil, kafalarda soru işaretleri bırakarak, seyirciyi oyunun içine katarak ve suçlayarak yapmak. Sanat işte burada etkin bir araç bir nevi bir silah bizim için.
Kurgumuzda boşanma evresinde, iki küçük çocuğuna bakmak için çalışma saatleri uygun bir iş arayan işçi kadın var. Bir iş görüşmesi için erkek bir arkadaşla buluşup iş yerine giderken eşi tarafından takip edilip katlediliyor. Oyunumuz bu kurgu etrafında dönüyor ve katlediliş anında toplumun erkeğe biçtiği rolü yansıtmaya çalışıyoruz. Kadın öldükten sonra doğrularak seyircilerle konuşmaya başlıyor; “Beni kim öldürdü?” sorusu etrafında kadın cinayetlerini ve arkasında yatan sistemi sorgulatmayı amaçlıyor. Bu oyunu tamemen doğaçlama olarak ortaya çıkardık. Bir parkta oynadık ve şimdi de her çalışmada bir şey ekliyoruz. Oyunlarımız da sürekli değişiyor, sürece göre şekilleniyor yani canlı, soluk alıp veriyor.
Elbette, “beni kim öldürdü?” bir örnek. Bir yandan bu oyun üzerinde çalışıyoruz diğer yandan da başka oyun hazırlıklarını yürütüyoruz. Kafamızda, Suruç katliamı üzerinden kirli savaşı konu alan bir oyun var. Kirli savaşların, halkları kıyımdan geçiren gerici odakların ve bunların arkasındaki emperyalist güçlerin hegemonya hırsları, en başta biz işçi ve emekçileri vuruyor. Daha önce DGB Kuruluş Etkinliği’nde oynadığımız ve Kobanê sürecini işçilerin gözünden anlatan sahne oyunumuzu sürece göre tekrar yorumlayarak sokak oyunu biçimine bürümeyi hedefliyoruz. Bu oyunla da savaşı, savaş çetelerini sorgulatmayı ve kardeşleşmeyi anlatmayı hedefliyoruz. Sonrasında işçi cinayetleri, devlet terörü vb...
Sokaklarda olmaya özen gösteriyoruz. Gündemdeki yakıcı konulara dokunmaya ve işçi ve emekçileri bu konular etrafında kendi sözünü söyletmeye çalışıyoruz. Örneğin, bir çalışmamız da sokak röportajları üzerine. İş çıkışı saatlerinde özellikle yollarını kesip sorumuzu yöneltiyor ve kayıt alıyoruz. Bu çalışmamız ilgiyle karşılandı ve bir çok işçiyle iletişime geçmiş olduk. Bu sokak röportajlarını çeşitlendirmek ve görsel olarak desteklemek önümüzdeki dönem yapacaklarımız arasında.
Henüz yolun başındayız. Ancak kararlıyız. Fabrikalarda üç kuruşa çalıştırılan, gerici ideolojilerle beyni bulandırılan, canı yok pahasına alınan biz işçiler daha güzel yarınları yaratmak için her yolla mücadeleyi kuşanacağız. Fabrikalarımızda örgütleneceğiz, alanlarda olacağız, kah bir şiirin dizelerinde kah bir sokak oyunun ortasında her an kavgayı büyüteceğiz.
Tüm işçi arkadaşlarımıza sesleniyoruz. Özne olalım, üretelim, paylaşalım ve tabii ki değiştirelim ve örgütleyelim!
Çiğli Fazla Mesai Tiyatro Topluluğu