Çok para

Ahmet’in gözleri kapanıyordu. Uykusuzluktan değil, halsizliktendi. Zorlanıyordu çalışmakta. Ürünü banttan alıp, prese yerleştirmek, basmak ve banta yerleştirmek yorucuydu. Yağdan, kokudan, halsizlikten iyice bitkin düşmüş, yine de hızla ürünleri yerleştirmeye çalışıyordu. Bir ürünü alırken yağ birikintisinde ayağı kaydı. Başı makinaya yaklaştı. Bir çığlık koptu o anda, atölyeyi sessizliğe mahkum eden bir çığlık…

  • Haber
  • |
  • Kültür-sanat
  • |
  • 22 Aralık 2019
  • 11:14

O gün okuldan işe gidiyordu. Durağa gelmiş, minibüsü beklerken, düşünceleri yine birbirini kovalıyordu. Bedensel olarak da yorgun hissediyordu kendini. Neredeyse her gün bitkin hissederdi. Çalıştığı atölye on üç yaşındaki bir çocuk için çok ağır koşullara sahipti. Ne yapması gerektiğini düşünür, bir şey aklına gelmezdi. Babasının “Para gerek, çok para. Okuyup ne yapacaksın? Biraz zanaat öğren de yarın patron olur, bana bakarsın.” sözü aklına geldi. Geçen gün işi bırakma kararı almış, babasından dayak yemişti. Bu küçük yaşına rağmen gelecek kaygısına düşmüş, çocuk hayallerini ertelemek zorunda kalmıştı. Doktor olmak istiyordu ama çok para gerektiği için liseyi okuyup okuyamayacağı bir muammaydı. Para gerekti, çok para.

Minibüs durağa yanaştıktan sonra ücretini ödeyip bir köşeye çekildi. Bir minibüste oturur oturmaz her zaman bir mahcupluk hissederdi. Yaşlılar ayaktayken bu mahcupluğu hissetmesi belki normaldi ama boş yer varken bu mahcupluk tuhafına giderdi. Mahcup olmasının nedeni Ahmet miydi, yaşlılar mıydı, onu çalışmaya zorlayan babası mı, onu ağır çalışmaya sevk eden ustası mı, yoksa haftalığı 30 liradan çalıştırdığı bir çocuğun çalışmasını beğenmeyen, sürekli azarlayan patronu mu? İki koltuk arasına sıkışmış düşünceleriyle dışarıyı izliyordu. Hayalleri ve düşünceleri bu iki koltuk arasına sıkışırdı. On beş dakikalığına hayal kurmaya çalışır, kuramaz, ineceği yere varırdı. Ne çok hayali vardı aslında, çalışmak onu yormuştu. Ertelemişti doktor olmayı. Belki de öğretmen olabilirdi.

Atölyeye varmıştı Ahmet. Bir sıkılganlıkla içeri girdi. Standart bir gündü. İşçilerin yüzünde bir burukluk, ustanın ağzında küfür birikip gidiyordu. Atölyede böyle geçerdi günler. İşçilerin yüzü yaptıkları sohbet dışında pek gülmezdi. O kadar ağır ki yaptıkları işler, gülmekte bile yorulmuşlardı. Kimi zaman ustası işçilere bağırır, iş yetişmiyor diye söylenirdi. Yetişmeyen neydi? Mallar mı, patronun sağladığı kâr mı, işçilere sunulan sömürü mü yoksa Ahmet’in geleceği mi? Gelecekte ne yapacaktı acaba? Babasının söylediği gibi patron mu olacaktı, yoksa doktor veya öğretmen mi olacaktı? Tek başına bunlar yeter miydi acaba? Gelecek sadece bir mesleği mi ifade ediyordu?

Gelecek insan gibi yaşamaktır, diyordu işçilerden biri. Bu ne anlama geliyordu ki, Ahmet için geleceğin tanımlanası oluşuyordu yavaş yavaş. Gelecek, elleri makine yağıyla kirlenmemiş çocukların koşa oynaya sokaklarda özgürce çocukluğunu yaşayabilmesi demekti. Ahmet bunları yapamasa bile, gelecekte çocukların yapmasını istiyordu.

Ustası çağırdı Ahmet’i yanına. Sürekli sıkıntı çıkaran bozuk presle uğraşıyordu. Somun parçaları, anahtarlar, çiviler, yağ birikintileri dağılmıştı her yanına. Yağ kokusundan midesi bulanır, halsizlerindi. Yine böyle olmuştu. Ustası her zaman yaptığı gibi, salt bir sesle “Şu presin başına geç ürünler gelecek. Buradan basarsın” demişti. Ahmet bir iki defa presi kullanmıştı ama yanında biri olmuştu. Şimdi kendisi halledecekti. Bu bozuk makine ile nasıl olacak diye söylense de kabul etmişti. Kabul etmeme imkanı yoktu zaten. Babasının sözü gelmişti aklına: “Para gerek, çok para…”

Makinanın başına geçti Ahmet. Bozuk olduğu için uğraştırıyordu. Ayrıca yağ kokusu başını döndürmüş, halsiz bırakmıştı Ahmet’i. Ustası arada kontrole geldiğinde “seri alış” diye azarlıyordu. Yerde birikmiş yağdan da kaçınıyordu. Bugün diğer günlerden farklıydı. Umutsuzluk kaplamıştı içini. Derin bir yorgunluk üzerine çökmüş, çalışmakta zorlanıyordu. Yine de çalışıyordu. Bu yorgunluğun üzerinden gelirim diye düşündü. Düşüncelere kapılıyordu bu esnada. Babasını, patronunu, okunu düşünüyordu. Bu üçgen içinde mi gidecekti hayatı, yoksa değişecek miydi? Değişir diyordu bir işçi geçenlerde. Her şey değişir, insanlık değişir, doğa değişir, dünya değişir. Ahmet de değişir miydi? Değişirdi elbette, her şey gibi, onun yaşamı da değişirdi.

Ahmet’in gözleri kapanıyordu. Uykusuzluktan değil, halsizliktendi. Zorlanıyordu çalışmakta. Ürünü banttan alıp, prese yerleştirmek, basmak ve banta yerleştirmek yorucuydu. Yağdan, kokudan, halsizlikten iyice bitkin düşmüş, yine de hızla ürünleri yerleştirmeye çalışıyordu. Bir ürünü alırken yağ birikintisinde ayağı kaydı. Başı makinaya yaklaştı. Bir çığlık koptu o anda, atölyeyi sessizliğe mahkum eden bir çığlık…

Hakan KOÇ

Tekirdağ 1 No’lu F Tipi