Tarih 4 Ocak 1996’yı göstermekteydi. Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan “Cezaevlerinin tutukluların eğitim kampı olmaktan çıkarılması” kararı çok geçmeden hayata geçirilecekti, önce Buca’da ardından Ümraniye’de. Ümraniye’de tutsaklar görüş haklarının engellenmesine yönelik protestolara başlarlar. Devlet ise tutsakların protestolarına ve taleplerine bir gelenek oluğu üzere katliamla cevap verir. Bu katliamda Abdülmecid Seçkin, Orhan Özen, Rıza Boybaş, Gültekin Beyhan isimli 4 tutsak katledilirler. Katliamın ardından 8 Ocak 1996 tarihinde Orhan Özen ve Rıza Boybaş’ın cenazeleri Alibeyköy’den kaldırılacaktır. Cenaze töreni kalabalıktır. Cenaze törenini izlemek ve haber yapmak için Metin Göktepe de oradadır. Evrensel gazetesinde birlikte çalıştığı arkadaşlarına “cenaze törenini mutlaka izlemeliyim” demişti Metin. Alana girdiği anda polisler tarafından durdurulur ve sarı basın kartı olup olmadığı sorulur. Ve sarı basın kartı olmadığı gerekçesiyle alana girişi engellenmeye çalışılır. Metin ise sabah gazetedeki arkadaşlarına emin bir şekilde ifade ettiği gibi töreni muhakkak izlemeliydi. Alana girmekteki ısrarlı duruşunun ardından polisler tarafından gözaltına alındı Metin. Alibeyköy’de devlet terörü estiren kolluk güçleri o gün yüzlerce insanı bu şekilde gözaltına alarak Eyüp Kapalı Spor Salonu’na götürür. Metin de gözaltına alınmasının ardından buraya getirilenler arasındadır. Gözaltına alınanlar buraya işkenceyle getirilmektedirler. O güne tanıklık edenler daha sonra verdikleri röportajlarda bir komiserin Metin için “özel muamele görmesi” yönünde talimat verdiğini söyleyeceklerdi. Bu talimatın ardından Metin Göktepe onlarca polisin cop ve sopaları altında işkence görür. Gördüğü işkencenin ardından ise katledilir. Metin Göktepe’nin cansız bedeni katiller tarafından Eyüp Kapalı Spor Salonu’ndan alınır.
Cinayetin ardından devletin yetkili ağızları çelişkili ifadeler verirler. Dönemin başbakanı Tansu Çiller ve İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar Göktepe’nin gözaltına alınanlar arasında olmadığını, kayıtlarda isminin bulunmadığını söylerken, dönemin Eyüp Cumhuriyet Savcısı Erol Canözkan ise Metin Göktepe’nin gözaltına alındığını kabul eder. Ancak Göktepe’nin bir süre sonra serbest bırakıldığını, gittiği çay bahçesinde fenalaşarak sandalyeden düştüğünü söyler. Dönemin İçişleri Bakanı Teoman Ünüsan ise Göktepe’nin spor salonunun duvarından düşerek yaşamını yitirdiği yönünde bir açıklama yapar. Ancak olaya tanıklık edenlerin ısrarla Metin’in işkenceyle katledildiğini beyan etmeleri ve hem ulusal hem de uluslararası alanlarda kamuoyu oluşmasıyla katil devlet işlediği suçu itiraf etmek durumunda kalır, ancak kendi sorumluluğunu gizleyerek. Süleyman Demirel polis cinayeti ile ilgili şu açıklamaları yapar: “Cinayeti polis işlemiştir tabirini beğenmiyorum. Hadiseleri kendi sınırları içinde mütalaa etmeliyiz. Münferit hadiselerden netice çıkarırken, devleti yargılamayalım. Yargılanacak olan suçu kim işlemişse odur. Polis teşkilatını yargılamamız yanlıştır. Ama üstünde polis üniforması olan A veya B şahsı işlemişse, yakasına yapışırız. Cinayet örtbas edilemez.” Cinayeti kabul edenler kendi sorumluluklarını görmezden gelerek olayı 3-5 polisin “kastı aşan insan öldürmek” suçuna indirger. Zaten yapılan göstermelik yargılamalardan sonra katil polisler 17 ay hapiste kalmalarının ardından 2000 yılında çıkan “Rahşan Affı” ile serbest kalırlar.
Metin Göktepe’den bugünlere...
Metin Göktepe’nin katledilişinin 23. yılındayız. Bugün gelinen aşamada devrimci-muhalif basına yönelik saldırılar hız kesmeden devam ediyor. 15 Temmuz’u bir lütuf olarak gören Erdoğan ve AKP’si çıkarttığı KHK’larla devrimci-muhalif basına yöneltti saldırılarını ilk önce. Bu kapsamda yayınlanan onlarca KHK’yla muhalif basına ait radyo ve TV kanalları kapatıldı, internet sitelerine erişim engeli getirildi, bu saldırılar hala da devam ediyor. Bunun dışında kendi kalemşörleri olarak görmedikleri, en ufak aykırı ses çıkaran gazetecilere ise Silivri adres olarak gösterildi. Hâlâ onlarca gazeteci çeşitli hapishanelerde tutuklu bulunuyor.
Bu saldırılar elbette bir rastlantı değil. AKP iktidarının adım adım hayata geçirmek istediği korku imparatorluğunun birer sonucu. İşledikleri suçların, yolsuzlukların, katliamların bilgisi işçi ve emekçilere ulaşmasın istiyorlar. Kürdistan’da işledikleri onca suçu haberleştiren yurtsever gazetecilere dönük sürek avını hepimiz iyi hatırlarız. “Oradakiler terörist” diyerek işledikleri suçları örtbas etmek isteyenler gerçekleri yazanlardan elbette korkacaklardır. İşçi ve emekçilerden çaldıkları paraları ayakkabı kutularında saklayanlar elbette korkacaklardır kendi pisliklerinin ortaya dökülmesinden. Ancak çabaları nafile. Devrimci-muhalif basın gerçekleri yazmaktan da işçi ve emekçilere olan sorumluluğunu yerine getirmekten de asla vazgeçmeyecektir.