Devrimin ve komünizmin büyük şairi Nazım Hikmet...

Nazım'ı hapishanelerde teslim alamayanlar, onun adını ders kitaplarına hapsetmeye çalışacaklar. Adını büyük puntolarla “vatan haini” yazan gazeteler ise artık çoktan ondan “büyük Türk şairi” diye bahsediyorlar.

  • Haber
  • |
  • Kültür-sanat
  • |
  • 03 Haziran 2015
  • 10:22

O mavi gözlü bir devdi...

 

O mavi gözlü bir devdi”, vasiyeti “Anadolu' da bir köy mezarlığına gömülmekti”. “Taş maş da istemiyordu”, “Başında bir de çınar ağacı“ olsaydı yetecekti. Fakat o bir “vatan hainiydi” ve sürgünde öldü. Hapishanelerde geçti ömrü, idamla yargılandı. Yaşamak şakaya gelmediğinden büyük bir ciddiyetle yaşadı, hem de hiç ölünmeyecekmiş gibi. Ve dışarıda 40 günlük yerde yaprak kıpırdasa O da oradaydı. İdamla yargılanıyorken “ölüm, bir ipte sallanan bir ölü. Bu ölüme bir türlü razı olmuyor gönlüm. Fakat zavallı bir çingenenin kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli geçirecekse eğer ipi boğazıma, mavi gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nazım'a” diyerek, düşünceleri uğruna ölümden korkmadığını gösterecekti. Kalbi hep en uzak yıldızla birlikte çarptı. Çünkü, ya ölü yıldızlara götürecektik hayatı, ya da dünyamıza inecekti ölüm. Bursa hapishanesine atarak tövbekar olmasını bekleyenlere inat yoldaşlarına ve sevdiklerine gururla “sevdalınız komünisttir, yatar Bursa kalesinde. Mahpus ama zincirini kırmış da yatar” diyebilecek kadar ideallerine bağlıydı. Belki “yatacaktı 10 yıl-15 yıl, daha da yatacağından başka”, fakat O, “sallansaydım bir bayrak gibi ipin ucunda keşke” demeyecek, yaşamakta ayak direyecekti ve “asla kararmayacak”tı göğsünün sol tarafındaki cevahir.

Bugünlerde O'nun politik kimliğinden korkmaya devam edenler Nazım'ı sadece bir “aşk şairi” olarak anıyorlar. Ancak yine Nazım'ın şiirleri, hiçbir şiirinin politik kimliğinden ayrı düşünülemeyeceğini de gösteriyor. Çünkü “Topraktan, ateşten ve demirden hayatı yaratanların” şairiydi O. “Seviyorum insanları, sen kavgamın içinde bir insansın sevgilim, seni seviyorum, kavgamı seviyorum” derken, mevcut burjuva düzenin tüm kurulu yapısıyla birlikte, değer yargılarının ve kültürünün de karşısında olduğunu ilan etmekteydi. Zaten Tahir olmakta ayıp değildi, Zühre olmak da. Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değildi. Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekti. O bahçesinde ebruli, hanımeli açan evin yapamazdı yapısını, çalamazdı kapısını. El kapılarının kapandığı, insanın bir başka insana kul olmadığı sosyalist bir düzendi arzuladığı. O, bilimsel sosyalizmi, şiirleştirerek anlatabilecek kadar özümsemişti. Yani “24 saat Marks”, “24 saat Engels”, “24 saat Lenin”di yaşam felsefesi.

İdealleriyle, O'nu hapishanelerde yok etmeye çalışan burjuva düzenin tüm engellerini aşıyor, etrafına örülen duvarları yıkıyordu. Nerede bir isyan, nerede bir başkaldırı olsa kalbi orada çarpıyordu. Yani, mahpushane duvarlarının arkasındaki dışarıyla birlikte yaşıyordu. Bazen Sarı nehre doğru ilerleyen Çin devrimcilerinin yanında, bazen de Hitler faşizmine karşı savaşan partizanlarla oluyordu. Ve memleketini sevdiği için O da asılıyordu Tanya'yla birlikte. Moskova önlerinde dövüşüyordu sonra faşizme karşı. Ve mutluluğun resmini çizemese de, 1961 yazının ortasındaki Küba'nın mutluluğunu hayal edebiliyordu. Mustafa Suphilerle birlikte boğuluyordu Karadeniz'de ve saplanıyordu göğsüne 15 beş kara saplı bıçak. Ve “ballı incirleri hep beraber yiyebilmek ve yarin yanağından gayrı, her yer de hep beraber olabilmek için” kılıçtan geçiriliyordu Bedrettin'in 40 bin müridiyle birlikte. Destanında “yalnız onların maceraları vardı”. Çünkü biliyordu ki; “sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak” nasıl çıkardı karanlıklar aydınlığa.

Ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin, emeğimizin, alınterimizin yerli ve emperyalist tekellere resmi satışının imzalandığı parlamentolarından çıkardıkları kararlarla O'nu “vatandaş Nazım“ yapmaları ise ikiyüzlülükten ibaretti. Çünkü Nazım'ın memleket sevgisi “kasaların ve çek defterlerinin içindekiler” değildi. “Şose boylarında açlıktan gebermek, kışın soğuktan it gibi titremek ve sıtmadan ölmek de değildi yazın. Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması, topu da değildi” Nazım Hikmet için vatan. O “kardeşlerim bakmayın sarı saçlı, mavi gözlü olduğuma, ben Asyalıyım, Afrikalıyım” derken, “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşanacak bir gelecekten bahsediyordu. İşte o gelecekte, “Paranın padişahlığı ve yobazın karanlığı” hüküm sürmeyecek, “ve insanlar ellerini korkmadan, düşünmeden, birbirlerinin ellerine bırakarak, yıldızlara bakarak; ‘yaşamak ne güzel şey' diyeceklerdi.” O'nun arzuladığı gelecekte 17 yaşında çocuklar yaşı büyütülerek asılamayacaktı. Çocukların payına düşen Filistin'de, Irak'ta, Kızıltepe'de, Diyarbakır'da olduğu gibi yaşlarından fazla mermi çekirdekleri değil, oyuncaklar ve şekerler olacaktı. Hep birlikte “güzel günler görülecek, motorlar ışıklı maviliklere sürülecekti”.

Bugün 3 Haziran 2015. 52 yıldır Nazım Hikmet şiirleriyle yanı başımızda, aramızda. Ama Anadolu'da bir köy mezarlığında değil, Moskova'da bir gömütlükte yatıyor. Başında bir çınar ağacı da yok. Fakat hala “günler ağır, günler ölüm haberleriyle geliyor” ve yine “bize bir parça hüzün bırakarak dimdik gidiyor ölülerimiz, ve biz yine gözyaşı göstermeden ağlamaya devam ediyoruz” gelen ölüm haberlerine. Ancak her şeye rağmen Nazım'ın umudu olan “tohumların tohumu, serpilip gelişen Türkiye işçi sınıfı” bizim de umudumuz olmaya devam ediyor. Çünkü “beklenen günler, güzel günler ellerinizdedir. Haklı günler, büyük günler, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri…” Ve mutlaka; “dolaşacaktır elbette, en güzel elbisesiyle, işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet”.

Nazım'ı hapishanelerde teslim alamayanlar, onun adını ders kitaplarına hapsetmeye çalışacaklar. Adını büyük puntolarla “vatan haini” yazan gazeteler ise artık çoktan ondan “büyük Türk şairi” diye bahsediyorlar. “Arkadaşlarının kanlı kesik başlarını altın tepsilerde satan”, ‘köşe yazarı aydınları' da belki yine denize karanfiller bırakıp, şiirlerini okuyarak onu yadedecekler. Yani yine, “ellerimizden geçinen herkes” ona dair yalan söyleyecek.

Fakat bu kez “bir vapur geçmeyecek Varna önünden” ve onu sadece mısralarına ihanet etmeyenler duyacak. Ve bizler; dillerimizde onun şiirleri ve gelecek “güzel günlere” dair inancımızla safları sıklaştırmaya devam edeceğiz. Ve “Bizden sonra gelenler demir parmaklıklardan değil, asma bahçelerinden seyredecekler bahar sabahlarını, yaz akşamlarını”...

Seni unutmadık, unutturmayacağız Nazım Hikmet!