On milyonlarca insan yaşadığı topraklarda ölümle yüz yüze ve bir o kadarı da yerinden yurdundan olmuş iken, kurtuluş ümidiyle topraklarını terk etmek zorunda kalanların cesetleri açık denizlere saçılmaktayken, yeryüzünün Ortadoğu’su kanla işaretliyken, milyarlarca insan bir kez daha adı “Dünya Barış Günü” olan 1 Eylül’ü kan ve gözyaşının hakim olduğu bir siyasal iklimde karşılıyor.
“İkinci Emperyalist Dünya Savaşı tarihin gördüğü en büyük yıkımlardan biridir. Kapitalizmin insanlığın önüne bu kadar vahşi bir biçimde çıkması belki de ilk kez Alman faşizmi şahsında gerçekleşmiştir. Alman burjuvazisinin istekleri doğrultusunda şahlanan Nazi Almanyası, tarihin en büyük emperyalist imparatorluğunu kurmak için Avrupa üzerinde eşi görülmemiş bir terör estirir. Avrupa devletleri bir bir Naziler’e boyun eğerken Sovyet ülkesi ve halkları faşizm karşısında eşi görülmemiş bir direniş sergiler. Milyonlarca şehit pahasına gösterilen topyekûn direniş, Kızıl Ordu’nun Berlin’e kızıl bayrağı çekmesiyle görkemli bir zaferle noktalanır.
Savaştan devrimci dönüşümlerle çıkan ve savaşın acılarını derinden yaşamış bulunan Doğu Avrupa ülkeleri, bu yıkımı unutmamak ve onun kapitalist özünü teşhir etmek için sistemli bir çaba sarfederler. Bu amaçla savaşın bitiminden 4 yıl kadar sonra, SSCB öncülüğünde Dünya Barış Konseyi toplanır. Dönemin sosyalist ülkelerinin yanısıra farklı ülkelerden komünist parti temsilcilerinin de katıldığı Dünya Barış Konseyi’nin ilk icraatlarından biri de, savaşın yıkımını hafızalarda canlı tutmak için Nazi Almanyası’nın Polonya’ya saldırarak II. Dünya Savaşı’nı başlattığı 1 Eylül’ü, Dünya Barış Günü ilan etmek olur.
Dünya Barış Günü bu tarihten itibaren Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkelerinde savaşın kapitalist kökenlerini vurgulayan bir gün olarak kutlanmaya başlar. 104 ülkede faaliyet gösteren Dünya Barış Konseyi ise yıllar boyunca savaş ve nükleer silahlanma karşıtı mücadelede yer alır...” (Kızıl Bayrak, Sayı: 34, 31 Ağustos 2007)
Emperyalist savaş ve saldırganlığın mimarları 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü yaratan süreci unutturmak, tarihsel içeriğini boşaltmak için kolları sıvarlar. Bir emperyalist kuruluş olan Birleşmiş Milletler, önce 1981 yılında her Eylül ayının ikinci salısını “dünya barış günü” ilan eder. 2001 yılında ise bu tarih her Eylül ayının 21’i olarak değiştirilir.
Adına “Birleşmiş Milletler” denilen ve amacı emperyalizme hizmet olan bu kuruluş, sonrasında diğer emperyalist askeri kuruluşlar gibi aynı insanlık suçlarının doğrudan sorumlusu olacaktı. NATO’nun yeterli olmadığı yerlerde dünyanın mazlum halklarına ölüm saçan katiller ordusu BM üniformasını taşıyacaktı.
BM’nin kanlı şemsiyesi altına saklananlar Somali’den Yugoslavya’ya, Afganistan’dan Irak işgaline suçlarına tecavüzleri de ekleyerek, adım attıkları her yerde insanlığın hafızasında unutulmayacak izler bıraktı. Bir yandan “barış” ve “özgürlük” gibi insanlık değerlerinin ifadesi olan kavramları dillerinden düşürmeyenlerin, doğrudan dahil oldukları işgallerde nasıl bir trajedi yarattıkları fazlasıyla açıktır. Sadece emperyalist politikaların çıkarı için girişilen işgallerde değil, iç çatışmaların, savaşların yaşandığı ülkelerdeyse “tarafsızlıklarını” Ruanda’da olduğu gibi kanlı bir kıyıma ortam hazırlayarak ve akan kanı izleyerek de göstereceklerdi.
Başta Ortadoğu olmak üzere emperyalizmin bölgesel çıkarları için toprakların kan gölüne döndüğü bir zaman diliminde, tüm bu insanlık suçlarının gerçek sorumluları biz kez daha 1 Eylül vesilesiyle dünya barışından bahsedecekler. Hiroşima ve Nagazaki’de bulutlar hala ölüm yüklüyken dünyaya sahte bir barış günü hediye edenler, aynı yalanları bu kez Ortadoğu alevler içinde yanarken tekrarlayacaklar.
İnsanlığa karşı işlenen suçların tüm vahşetiyle artarak devam ettiği şu günlerde sadece katiller değişmişken, emperyalizmin ölüm saçan askeri kuvvetlerinin yerini IŞİD, El Nusra gibi çetelere bırakmışken tiranlar dünya barışı için temennilerde bulunacaklar. Oysa bugün kesik insan başlarının, tecavüzlerin, kadın pazarlarının, ansızın patlayan bombaların, ortalığa saçılan paramparça canların yurdu haline gelmiş olan Ortadoğu'da ve dünyanın diğer coğrafyalarında dün Ebu Garip'te, Guantanamo'da ne yaşanmışsa bugün de aynısı yaşanmaktadır.
İnsanlığa ölümlerden ölüm, katillerden katil beğenme seçeneği dışında başka bir çözüm bırakmayanların barış ikliminde sadece kan yağmaktadır. Dünyanın yoksul insanları kanla yıkanmaktadır. Savaşları kanlı ve kuralsız olanların, milyarlarca insana vaat ettiği barış kuru bir sözcükten ibarettir. Dünyaya barış gelecekse eğer; bu ancak tüm bu haksız savaşların, işgallerin yegâne sorumlusu olan kapitalist-emperyalist sistemi tarihin çöplüğüne atmakla mümkün olur. Yoksa ezen ve ezilen arasındaki sınıf savaşımı sürdüğü müddetçe barış, emekçiler için sadece güzel bir özlem, çocuklara verilen isim olarak kalır.
Emperyalist politikalar ezilen halkların ihtiyaçları gözetilerek hazırlanıyor olsaydı, her şey bir tarafa bugün dünyada açlık sorunu ve buna bağlı ölümler olmazdı. O halde tüm açıklığıyla ortadadır ki barışa ihtiyacı olanlar hangi sınıflar ise savaşsız bir dünyayı yaratacak da onlardır. Bu nedenle medet umulan, kandan beslenen bu düzen ve sahipleri olmamalıdır. İşçi sınıfı ile dünyanın ezilen, hakları inkâr edilen ve imhaya tabi tutulan halklarının ortak mücadelesi ne zaman ki toplumsal bir devrimle sonuçlanır, işte o zaman gerçek barış iklimi başlar. Ne zaman ki üretici güçler ve kendi kaderlerini tayin etme hakları ellerinden alınan ulusların üzerine sosyalizmin güneşi doğar, işte o zaman her türlü sömürüden kurtulurlar.
Bir ezen bir ezilen sınıfın, bir ezen bir ezilen ulusun, bir ezen bir ezilen cinsin olduğu bu sistemden barış dilemek, bu bozuk ve çarkları kanlı düzen böyle sürsün demekten başka bir şey değildir. İçinde bulunduğumuz şu kanlı zaman dilimi bir kez daha doğrulamıştır ki gerçek bir barışa ancak sosyalizmle ulaşılabilinir. Tarihe düşülen önemli bir not olan “Ya barbarlık ya sosyalizm” şiarı meselenin anlamlı bir özetidir.