AKP’nin tüm manipülasyon ve demagojilerine karşın ekonomik krizin işçi ve emekçiler üzerindeki etkisi giderek daha fazla artıyor. Ekonomi yazarı Uğur Gürses, gazeteci İrfan Aktan’a verdiği mülakatta Türkiye’nin kriz döneminin başında olduğunu ve daha önce hiç yaşamadığı türden bir krizle karşı karşıya bulunduğunu belirtti.
Aktan’ın Uğur Gürses’le yaptığı ve Gazete Duvar’da yayınlanan röportaj şöyle...
Önceki gün mahallenin kasabına “şarbonlu et satıyor musunuz” diye sorunca, espriye ciddiyetle karşılık verdi: “Eskiden bir kilo et alan yarım kiloya düşürdü. Fakat halkımız şarbona da, ekonomik krize de bağışıklık kazanır, alışır.” Ekonomik krize alışıldı mı gerçekten?
Bir kere şu anki durum herhangi bir ekonomik kriz değil, Türkiye’nin yaşadığı en büyük krizlerden biri. 1994, 2001 krizleriyle birlikte 2018 krizi tarihe, Türkiye’nin en büyük krizlerden biri olarak geçecek.
Peki krizin neresindeyiz?
Daha krizin başındayız. Kasap örneği iyi bir anekdot aslında. Bütün krizler finansal kesimden başlıyor; kurlar artıyor, faizler patlıyor. Bu da domino etkisiyle arka arkaya aşağıya ve giderek hane halkına, üreticiye ve toplam ekonomiye yansıyor. İnsanların kasaptan bir kilo et alırken bunu yarım kiloya, 400 grama düşürmesi, hane halkının zaten harcanabilir gelirlerinin küçüldüğünün farkında olduğunu gösteriyor. Normal maaşınız yatıyor ama satın alma gücünüz azaldığı için daha az mal ve hizmet satın alabililiyorsunuz. Şu anda şirketlerin ciddi bir finansman, likidite sorunu var ve bankacılık sektörü de frene basmış durumda. Bankalar kredi vermekte isteksiz. Firmaların risk durumuna göre faizler en az yüzde 30’la başlayıp yüzde 40’a hatta faktoring kesiminde yüzde 60’lara çıkıyor. Bu rakamlar, verilen kredinin geri alımının zor olduğu anlamına geliyor. Zaten verilere bakıldığında kredilerde ciddi bir yavaşlama, hatta negatif bir ivme olduğu görülüyor.
Bankaların kredi vermemeye başlamasının yakın gelecekteki etkisi ne olur?
Çalışma sermayesini bile bulamayan firmalar önce tasarruf tedbirlerine gidecekler ya da batacaklar. Çünkü Türkiye borçla büyüyen bir ülke. Geçmiş 10-15 yıl, Türkiye’ye akan dövizin, bol paranın ve bundan ötürü büyüyen kredilerin sebep olduğu yüksek tüketim döneminin hikâyesiydi. Eskiden bankalar çok rahat ucuz kredi verirken şimdi yüksek faizle veriyor veya hiç vermek istemiyor. Bol para dönemi geride kaldığı için şirketler zorlanacak ve finansman sorunu yaşayanlar “tasarruf önlemi” alacak. Tuvaletlerdeki kâğıtları azaltmaktan başlayıp personel yemeklerinden kısmaya ve giderek işçi çıkarmaya gidecekler.
Bu sürece ilişkin bir takvim öngörüsünde bulunabiliyor musunuz?
Yıl sonuna doğru bu domino etkisi gibi yaşanacak. Ama enflasyon artışı, dolayısıyla hane halkının harcanabilir gelirinin küçülmesi de devam edecek. Böylesi bir şok en çok yoksulları dövecek. Asgari ücretle geçinen 17 milyona yakın yoksul var. Onların harcama sepeti içinde hızlı tüketim malları, gıda, barınma, kira giderleri var. Halihazırda zaten gıdada yıllık fiyat artışı yüzde 20’de. Ama üretici fiyatları penceresinden baktığımızda bu rakam yüzde 30’ları geçmiş durumda.
Kısa vadede atlatılacak bir kriz değil bu
Tüketici fiyatlarındaki artış yüzde 20’yken, üreteci fiyatlarının yüzde 30’ları geçmiş olması ne anlama geliyor?
Bu, üreticiden tüketiciye doğru, yüzde 30’dan itibaren fiyat artış yansımasının olacağı anlamına geliyor. Bu ayki enflasyon büyük olasılıkla yüksek gelecek. İvme olarak yüzde 20-25’lik bir patikaya doğru gidiyor. Ne yazık ki Ankara bunu geçici bir krizmiş gibi sunmaya devam ediyor. İktidar “bunu atlatırız, geçecektir” diyor ama kısa vadede pek de atlatılacak bir kriz değil bu.
İktidar çeşitli tedbirler alındığını ifade ediyor. Örneğin Katar’la yapılan bir anlaşma neticesinde 3 milyar dolarlık bir para geldiği açıklandı. Bu tür tedbirlerin etkisi ne oluyor?
Bu adımlar sadece bilançoya makyaj işlevi görüyor.
Neden?
Merkez Bankası’nın döviz rezervleri azalınca yatırımcılar, hatta hane halkı bile “bu işi çözemeyecekler” kaygısıyla döviz almaya yöneliyor. Dolayısıyla ekonomiyi yönetenlerde rezerv düşüşünü daha azmış gibi gösterme eğilimi ortaya çıkıyor. 3 Ağustos-7 Eylül arasındaki 5 haftalık dönemde Merkez Bankası’nın rezervinde 17 milyar dolarlık bir düşüş oldu. Ama Katar’la yapılan Swap anlaşmasıyla bu düşüş 14 milyar dolar olarak gösterildi. Aslında Katar’dan Türkiye’ye 3 milyarlık bir döviz gelmiş gibi görünse de, gerçekte bu para Katar’daki Merkez Bankası’nın hesabında duruyor. Yani şu anda gerçekte alınmış bir 3 milyar döviz yok. O yüzden bunu bir kozmetik etki olarak değerlendirmek lazım.
Bizim gibi sıradan insanlardan farklı olarak meselenin içeriğini bilen para yöneticileri, yatırımcılar bu makyaja da kanarak hareket etmiyorlar herhalde…
Tabii, onlar zaten fotoğrafın neresinde renk düzeltmesi yapıldığını görüyor. Öte yandan yaşadığımız şey sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik de bir kriz. Mevcut bir anayasası olsa da Türkiye güçler ayrılığını, hukukun üstünlüğünü, demokratik değerleri kaybetti. OHAL dönemindeki uygulamalara bakan vatandaşlar mesela, mülkiyet hakkıyla ilgili kaygılara kapıldı. Ortalama insan belki özgürlük talep etmiyor ama onun özel mülkiyet alanına girdiğiniz zaman veya böyle bir ihtimali gördüğü an tedirgin oluyor. Keza bir çok alandaki hukuksuz, hesap vermez tavır, sıradan hane halkını tedirgin etmeye başladı. Yakın bir örneğe bakalım: ABD’yle yaşanan gerilimi Ankara “bize yönelik bir ekonomik savaş var” ifadesiyle açıkladı. Bu sözü duyan vatandaş bankalara koşup dövizlerini çekti! 17 Ağustos haftasında 7,5 milyar dolarlık azalış bundan kaynaklanıyordu.
İnsanlar neden bankadaki dövizlerini çekti peki?
“Bize yönelik bir ekonomik savaş var ve iktidar bununla baş edemeyip paramıza el koyar” korkusuyla çektiler.
Yani iktidarın “bize yönelik bir ekonomik savaş var” söylemi kötü olan gidişata daha da negatif etki mi yarattı?
Tabii. İnsanlar hem döviz almaya hem de bankadaki dövizlerini çekip saklamaya yöneldi. Nitekim 7,5 milyar dolarlık çıkış, sıradan insanların bankadan çektiği paraydı.
İktidar sermaye kontrolüne gitmez, çünkü altında kalır
Bu paranın ne kadarının yurtdışına çıktığı biliniyor mu?
Hayır, onu bilmiyoruz. Parasını yurtdışına transfer eden de vardır, yastık altına koyan da.
Bu davranış, hükümetin defaatle sermaye hareketlerini kontrol etmeye yönelmeyeceğine dair açıklamalarının insanlardaki kaygıyı gidermeye yetmediğini mi gösteriyor?
Tabii ama Erdoğan şirketleri dövize saldırmama konusunda uyarıp “B ve C planlarını uygularız” da dedi. Bu tür muğlak söylemler, “acaba dövize el mi koyacaklar, sermayeye kontrol mü getirecekler” korkusu yaratıyor. Zaten sermaye kontrolü getireceklerini düşünmüyorum, çünkü herhangi bir iktidar böylesi bir uygulamanın altında kalır. Ama buna rağmen insanların kaygısını tetikleyici bir söyleme başvuruluyor. OHAL sözde kaldırılmış olsa bile insanlar hukukun üstünlüğünün kalmadığı bir yerde her şeyin olabileceğini düşünüyor. O zaman insanlara “döviz almayın” veya “bankadan paranızı çekmeyin” deseniz bile kimse sizi dinlemiyor. Açık bir ekonomide siyasetçilerin hata yapma marjı çok fazla değil.
“Hata” demişken; iki bankanın, iddialarına göre “teknik aksaklıktan dolayı” kısa süreli de olsa döviz kurunu çok düşük göstermesi ve sizin Hürriyet gazetesinden ayrılmanıza da sebep olan Sermaye Piyasası Kurulu’nun 13 Temmuz’daki “içeride öğrenenlerin ticaretini serbest bırakma” kararı, son dönemde en çok tartışılan skandallar veya “hatalar” olarak görüldü. SPK’nın kısa süre içinde iptal ettiği karar, halka açılmış şirketlerin sahiplerinin içeriden bilgileri kullanarak kendi hisselerini satın almaları veya satmalarını serbest bırakıyordu. Halkbank’ın ucuza döviz satışını siz de “hata” olarak yorumladınız ama SPK’nın kararının skandal olduğunu yazdınız. Neden bir skandal?
Döviz kurunun düşük gösterilmesiyle SPK’nın kararını birbirinden ayırmak lazım. Normalde şirketler, ikinci çeyrek bilançolarını Ağustos ayının ortalarına kadar ilan edilecekti. Henüz kamuoyuna açıklanmayan bilançoları sadece şirketlerin sahipleri ve yöneticileri biliyor. SPK, 13 Temmuz Cuma günü, şirket sahipleri ve yöneticilerinin kendi hisselerini satma veya alma yasağını belli süreliğine askıya aldığını ilan etti. Siz bir şirketin sahibi veya yöneticisisiniz diyelim. Şirketiniz normalde 100 birim kâr ederken, diyelim ki o dönem 150 birim kâr etti. Kâr ve zararınıza ortak olan yatırımcılarınıza henüz açıklamadığınız bu bilgiyi sadece siz biliyorsunuz. SPK bu kararla demiş oldu ki, “sen henüz bilançonu açıklamadan, kendi hisselerini istediğin gibi piyasadan toplayabilirsin.” Kârı paylaşmamak için, o iç bilgiyi kullanarak gidip piyasadan kâğıtlarınızı topluyorsunuz!
Böylece SPK, aslında kanunla yasaklanmış bir fiili idari bir kararla askıya alarak yasadışı bir uygulamaya mı gitmiş oldu?
Bu karar, bir kente gelen savcının “ben hırsızlığı suç saymıyorum, Ağustos sonuna kadar isteyen istediğini çalabilir” demesine benziyor. Oysa hukuk, uygulayıcıların keyfine tabi değil ki! Neyse ki SPK gelen tepkilerden ve belki de yaptığı yanlışın boyutunu görmüş olmaktan dolayı, dünyanın her yerinde suç olan ve küçük yatırımcının soyulması anlamına gelen bu karardan iki gün sonra vazgeçti.
SPK’nınkine benzer skandallar, kurumların çöktüğünü gösteriyor
Peki bu iki gün içinde atı alan Üsküdar’ı geçti mi?
Zannetmiyorum, çünkü SPK bu kararı Cuma akşam saatinde açıkladı ve pazar günü da iptal etti. Bu süre içinde borsa kapalı olduğu için birilerine çıkar sağlanması mümkün değil. Ama bu tür şeyler, sıradan yatırımcıda “Türkiye’deki otoriteler keyfi olarak her zaman her şeyi yapabilir” algısını güçlendiriyor. Oysa kapitalist sistem bile kurallı bir sistemdir ve siz bu tür kuralsızlıklarla piyasalara, borsalara, sisteme olan güveni sarsıyorsunuz. SPK’nınkine benzer skandallar, Ankara’daki kurum ve kuralların çöktüğünü gösteriyor aslında. Ankara’da sistem dikey bir şekilde tek adama bağlı olduğu için, o sabah aklına ne geliyorsa o uygulanıyor.
Özerk bir kurum olarak Merkez Bankası, iktidarın popülist ekonomi politikasının yarattığı enkazı azaltabilecek tedbirler alacak durumda mı peki?
Merkez Bankası fiyat istikrarıyla, yani enflasyonu aşağıya çekmekle, ulusal paranın ihracı ve onun değerini korumakla görevli. Enflasyonu düşük tutabiliyorsa ancak, büyüme ve istihdamla ilgilenebiliyor. Eğer yüzde 5 hedeflenirken enflasyon yüzde 18’e gelmişse, Merkez Bankası işini yapmamış demektir. Bunun da müsebbibi siyasetçilerin kurum ve kuralları çökertmesidir.
Şu anki krizin tarlası 2013’ten itibaren ekildi
İngiltere’de yayımlanan Financial Times gazetesi, dünkü (13 Eylül) Merkez Bankası Para Politikaları Kurulu toplantısı öncesinde “Türkiye ekonomisinin faiz artırımına ihtiyacı yok” başlıklı bir haber yayınladı. Aynı haberde “Peki ekonominin yüksek faize ihtiyacı kalmadıysa yatırımcılar neden bir artış öngörüyor? sorusuna BlueBay Fon Yönetimi’nden Timothy Ash’in şu yanıtı aktarıldı: “Merkez Bankası liranın değerini korumak için elinden gelen her şeyi yapmak zorunda. Eğer bunu yapabilirlerse IMF programı veya sermaye kontrolü olmadan bunu atlatma ihtimalleri olur.” Dün Merkez Bankası’nın faizleri yüzde 17,75’ten yüzde 24’e yükseltmesinin sonucu ne olur?
Türkiye şu anda derin bir resesyonun, ekonomik yavaşlamanın içine girdi. Pisaya faizleri yıllık yüzde 30’lara geldi. Financial Times’daki haberin argümanı, ekonominin zaten yavaşladığı, dolayısıyla faizleri artırmanın anlamsızlaştığı yönünde. Ama buna rağmen Merkez Bankası’nın, TL’nin değer kaybına karşı faizleri artırarak güçlü bir duruş sergilemesi gerekiyordu. Son faiz artışı gerekliydi ama her şeye ilaç olmayacak. Sadece TL’deki kanamayı yavaşlatacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, faiz kararı açıklamasından birkaç saat önce Merkez Bankası’nı sert sözlerle eleştirmesi, faizin enflasyona neden olduğu fikrini tekrarlaması seçmene yönelikti. “Madem faize karşısın neden izin veriyorsun?” diyeceklere, muhalefet partilerine “Ben aynı yerde duruyorum, ama Merkez Bankası bağımsız ve faizi yükseltiyor” mesajı vermiş oldu. Öte yandan enflasyon doğrudan doğruya döviz kuruyla, TL’nin değeriyle bağlantılı. TL değer kaybettikçe enflasyon artmaya ve fiyatlama davranışındaki bozulma devam ediyor. Nitekim dövizle ilgisi olmayan işyerleri bile zam yapıyor. Çünkü dövizin fiyatlamalarda önemli bir yeri var. TL’deki kanamayı durdurmadıkça enflasyonla, faizlerin yükselişiyle, ekonomik durgunlukla baş etmeniz mümkün değil. Bu son artışa kadar Merkez Bankası’nın faiz oranı yüzde 17,75’lerdeyken, enflasyon yüzde 20-25’e doğru koşuyordu. Bu, tasarrufçuyu da TL’den uzaklaştırıp dövize yönlendiriyordu. Şu an krizi konuşuyoruz ama 2013’ten bu yana faizler hep düşük tutularak ekildi bu tarla.
Düşük faizin bedeli bu olduğu halde Erdoğan neden faiz karşıtı bir politika izleyerek, artışları hep “faiz lobisine” bağladı?
Erdoğan pragmatist bir politikacı. Faiz karşıtı pozisyonun mesajı finansal piyasalara değil, halka, seçmene yönelik. Erdoğan bugüne kadar ortaya çıkan krizleri bile seçmenini konsolide etmek için kullanmayı hep becerdi. Ama bundan sonra bunu yapabilecek mi, emin değilim. Erdoğan, kriz her belirdiğinde “faiz lobisi, dış güçler bize kumpas kuruyor” diyordu. Ama iş dayanılmaz noktaya gelince de faiz artışlarına hep izin verdi ve Merkez Bankası beşer puanlık artışlar yapabildi.
Milliyetçi söylem işe yaramıyor, çünkü ‘homo economicus!’
Bu son cümleyle, Merkez Bankası’nın bağımsız olmadığını ifade etmiş oluyorsunuz, değil mi?
Bunu herkes biliyor.
Merkez Bankası’nın dünkü faiz artırım kararı sizce zamanında mı verildi?
Eğer itfaiyecinin yangına geç kalacağını biliyorsanız, ona güvenmezsiniz. Merkez Bankası da her zaman geç kaldığı ve yine geç kalacağı için insanların TL’ye güveni sağlanamıyor. Vatandaşa “döviz değil TL alın”, “B, C planlarını uygularız” demekle güven vermiş olmuyorsunuz. Nitekim bu tür çağrılar tam tersi etki yarattı. Çünkü insanlar bu çağrıları, “demek ki dış güçlerin bize karşı bir saldırısı var ve hükümet bununla baş edemiyor” şeklinde algılıyor ve dövize yöneliyor. Buna AKP seçmeni de dâhil.
Yani milliyetçi söylem ekonomi söz konusu olduğunda işe yaramadı mı?
İşe yaramıyor, çünkü “homo economicus!” İş dünyasında, şirketler kesiminde de bu böyle, hane halkı davranışında da. Herkes kendi çıkarına, teknesine bakıyor. Farklı partilere oy verebiliriz ama davranış biçimlerimiz kültürel olarak da aynı.
Bol para dönemi siyasetçilerin ahlakını bozdu
Krizin yeşerdiği bu tarla 2013’ten itibaren faizlerin hep düşük tutulmasıyla ekildiyse, kriz neden daha önce gelmedi?
Dünyadaki bol para dönemi bu krizi geciktirdi. O yüzden yakın geçmişteki krizler bu şekilde aşıldı. Erdoğan muhtemelen şu anki krizin de aynı şekilde aşılabileceğini düşündü. Açıkçası bol para dönemi, siyasetçilerin demokrasiden uzaklaşmasına, hukukun üstünlüğünü bir kenara itmesine de teşne oldu. Bol para, bütün gelişen ülkelerde siyasetçilerin ahlakını bozdu. Ahlaktan kastım, demokratik değerler. Bu dönem siyasetçileri demokrasiden uzaklaştırdı ve yolsuzlukları tetikledi. Malezya’da, Endonezya’da, Brezilya’da böyle oldu.
Hükümete yakın bazı kalemler, ekonomik krizle birlikte Türkiye’nin tekrar direksiyonu AB’ye kırabileceğini, böylece “kulaklarımızdan dolarların fışkırdığı döneme” geri dönülebileceğini ileri sürmeye başladı. Uygulamada ise Cumartesi Anneleri hedef alınıyor, her türlü baskıcı yönteme başvurulmaya devam ediliyor…
İktidar partisinin 24 Haziran’da 7 puanlık bir kaybı oldu. Erdoğan, MHP’yle ittifak üzerinden sınırda bir yerde kazandı ama partide, ana çekirdekte bir erime yaşanıyor. Üstelik biz seçime girdiğimizde ABD’yle bir kriz başlamamıştı. Fakat ekonomik olarak biz gelecek olanı görüyorduk. Bana kalırsa ekonominin hasar vereceğini gören bir iktidar erken seçime gitmekte geç bile kalmıştı. Son bir yılda döviz kuru artışı yüzde 90. ABD’yle rahip krizi başladıktan sonraki bölüm yüzde 35. Yani biz rahip krizinden önce yüzde 55’lik bir hasar yemiştik zaten.
Muhtemelen 2020’de tekrar erken seçime gidilecek
Bundan sonra ne olacak?
Türkiye muhtemelen ekonomiyi, siyaseti 2023’e kadar böyle taşıyamayacak ve 2020’de tekrar erken seçime gidilecek. Yerel seçimlerden sonra tablo daha da netleşecek. Çünkü Türkiye’deki hane halkının refah kaybını çok fazla tolere edeceğini düşünmüyorum. 2001 krizinden sonra reformlar ve demokratikleşme adımlarıyla, AB üyelik tarihinin alınmasıyla birlikte devasa bir para akışı oldu. AKP açısından ikinci bir şans ise, küresel krizden sonra yaşanan bol para dönemiydi. Siyasetçilerin bunun üzerinden sörf yapma imkânı vardı. Hane halkı halkı açısından da teker dönüyordu. Bol para döneminden dolayı konut veya araba alabilmek için çok ucuz krediler bulunabiliyordu. Orta sınıfın “hayallerine” erişmesi açısından bir eşik dönemiydi. Fakat o süreç artık sürdürülebilir olmaktan çıktı.
Refah kaybının, yoksullaşmanın insanları her zaman siyasi yapıyı değiştirmeye itmediği, hatta onları faşizme meylettirebildiği görüşüne katılıyor musunuz?
İktidarı oluşturan AKP-MHP bloğunun muhtemel bir seçimde bölüneceğini düşünüyorum. Tabii ki toplum muhafazakârlaşacak ama belki AKP oylarının bir kısmı MHP’ye kayacak. Açıkçası oy geçişkenliklerinin iktidarı değiştirebilecek düzeyde olacağı kanaatindeyim. 2001 krizi öncesinde, koalisyonun başat unsuru olan DSP’nin yüzde 22 oyu vardı. Krizle birlikte bu oyların yüzde 20’si gitti ve 3 Kasım 2001 tarihinde AKP iktidara geldi. Bu insanlar bir gecede AKP’li mi oldu, hayır. Ama bu seçeneği tercih ettiler. Türkiye’de orta sınıfın refah içinde yaşama arzusu değişmeyecek.
İnsanlar işsiz kalacak, şirketler batacak ve belki kimse bağırmayacak
Yani bizim mahalledeki kasabın “millet bu krize de alışır” iddiasına katılmıyor musunuz?
Hayır, insanların sokakta eylem yapmaması alıştıkları anlamına gelmiyor. Kaldı ki dün bir kilo et alabilen insanların bugünkü alım gücü yarım kiloya düşmüş olabilir ama bu düşüş bir erozyon gibi devam edecek. Şirketlerin batışı 1994 veya 2001 krizlerindekinden farklı olarak belki sessizce olacak ama olacak. İnsanlar işsiz kalacak, şirketler batacak ve belki kimse “ben batıyorum” diye bağırmayacak.
Marksist akademisyen Doç. Dr. Galip Yalman geçen gün Gazete Duvar’a verdiği mülakatta şöyle diyor: “Muhalefet partileri de dahil Merkez Bankası’nın ‘bağımsızlığı’ krizden çıkmanın olmazsa olmazı deniyor. Halbuki, Merkez Bankası’nın bağımsız olması demek, onun neoliberal parametrelere uygun davranması demek.” Ne diyorsunuz?
Bakın, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve enflasyonla mücadele “tu kaka” olamaz. Ona neoliberal damgası vurulamaz. Enflasyon en fazla yoksul kesimi vuruyor. Peki biz neden bunu dert etmiyoruz? Oysa Merkez Bankası dünyanın her yerinde bu anlamda önemli bir işlev üstleniyor.
Yoksulların lehine mi?
Yoksulların lehine tabii. Yoksullar açısından en ağırı enflasyon vergisidir. Dolayısıyla Merkez Bankası’nın bağımızlığını neoliberal parametrelere uygun görmek, Erdoğan’ın yaklaşımından çok da uzak değil. “Eğer biz faizleri düşük yaparsak büyüme olur ve o zaman yoksulları zengin ederiz.” Bu dünyada öyle bir şey yok. Fakat devlet bütçesinden sosyal transferler yaparak yoksulları desteklemek bir iktisat politikasıdır ve bu doğru bir tercihtir. Bunu Fransa, Danimarka yapıyor. Ama yoksulları enflasyona mahkûm etmek ve Merkez Bankası bağımsızlığı gibi önemli bir araçtan uzak kalmak, bunu da neoliberal politika karşıtlığı olarak değerlendirmek haksızlıktır. Merkez Bankası bağımsızlığını IMF istediği için kötülemek doğru değil. Kaldı ki IMF bile değişti. 2008 krize sonrasında IMF, yaptığı anlaşmalarda verdiği paranın sosyal transferlerde kullanılmasına razı geldi. Düşünün, IMF bile değişiyor. 17 milyon yoksulun olduğu bir ülkede, iktisatçılar da siyasetçiler de enflasyona “idare ederiz” diye bakamaz, enflasyonla mücadelede önemli bir işlev gören Merkez Bankası’nın bağımsızlığının önemini gözardı edemez. Bugün Merkez Bankası zaten bağımsız değil. Peki bundan memnun muyuz? Yoksulların daha da yoksullaşmasından memnun muyuz? Bunu sorgulamak gerekir.
“Haydi yerli paraya geçelim” demekle olmuyor
Erdoğan’ın Varlık Fonu’nun başına kendisini atamasını nasıl yorumluyorsunuz?
Ankara’dakilerin kafasında Varlık Fonu’na politik bir itibar kazandırma hedefi var. Çünkü Varlık Fonu’nun önceki yapısına eminim Ankara’dakiler de çok itibar etmiyordu. Fakat son hamle de bir şey ifade etmiyor. Çünkü Varlık Fonu’yla en fazla borçlanma yapabilirsiniz. Kaldı ki Varlık Fonu’nda olan şirketlerin ayrı birer tüzel kişiliği var. Örneğin Ziraat Bankası; borçlanmak istediği zaman zaten piyasadan borçlanıyor. Varlık Fonu içinde yer alarak nasıl ayrı bir borçlanma imkânı bulabilir ki? Dünyanın her yerinde borç verenler devlet hazinelerine daha rahat borç verirler. Şimdi hazine borçlanamıyor da Varlık Fonu mu borçlanabilecek? Dolayısıyla Varlık Fonu yönetimindeki düzenleme belki Katar’la ilgili bir gelecek tasarımı çerçevesinde yapılmış olabilir.
AKP’nin ABD’yle yaşanan krizle birlikte Rusya ve İran’a daha da yakınlaşıp dolar karşıtı pozisyonunu üst perdeden dillendirmesinin sonuçları neler olabilir?
“Yerel parayla ticaret yapıp dolardan kurtulalım” deniyor ama bunu yapabilmek için paranızın istikrarlı olması lazım. Sabah kalkıyorsunuz paranız 6,5, akşam yatıyorsunuz 7 ise, olmaz. Keza enflasyonunuzun düşük olması lazım. Türkiye enflasyonu yüzde 2’ye, 3’e düşürmüş olsaydı parası da istikrarlı olurdu. Enflasyonu düşük, parası istikrarlı olan ülkeler kendi paralarıyla ticaret yapabiliyorlar. “Hadi yerli paraya geçelim” demekle olmuyor. Ayrıca Türkiye ticaret yaptığı partnerlerine, Rusya’ya, Çin’e, İran’a dış ticaret açığı veriyor. Yani daha fazla mal alıp daha az mal satıyoruz. Rusya’yla ithalatı Ruble’yle yapacaksınız diyelim. Peki o Ruble’yi nasıl bulacaksınız? Dış pazarlara Dolar verip Ruble almanız lazım. Eğer paranız istikrarlı olup TL’yle Ruble alabilseydiniz, o zaman yerli parayla ithalat yapabilirdiniz. Aksisi hayal.
Tek seslilik, akp seçmenini bile tedirgin ediyor
İktisadi davranışlarda medya ve kitle iletişim araçlarının doğrudan etkisi olduğu söylenir. Türkiye’de anaakım gazetelerin neredeyse tümü aynı manşetle, TV kanalları aynı yaklaşımla yayın yapıyor. Bu tek sesliliğe rağmen iktidar neden yurttaşların iktisadi davranışlarını kendi lehine belirleyemiyor?
AKP’nin kendi seçmeni bile tek seslilik ve belirsizlikten kaynaklanan komplo teorilerinden tedirgin oluyor. Açık bir ekonomisiniz ve doğal kaynağınız yok. Rusya gibi petrol kaynaklarınız olsa, belki tek sesliliği hakim kıldığınız, her türlü baskıyı uyguladığınız halde ekonominiz zayıflamaz. İran’ın da Çin’in de tasarruf fazlaları var. Suudi Arabistan, Katar hakeza. Bu ülkelerin doğal kaynakları olduğu için kapalı bir rejimle yollarına devam edebiliyorlar. Ama Türkiye açık bir ekonomi ve saydığım ülkeler gibi varlıkları yok. Açık ekonomide enformasyon, bilgi paylaşılır. Sadece kendi halkınız değil, dışarıdan gelen yatırımcı da bilgiye göre kararlarını verir. Eğer tek sesliliğe olanca gücünüzle yükleniyorsanız, şeffaflığı yitirirseniz kimse neyin olup bittiğini bilemez ve giderek daha fazla sis, komplo teorisi ortalığı kaplar. O zaman kurumlarınız çok sağlam çalışsa bile, ki Türkiye’de kurumların çöktüğünü söyledim, o kurumlar bile bununla baş etmekte zorlanır. Nitekim yükselen kurla da, vatandaşın gidip döviz çekmesiyle de baş edemiyorlar. Korkutma ve tek seslilik iktidarın faydasına değil. Açık bir ekonomide, hele ki tasarruf açığı olan bir ülkede bu yolda uzun süre ilerleyemezsiniz. Ekonomik büyüme için dışarıdan döviz girişine ihtiyacınız var, dış borcunuzu geri ödeyebilmek için yine dövize ihtiyacınız var. Ama bununla beraber siz politik olarak farklı yönlere savruluyorsunuz, ifade özgürlüğünü sıfırlıyorsunuz. İfade özgürlüğü sadece benim bir şeyi ifade edebilmem değil, toplumun doğruları duyma ve tartışma hakkıdır da. Düşünün ki şirketler, açıklanan enflasyon rakamlarının doğru olup olmadığını tartışıyor. Bir ülkede yönetenler açısından en kötü şey, attığınız adımların inandırıcılığının tartışmalı olmasıdır.
Mesela TÜİK verilerinin inandırıcılığı, doğruluğu epey süredir tartışmalı…
Kurban Bayramı’nda mesela, insanlar kurbanlık almak için nakit paraya ihtiyaç duyarlar. Çünkü kredi kartı kullansanız bile, kurbanlığı nakit para ödeyerek alıyorsunuz. Dolayısıyla kâğıt para miktarı Kurban Bayramı dönemlerinde yüzde 15 oranında artıyor. Geçen bayramda, tatilin uzunluğu dolayısıyla da nakit talebi daha da fazla oldu. O nakit parayı biz gidip bankadaki hesabımızdan çekiyoruz. Banka da o nakitleri Merkez Bankası’ndan alıyor. Mesela bu bile son bayramda “Merkez Bankası karşılıksız para basıyor” şeklinde algılandı. Aklı başında insanlar bile “yahu yeni para basıyorlar, bankamatikten çektiğim para gıcır gıcırdı” diyordu. Çok seslilik yok, bu tür meseleler tartışılamıyor ve dolayısıyla her şey komplo teorileriyle açıklanmaya çalışılıyor. Bu, müthiş bir güvensizliğin göstergesi olduğu gibi iktidardakilerin de altını oyuyor.
Daha önce bu türden bir kriz yaşamadık, geri dönüş zorlaşıyor
Buluştuğumuz sırada finans çevrelerinden sıradan yurttaşlara kadar herkesin size “deprem dede” muamelesi yaptığını, gelecekte “deprem” olup olmayacağını sorduğunu söylediniz. Az önce “henüz krizin başındayız” demiştiniz. Dip noktanın zamanına, bilançosuna dair bir öngörüde bulunabiliyor musunuz?
Daha önce bu türden bir kriz yaşamadık. Eskiden bu türden bir potansiyel tehlike doğduğunda, bürokrasi siyasetçileri uyarıyor ve bir yerden dönülüyordu. Ama şu an öyle bir şey yok. Mehmet Şimşek, “kopma noktasındayız, şuradan dönelim” diyebilecek bir kişiydi ama yeni kabinede yer almadı. Geçmişteki bol para döneminin yarattığı rehavet ve “biz bunu da aşarız, nasıl olsa bir şey olmuyor” rahatlığı siyasetçileri giderek daha da fütursuz, tehlikeli bir patikaya sokuyor. O yüzden her geçen gün geri dönüş daha da zorlaşıyor. Mesela bugünkü yüzde 10 civarındaki faiz artırım ihtiyacı, üç ay öncesine kadar yüzde 3 artışla halledilebilirdi. Merkez Bankası o zaman çıkıp yüzde 3 faiz artışı kararı alsa şu an bu noktada olmayabilirdik. Geciktikçe, hasar ve bedel büyüyor.
Bedel niye büyüyor?
Çünkü kurdaki yükseliş giderek şirketler kesimine yansıyor. Şirketlerin bilançoları bozulacak ve muhtemelen kredileri geri ödeyemeyecekler. Bu da bankaların bilançosunda hasar yaratacak. Ve yabancı yatırımcıların bankalara ilişkin kaygısı artarsa, Türkiye’ye para girişi duracak. Böylesi bir ani duruş da Türkiye’yi daha derin bir resesyona sokacak.
Banka iflasları söz konusu olur mu?
Muhtemelen yeniden yapılandırmalar, kurtarmalar olacaktır. Zaten işin potansiyel risk tarafı da o. Çünkü özel sektör borcunun bir bölümü, kamunun, yani bizlerin borcu haline dönüşecek. Bunu daha az hasarlı atlatmak için iktidar muhtemelen IMF’yle anlaşmak zorunda kalacak. Çünkü kartopu giderek büyüyor ve buna set çekebilecek olan ancak IMF gibi büyük bir kuruluştur. IMF, 100 milyar dolarlık bir paket yapıyoruz dediği an, kartopunu durdurursunuz. Onun için iş giderek büyümeden önlem alınması gerekiyor.
Yani Türkiye bir an önce IMF’ye mi gitmeli?
Başka çare kalmıyor.
Sermaye hareketlerini kontrol etmek de başka bir çare değil mi?
Tabii, bu da bir iktisat politikası tercihidir. Ama Türkiye 1989’dan beri dışa açık bir ekonomi ve bu sayede büyüyebildi. Sermaye kontrolü bizim büyüklüğümüzdeki bir ülke için felaket olur.
Neden?
Çünkü bunu yaptığınız an bir daha Türkiye’ye para gelmez, ihracatçınız paralarını dışarıda tutar, turizmciniz cebindeki parayı tutar, bankaya götürmez. Sermaye hareketlerini kontrol etmek, kanamaya karşı tampon gibi görünse de, aslında yarayı kangrene dönüştürür. Zaten bunu yapmayı siyasetçiler de istemez, çünkü altında kalırlar. Türkiye gibi bir ülke bunu kaldıramaz.
Krizin ikinci tetiğini her zaman vatandaşlar çekmiştir
AKP’nin baskı politikasına son vererek rotayı AB’ye kırmasının, şu anki ekonomide iyileştirici etkisi olur mu?
Sokaktaki insan eğer hukuka dönüldüğüne kani olursa, yastık altında tuttuğu parayı getirip bankacılık sistemine koyar ki, bu bile az bir şey değil. Öyle bir durumda en az 10 milyar dolar gelir. Şimdi biz IMF’ye gitmekten, dışarıda kredi bulmaktan söz ediyoruz. Türkiye’de her zaman krizin ikinci tetiğini yerleşikler, yani vatandaşlar çekmiştir. 1994’te, 2001’de öyleydi ve muhtemelen şimdi de öyle. Vatandaşın bankacılık sistemindeki dövizleri kendi cebine taşıma kararı krizin ikinci bir boyutudur. Dolayısıyla sizin bunu tersine çevirmeniz lazım. Bunun yolu da yurttaşlara güven vermenizden geçer. Türkiye’de insanlar sisteme güvenmedikleri için kollarında, boyunlarında, yastık altında altın tutarlar. Altın takmak geleneksel olabilir ama bunun bir tarihsel arka planı var. Bu coğrafyadaki siyasi çalkantılar hep olduğu, bir türlü istikrara kavuşulamadığı için insanlar altın saklar. Yönetenlerin bu yüzden yurttaşlara güven vermesi lazım. “Çin’de de otokratik bir rejim var ama orada da büyüme oluyor”, deniyor. Bu doğru ama Çin’de hane halkı tüketimi bizdeki derecede değil. Türkiye’de hane halkı tüketimi ekonominin yüzde 60’ını oluşturuyor. Çin’de ise bu yüzde 40’lar civarında. Kaldı ki Çin’de devlet, yatırımınıza garanti veriyor. Şunu tekrar edeyim ki, doğal kaynağı olmayan bir ülkede otokratik bir rejim çok uzun süre devam ettirilemez. Hukukun olmadığı, keyfi kararların alındığı bir ülkeye yatırımcı gelmez. Ama siz hukuku üstün kılar, demokrasiyi yerleştirirseniz, gelen para da kalır. Türkiye’nin refahı, demokratikleşmesinden ve hukukun üstünlüğünün sağlanmasından geçiyor.
Henüz krizin başındaysak ve gidişatı yöneticiler belirliyorsa, yoksullara kurbanlık koyun gibi kaderine ram olmak mı kalıyor?
Önümüzdeki dönemde hane halkının harcamalarının daha da kısılacağı, daha iktisatlı davranılacak bir döneme giriliyor. Çünkü hem kur artışı bizi fakirleştirdi, hem enflasyon harcanabilir gelirimizi cebimizden aldı. Tekrar bütçeyi öğrenme dönemi geliyor. Ama tabii olan biteni kanıksamamak gerekir. “Ne bekliyordunuz ki” gibi yanlış bir tavır var. Bunları normalleştirmemek, kanıksamamak gerekiyor. İnsanlar kendi haklarına sahip çıktıkça Türkiye normalleşir.