Dünya genelinde derinleşen krizle birlikte artan sömürü, şiddet ve gericiliğin hedefindeki kadınların daha fazla sokaklara çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Arjantin, İspanya, İzlanda, ABD gibi ülkelerde kadınlar, gerek kadın kimliğine yönelik saldırılar gerekse sosyal talepler üzerinden, kitlesel olarak alanlara çıkıyorlar. Son üç yıldır çok sayıda ülkede uluslararası kadın grevi örgütleniyor. Kadınlar, “özel alanda ev ve bakım işleri grevine, kamusal alanda hem işçi grevine hem de tüketici grevine ve bütün eğitsel düzeylerde öğrenci grevine” çağrılıyorlar.
Türkiye’de de feministler uluslararası “kadın grevi” çağrılarına şimdiye dek kokart takma, sosyal medyada görünür kılma, sokak eylemleri ve yürüyüşlerde dile getirme biçiminde sembolik yanıtlar verdiler.
Kadın platformları bu sene gerçekleştirdikleri “kadın buluşması” ile uluslararası kadın grevine daha örgütlü bir hazırlığa girseler de, bu üretim alanlarına yönelik bir çalışmayı öngörmüyor. Bunun öncelikli nedeni, bağımsız feministler ve sol siyasal partilerin kadınlarından oluşan kadın platformlarının dayandığı ideolojik-sınıfsal zeminin sınıf mücadelesinden kopukluğudur. Böyle bir yönelim olsaydı, tartışma Türkiye işçi sınıfının mevcut tablosu, grev ve direniş örgütleyebilme kapasitesi ve baskıcı-yasakçı politikalarına karşı durma bilinci ve örgütlenme düzeyi gibi etkenler üzerinden yürütülebilirdi. Ancak ortada kategorik olarak, kadın sorununu sınıfsal nedenlerinden kopararak ele alan, “kadın” kimliğini mücadelesinin merkezine koyan bir ideolojik platform var. Bu platform, sınıf mücadelesinin grev gibi aracını da sınıf bağlamından kopuk ele almakta, böylece içini boşaltmaktadır.
Dünya genelinde işçi hareketinin zayıflaması, özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra “yeni” ideolojik arayışların artması, sınıf mücadelesini bir yana bırakan post marksist yaklaşımların türemesini sağladı. Türkiye’de de özellikle 12 Eylül sonrasında bu “moda” yaygınlaştı. Kadın mücadelesi de toplumsal-sınıfsal içeriğinden kopartılarak, bağımsız bir kadın sorunu olarak karşımıza çıkartıldı. Uluslararası işçi hareketi ve sosyalizmin tarihi ile sıkı sıkıya bağlantı olan 8 Mart’ın tarihsel mirasına ve sınıfsallığına yönelik ciddi bir çarpıtma süreci işletildi. Bu nedenle Türkiye’de uzun bir süre özellikle 8 Martlar nezdinde kendini gösteren bir ayrışma yaşandı.
Temelinde yukarıda vurguladığımız kadın sorununun kaynağına ve çözümüne dair ideolojik farklılıklar olan bu ayrışmada, 8 Mart’ın tarihsel ve sınıfsal özü karartılmaya çalışılmıştır.
“Emekçi kadınlar” günü yerine “kadınlar” gününü öne süren kadın platformları, 1910 yılında Clara Zetkin’ in önerisiyle 2. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda kabul edilen 8 Mart’ı değil, Birleşmiş Milletlerin 1975’te tam bir iç boşaltma hamlesi olarak ilan ettiği “Dünya Kadınlar Günü”nü sahiplenmişlerdir. Bu tutum, pratikte 8 Mart eylemlerine erkek katılımına getirilen yasakçı tutumlarla sürdürülmüştü.
Türkiye’de “80 sonrası yükselen ikinci dalga feminizm ile birlikte kadın hareketi emek başlığını çokça tartışsa da, Türkiye’de kadın hareketinin gündemine emek başlığının girmesi Novamed grevi ile gerçekleşmiştir.” (Feryal Saygılıgil, Bir Kadın Grevi) Ancak bu ilgi yukarıda bahsettiğimiz ideolojik çerçevede olmakta, Novamed gibi kadın işçilerin başını çektiği bir işçi grevi, “kadın grevi” olarak kodlanmaktadır. Bu bilinçli bir tercihin ürünüdür. Zira 8 Mart’ın tarihçesi de dâhil geçmişte kadın işçilerin öncülüğünü yaptıkları tüm grevler, “kadın grevi” olarak sınıf mücadelesinden koparılmaya çalışılmaktadır.
*
Son yıllarda AKP iktidarının tırmandırdığı şiddete ve gericiliğe karşı artan tepkilerin bir sonucu olarak 25 Kasım ve 8 Mart gibi tarihsel günlerde kitlesel kadın yürüyüşleri yapılıyor. Haziran Direnişi ve Özgecan eylemlerindeki kadın kitleselliğini saymazsak, Türkiye’de daha çok 25 Kasım ve 8 Martlar’da kadınların kitlesel eylemleri gerçekleşmektedir. Ayrıca, istismar yasası örneğinde olduğu gibi, AKP’nin gerici politikalarına da çeşitli biçimlerde tepkiler verilebilmektedir. Türkiye’de de önemli bir mücadele dinamiği olarak kadın kitle eylemleri güçlenme potansiyeli taşımaktadır.
Bugün bu eylemleri örgütleyen kadın platformlarıdır ve yapılan kitlesel eylem ve yürüyüşlerde feminist söylemler öne çıkmaktadır. Bu platformlara yön verenlerin çok kimlikli ve parçalı yapısı, kadın kitlelerinin önüne sosyal taleplerle birleşen bütünlüklü bir mücadele programı koymalarına engeldir. Ancak, dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de önemli bir mücadele dinamiğini ifade eden bu eylemlerin, derinleşen krizle birlikte sosyal istemlerle birleşerek ilerlemesinin önü açıktır.
Tam da bu nedenle, bugün kendi özgün talepleriyle harekete geçen bu demokratik kadın hareketine kayıtsız kalamayız. Politik bakışı “erkek egemen düzen” karşıtlığının ötesine geçemeyen feminist etki, bu eylemlerden uzak durmanın bir gerekçesi olamaz. Bu hareketi daha ileriye taşımanın yolu, onu dar sınırlara mahkum etmeye çalışan feminist anlayışların etki alanını daraltmaktan, bu eylemlerde kendi devrimci taleplerimiz ve şiarlarımızla yer almaktan geçiyor. Dolayısıyla, “8 Mart” alanında, “kadın grevi”nin örgütleyicilerinin dar politik platformlarına takılmadan, emekçi kadınlara mücadele programımızı ve şiarlarımızı çeşitli araçlarla taşıma sorumluluğuyla hareket edecek, kitlesel kadın yürüyüşüne katılacağız.
Bir kitlesel eylem alanı olarak, özüne uygun kutlanan “8 Mart mitingleri” olduğu için değil, on binlerce kadının kendi taleplerini haykırmak için gittiği bir eylem alanı olduğu için, 8 Mart kitlesel kadın yürüyüşüne katılacağız. Tıpkı sendikal bürokrasinin görünürde örgütleyicisi olduğu ve bugünün anlamını boşalttığını bilerek katıldığımız kimi 1 Mayıs mitingleri gibi.
Diğer taraftan ülkemizde kitlesel eylemlerin çok yaygın olmadığı, eylem deneyimlerinin az olduğu, kitlelerin en çok böylesi günlerde sokağa çıktığı unutulmamalıdır. Bu takvimsel günler dışında da böyle bir hareketin ortaya çıkması durumunda tutumumuz aynı olacaktır.
İşçi-Emekçi Kadın Komisyonları