Kapitalist-emperyalist sistemin yaşadığı çok yönlü krizlerin derinden hissedildiği siyasal bir coğrafyanın göbeğinde yer alıyor Türkiye. Türk sermaye düzeni, gerek mali, iktisadi, siyasi ve askeri her açıdan sisteme göbekten bağlı konumuyla, gerekse de uzun bir süredir bizzat yaşıyor olduğu “rejim krizi” nedeniyle sık sık siyasal çatışmalara açık, “istikrarsızlığa” gebe ve önden kestirilemez siyasal süreçlerden geçiyor.
Son olarak 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte rejim krizinin “devlet krizine” dönüşmesine yol açan gelişmeler, “bölgesel güç” olma iddiası ve hevesindeki sermaye iktidarının ve Türk burjuvazisinin gerçek durumuna ayna tuttu, sınırlarını bütün açıklığıyla ortaya serdi. Yaşananlar sadece dinci-gerici iktidar adına değil, bir bütün olarak sermaye düzeni adına iflas demektir. “Devlet iktidarının içinde bulunduğu derin yapısal zafiyeti ortaya koyan bu olgu düzen payına utançların en büyüğüdür; etkisi öyle kolay silinmeyecek türden bir büyük politik ve moral iflasın ifadesidir.” (15 Temmuz darbe girişimi ve sonrası, EKİM, Sayı: 303, Ağustos 2016)
Düzenin genel çıkarları adına yaşanan bu utanç verici tabloyu onarma ihtiyacı, toplumu egemen sınıf olarak yönetebilme kaygısında vücut bulan “kolektif çıkarlar” çerçevesinde, rejim krizi ekseninde açığa çıkan çıkar çatışmalarının “birlik ve beraberlik” söylemleri eşliğinde bir süreliğine geri plana itilmesine yol açsa da sağlanan bu geçici “uzlaşmanın” sınırlarının, ortaklığın nerede başlayıp nerede bittiğinin taraflarca her fırsatta açık edilmesini engelleyememiştir. Emperyalistlerin doğrudan sözcülüğünü üstlenen işbirlikçi tekelci burjuvaziyi temsilen TÜSİAD sermayesi ve onun siyasi arenadaki izdüşümlerince, yaşananlardan dersler çıkartılması, dinsel gericiliğin Tayyip Erdoğan şahsında iktidar hırsından vazgeçmesi, düzene az-çok istikrar görüntüsü verecek ve toplumsal meşruiyetini yeniden tesis edecek adımları hızla atması, düzenin bekası ve genel çıkarları adına telkin ve talep edilmiştir. Buna karşılık darbe girişiminin doğrudan hedefi konumunda olan Erdoğan tarafından ise, yaşananların kendi gerici amaç ve hedeflerine ulaşmak çerçevesinde “Allah’ın bir lütfu” olduğu, öyle görülüp sayıldığı açık açık beyan edilmiştir.
“Darbenin baş hedefi olan ve bunun sağladığı mağduriyeti en iyi biçimde kullanarak krizi kendi dinci rejimini nihayet kurabilmenin bir fırsatına çevirmeye çalışan Tayyip Erdoğan ve şürekasının halihazırdaki hummalı faaliyeti yanıltıcı olmamalıdır.” (15 Temmuz darbe girişimi ve sonrası, EKİM, Sayı: 303, Ağustos 2016)
Nitekim OHAL’in ilan edilmesi ve peş peşe çıkarılan KHK’larla, “FETÖ ile mücadele” adı altında, gerçekte ise Tayyip Erdoğan iktidarının hedeflerine ulaşma gayesi uyarınca en ufak bir direnç noktası bırakılmamacasına her türden toplumsal muhalefetin sindirilip ezilmesi planları devreye sokulmuştur. Öyle ki, bu faşist baskı ve saldırıların ucu burjuva düzen muhalefetine ve medyasına kadar uzanabilmiştir. Tüm güdüklüğüne rağmen bugüne kadar burjuva cumhuriyete “parlamenter rejim” görüntüsü veren meclis ve yerleşik kurumlar bu süreçte tamamen işlevsiz kılınmıştır. Keza söz, gösteri, basın özgürlüğü ve demokratik haklar namına göstermelik planda olsa dahi elde avuçta ne varsa toptan kaldırılıp, yasaklanmaya girişilmiştir. Üstüne üstlük tüm bunlar “darbeye karşı demokrasi mücadelesi” kisvesi altında, hem de askeri darbenin hedefinde olan “sivil” bir hükümet eliyle gerçekleştirilmiştir.
Emek üzerindeki sömürü tahakkümü arttırılıyor
Dinci gericiliğin, daha özelinde Tayyip Erdoğan’ın kişisel çıkarları ve iktidar hırsı doğrultusunda devreye sokulan bu saldırıları tamamlayan öteki yan ise, bizzat temsil ettiği sınıfın ve dümenine geçtiği sermaye düzeninin genel çıkarları doğrultusunda, emek üzerindeki sömürü tahakkümünü daha da arttıracak ekonomik-sosyal saldırıların hayata geçirilmesi olmuştur.
Kiralık işçi uygulaması, Bireysel Emeklilik Sigortası (BES), Varlık Fonu, Kıdem Tazminatı Fonu, kamuda performans uygulamalarına geçiş, grev yasaklarının kapsamının genişletilmesi, iş mahkemelerinin ortadan kaldırılması (dahası şu günlerde asgari ücrete ‘sıfır zam’ dayatmasında bulunulması!) vb. gibi işçi ve emekçilere yönelik ciddi saldırı yasaları bu dönemin başlıca icraatlarıdır. Böylelikle AKP iktidarı, sermaye sınıfının çıkarlarının yine de en iyi şekilde kendi döneminde korunup kollandığı mesajını vererek, gerek uluslararası sermaye çevrelerinden gerekse de tekelci burjuvaziden destek arayışına girmektedir. Zira kaderinin alacağı bu desteğe sıkı sıkıya bağlı olduğunu çok iyi bilmektedir.
Hatta Standart and Poor’s gibi emperyalist kredi derecelendirme kuruluşlarının zaman zaman yaptıkları olumsuz değerlendirmeleri karşısında iç kamuoyuna yönelik yapılan tüm “külhanbeyi” açıklamalara rağmen, gerçekte emperyalist finans merkezlerine, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek tarafından “ekonomik reformların yapılacağı” yönünde güven tazeleyen, yabancı sermayenin iştahını kabartan daha gerçekçi açıklamalar yapılmakta ve vaatler sunulmaktadır. Esasında da uluslararası sermayenin ve yerli işbirlikçisi tekelci sermayenin, yarattığı onca sıkıntıya rağmen AKP iktidarı ve daha çok da onun ebedi şefine katlanıyor, göz yumuyor olmasının gerisinde bu gerçeklik vardır.
Sermayenin desteği sınıra dayandı
Bununla birlikte bugüne kadar zımnen sunulmuş olan bu “desteğin” çoktandır bir sınıra dayanmış olduğu da çok daha belirgin bir hal almıştır. Sadece 15 Temmuz darbe sürecinin ortaya koyduğu gerçekler bile emperyalistlerin Erdoğan gibi bir “baş ağrısından” kurtulmak için doğabilecek tüm fırsatlardan yalnızca memnuniyet duyacaklarını göstermiştir. Darbe girişimini “sessizlik içinde izlemelerinin” başka bir anlamı yoktur. Emperyalistlerin kendisinden vazgeçmiş olduğu gerçeğinin ve muhtemel bir ilk fırsatta gözyaşına bakılmadan “harcanacağının” farkında olan Tayyip Erdoğan, hizmetinde bulunduğu sınıfın desteğini elde edebilme yönündeki tüm çabalarına, yanı sıra kendi sonunu uzatabilmek adına gerici hedeflerine ulaşabilme başarısına da kendi payına varlık-yokluk sorunu atfediyor, sorunu öyle ele alıyor.
Bu doğrultuda dinsel gericilik ve ırkçı şovenizm üzerinden kitle tabanını korumaya, güçlendirmeye ve mobilize etmeye çalışıyor. Kürt halkının ulusal demokratik taleplerinin yok sayılıp, boğulması ekseninde yeni kirli ittifaklar arayışı içerisinde saldırgan politikalara sarılıyor. Aynı zamanda bunu, kendi gerici iktidar hedeflerine ulaşmada bir manivela haline getirebilmeyi umuyor. İçeride izlenen bu dinci, ırkçı, şovenist politikaya, tümden iflas eden dış politikasına rağmen dışarıda da neo-Osmanlıcı, işgalci söylevler eşlik ediyor.
Tayyip Erdoğan-AKP iktidarı bu işgalci retorik ve izlediği politikalarla Türk burjuvazisinin “emperyal duygularına” sesleniyor, kendi gerici iktidar hedefleri doğrultusunda burjuvazinin açık ve tam desteğini kazanmayı arzuluyor. Fakat emperyalizmle sıkı bağlar içerisindeki işbirlikçi tekelci burjuvazinin, ileri sürülen bu söylemlerin altının ne kadar boş ve temelsiz olduğunu bilecek kadar sınıfsal bir bilince ve tarihsel deneyime sahip olduğu açıktır. Keza neyin nereye kadar, hangi şartlar altında yapılabileceğini bilecek kadar da gerçekçidir. Nitekim bu gerçekler, emperyalist hegemonya mücadelesinin halihazırda en sert bir şekilde devam ettiği süreçte sık sık “tükürülenlerin yalanmak mecburiyetinde kalınması” şeklinde bizzat Erdoğan’a yaşatılarak hatırlatılmaktadır. Dahası 15 Temmuz süreci, “üç gün içinde Emevi camisinde namaz kılacaklarını” iddia edebilecek kadar ayakları yerden kesilenlerin, kendilerini Emevi camisinde değil ama o camide ibadet etmeyi umdukları “kudretin” yanında bulmalarına vesile olacaktı, neredeyse!
Efelenmeler iç politikaya yönelik
Bu yüzden de her geçen gün dozajı giderek artan bir tarzda öne çıkartılan dinci, şovenist, ırkçı argüman ve söylemlerin iç politikaya yönelik olduğu açıktır. Elbette söylenenlerden dışarıda izlenecek maceracı bir çizginin ve çılgınca girişimlerin ihtimal dahilinde olması gerçeği kategorik olarak reddedilemez. Bu çerçevede yanlış sonuçlara ve algılara yol açmamak adına şu kaydı da eklememiz gerekir: Gerçekleşme payının ne kadar olduğundan bağımsız olarak bu ihtimal, ancak Tayyip Erdoğan ve şürekasının kurtuluşu olmayan bir sonla karşılaşmaları durumunda başvurabilecekleri bir çılgınlık şeklinde vuku bulabilir.
Emperyalist efendilerine “rağmen” onların çizdiği sınırları aşacak bir tarzda böylesi bir inisiyatif alabilmeye cüret etmek, ya akli melekelerini yitirmiş olmak ya da idam sehpasından kurtulmak için elektrikli sandalyeye oturmak gibi bir tercihte bulunmak anlamına gelecektir. Bunun böyle olduğunu, hangi “girişimler” ve izinler sonucunda gerçekleştiğine bakarak Cerablus operasyonundan, tüm ısrarlı taleplerine rağmen Musul ve Rakka operasyonlarından dışlanmış olmalarından, El Bab civarındaki askerlerin imha edilmesi karşısında gıklarını çıkartamamış olmalarından ve daha bir dizi somut gelişmeden örnekleyebiliriz.
Fakat öte yandan AKP iktidarının, emperyalist efendilerinin kollaması ve himayesi altında her türden çılgınlığa ve maceraya balıklama atlama hevesli olduğu da herkesin malumudur...
Yinelemek gerekirse bu şoven, gerici söylem ve politikaların asıl hedefi ve işlev göreceği alan halihazırda içerisi olmaktadır. Fakat başarısız darbe girişimini tam da bu şoven histeriyle kendi dinci rejimini kurmanın bir fırsatına çevirmeye yönelik, OHAL’le başlayan, “yeni Anayasa” çalışmalarıyla devam eden peş peşe hamlelerin rejim krizini derinleştirmekten ve yeni çatışmalar yaratmaktan başkaca bir sonuç doğurmayacağı da açıktır.
Kaldı ki son yaşanan gelimleler de bunun böyle olduğunu ortaya koymaktadır. Dahası bunun yaratacağı siyasal istikrarsızlık ortamının sermaye düzeninin bekası açısından ciddi sıkıntılar yaratacağına dair gerek emperyalist merkezlerden gerekse de tekelci sermayeden sürekli uyarılar gelmektedir. Tüm bu uyarıların kulak ardı edilmesi ise sermaye sınıfı tarafından giderek daha rahatsız edici bulunuyor.
Kitleleri dinci, ırkçı, şovenist politikalarla kendi iç iktidar mücadelesi doğrultusunda yönlendirme çabaları yer yer AB ekseninde yaşanan tartışmalarla boyutlanıyor gözüküyor. Ne var ki bunun sınırları, döviz kurlarında yaşanan dalgalanmayla birlikte hayatın katı gerçeklerine tosluyor ve daha rahat görülüp anlaşılmasını sağlıyor.
Burjuvaziden ekonomik kriz ve rejim krizi uyarısı
Öte yandan tekelci sermayeden de itiraz sesleri duyulmaya başlandı. Bilindiği üzere tekelci Türk burjuvazisi bugüne kadar demokratik haklar ve siyasal özgürlükler payına elde ne var idiyse bunların bir çırpıda ortadan kaldırılıyor oluşuna ciddi anlamda herhangi bir tepki vermedi. Bilakis bu durumun, artı-değer sömürüsü üzerinden elde edilen kârlarda bir patlama yaratacak olmasını avuçlarını kaşıyarak izledi. Gelinen yerde tekelci burjuvazi, AB ile yürütülen tartışmalarda “kantarın topuzunun kaçırıldığına” kanaat getirmesi, döviz kurlarındaki hızlı yükseliş ve sıcak para akışının kesintiye uğraması, ekonomik göstergelerde olumsuz verilerin artışıyla ciddi risklerin ortaya çıkması ve pek tabi ki bunun her şeyden önce bugüne kadar dev kazançlar sağlamış oldukları çarkın tökezlemeye başlayacağı anlamına gelmesi nedeniyle peş peşe uyarılar ve açıklamalar yapmaya başladı.
Bu çerçevedeki açıklamalardan biri TÜSİAD Başkanı Cansen Başaran Symes tarafından, Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu’nun (TÜRKONFED) düzenlediği bir toplantıda yapıldı. Burjuvazinin kaymak tabakası adına konuşan Symes, “Türkiye ekonomisinin öngörülebilirliğinin azaldığı, güven ve güvenlikte olağanüstü sıkıntıların yaşandığı bir süreçten geçtiğini” söylüyor. “Dünya üzerinde durulması gereken ana konulardan birinin toplumlarda giderek artan şekilde adeta inancın azalması ve özellikle 2008 krizinden sonra sosyo-ekonomik eşitsizliğin artması olabileceğini” belirten Symes, sermaye düzeninin genel çıkarları adına bundan şu sonuçları çıkartıyor: “Bir toplumda adalet duygusu sarsılıyorsa, sistemin toplumun farklı kesimlerine karşı adil işlediğine inanç azalıyorsa, gelirin ve fırsatların adil dağıtılmadığına yönelik kanı giderek artıyorsa, kendini dışlanmış görenler çoğalıyorsa, yeni kuşakların öncekilerden daha iyi yaşayacağına dair umutlar azalıyorsa hem ekonomik hem de siyasal meşruiyet gittikçe artan şekilde sorgulanır, toplumlar da buldukları her fırsatta tepkilerini bir şekilde gösterir.” (Vurgular bana ait.)
TÜSİAD Başkanı, “eşitlik, adalet” vb. üzerine demagojik söylemleri bir yana bırakılırsa, sermaye düzeninin genel çıkarları adına AKP iktidarına ciddi uyarılar yapmaktadır. Bu uyarılarda, ekonomik krizin kapının eşiğinde durduğu, böylesi süreçlerin toplumsal düzeni altüst edecek ciddi gelişmelere gebe olduğu, bunun bilinci ve hassasiyeti içerisinde olunması gerektiği vurgulanmaktadır. En önemlisi de toplumsal kutuplaşma ve gerilimleri arttıracak siyasal krizler içerisinde istikrarsızlığı doğuracak adımlardan önemle kaçınılması hatırlatılmaktadır. Ve bu çerçevede “normalleşme için güvenin yeniden acilen tesis edilmesi” ve bunun için de rejim krizlerini derinleştiren adımlardan bir an önce vazgeçilmesi talep edilmektedir.
Aynı toplantıda sermayenin bir başka temsilcisi, Akfen Holding adına konuşan Hamdi Akın ise, “2017’de ne olacağını kimsenin kestiremediğini ve bu süreçte kimseye yatırım yapın tavsiyesinde bulunamadıklarından” yakınıyor. Ortak oldukları yabancı firmaların da Türkiye’ye yatırımdan kaçtığını belirterek rahatsızlığını dile getiriyor.
Bu açıklamaları izleyen iki haftalık süreçte yeni anayasa ve başkanlık pazarlıkları konusundaki gelişmeler, AB ile vize muafiyeti, üyelik müzakereleri, mülteci anlaşmaları çerçevesinde süren sert tartışmalar sonucunda döviz kurlarında tüm müdahalelere rağmen önlenemeyen bir yükseliş yaşandı. Bu gelişmelerin ardından TÜSİAD Başkanı, 2 Aralık’taki Yüksek İstişare Konseyi toplantısında öncekine benzer ama daha doğrudan açıklamalar yaptı. OHAL’in bir an önce kaldırılması, meclisin yeniden asli görevini yapmaya odaklanması ve KHK ile yönetimin son bulması beklentilerini dile getiren Symes, bunu da “Türkiye’nin biran önce normalleşmeye ihtiyacı var” diyerek gerekçelendirdi. Son haftalarda benzer açıklamalar TÜSİAD ve TİSK’in farklı üyelerince de yapılmaya devam edildi.
Tekelci sermaye temsilcileri, yaptıkları açıklamalarda AKP-Tayyip Erdoğan iktidarının gerici hedefler doğrultusunda gerçekleştirdiği icraatların sermaye düzeninin genel çıkarlarını zedeleyecek ve ciddi risklerle baş başa bırakacağı endişelerini ve huzursuzluklarını dile getirmiş olmaktadırlar. Bu tablo komünistlerin şu tespitini olduğu gibi doğrulamaktadır:
“…Dinci darbe girişiminin açığa çıkardığı devlet krizi tüm dengeleri bozmuştur ve bu beraberinde yeni saflaşmaları, yeni güç ilişkilerini ve elbette çatışmalarını getirecektir. Tayyip Erdoğan iktidarının halihazırdaki girişimleri kısa dönemli olarak ona belli bir güç kazandırıyor gibi görünse bile gerçekte bunlar normalleşmeyi sağlamak bir yana yıllardır sürmekte olan rejim krizini daha da derinleştirecek türdendir.” (15 Temmuz darbe girişimi ve sonrası, EKİM, Sayı: 303, Ağustos 2016)
Burjuva düzen kliklerinin rejim krizi ve iç iktidar mücadeleleri üzerinden ciddi ve sert çatışmaların doğacağı, emperyalist merkezlerin tercih ve tutumlarının doğrudan belirleyici olacağı ve hatta yeni darbe girişimlerinin bu tercihler doğrultusunda yaşanabilme olasılıkların bulunduğu keskin süreçlere doğru ilerlediğimiz, gittikçe daha belirgin bir görünüm kazanıyor. Sistemin kendi içinde yaşadığı çatışma ve krizleri, düzen ve devrim ekseninde taraflaştırarak ona nihai bir çözüm sunacak olan; işçi sınıfının toplum düzeyinde kendi bağımsız siyasal rolünü oynayabilecek bir düzeye ve kapasiteye çıkabilmesiyle mümkün olacaktır. Bu perspektif ve bakıştan yoksun olarak ortaya sunulacak her çözüm platformunun, sorunları, çözmek şöyle dursun, işçi ve emekçilerin, toplumun ezilen kesimlerinin karşısına yeniden ve yeniden daha da ağırlaştırarak çıkartacak olması kaçınılmazdır. O halde, kapitalist-emperyalist sisteme göbekten bağlı sermaye düzeninin yaşamış olduğu tüm krizlerden ve topluma çıkardığı ağır faturalardan kurtulmak için sarılacak başlıca güncel şiar, “Devrimci bir sınıf hareketi için ileri”dir.
* TKİP dava tutsağı
Tekirdağ 2 No’lu F tipi Hapishanesi
6 Aralık 2016